Bir, iki, üç… Az kaldı bitecek. Dört, beş, altı… Sona yaklaştık artık. Yedi, sekiz, dokuz… Her dakika yanandır canım. On… Bitmedi, yanıyor hâlâ…
Ayrı masalardaydık, evet. Ama gelin ve damadın yakın arkadaşları olarak masalar birbirine yakındı. Biz de Engin’le birbirimize yakındık. Sahiden uzun zaman olmuştu. Ama ne gözleri değişmişti, ne de kendisi. Biraz vücudu toparlanmıştı. Spora başlamıştı belki de.
Yüzü de değişmişti sanki. Saçı, sakalları… Eskisi gibi değildi. Dağınık değildi. Ama o hatlar, hâlâ Engin olduğunu söylüyordu onun bana.
Gece uykumu almıştım, bugün de fazla işim yoktu. Yorulacak bir eylemde bulunmamıştım. Lakin onu gördüğüm andan beri öylesine yorgun hissediyordum ki. İçimde varlığını bile unuttuğum o yorgunluk bir kere daha belli etmişti kendini ruhumda. Bu ise çok ağır gelmişti bana. O günden beri görmemiştim onu. Duymamıştım sesini. Anmamıştım adını. Korkmuştum hatırlamaktan… Ve bugün hatırlıyordum. Sahiden de hatırlıyordum. Daha dün olmuşçasına zihnimdeki kozasında saklanıyordu ve sadece vakti geldiğinde daha da büyüyerek çıkıyordu.
Farklı masalardaydık… Nikah anına kadar. Çünkü ben ve o, şahitler olarak aynı nikah masasında, yan yana oturmuştuk. En iyi arkadaşımın nikah şahitliğini zar zor yapmıştım. Ve onlar eş ilan edildiğinde, koşmadım ama az daha zorlasam koşardım. İlk işim tuvalete gitmek oldu. Çünkü ağlarsam dağılırdım, dağılırsam toparlanamazdım!
Çok zordu benim için. Onun için de öyle miydi bilmiyorum. Gerçi o her zaman, her an bilirdi dik durmayı. Ben bunu biraz geç öğrenmiştim.
Ben yıkılırken ve onun da yıkılması gerekirken bile o beni iyi etmişti.
Ama iyi olduktan sonra, bitmişti her şey. İkimiz için de doğru karardı. Ve bugün ikimizin de bulunduğu bu yüksek konum, o karar sayesindeydi. Belki en doğru karar değildi, ama o an için en doğru karardı.
Lavaboya girerken nefes nefese ellerimi mermere yaslarken aynadan yıkılmak üzere olan görüntüme baktım. Hayır, bu sefer olmazdı. Bu tekrar olmayacaktı.
Hemen arkamdan Mine tuvalete girerken yanıma geldi. “Sonbahar…” Elini omzuma koyarken ona döndüm. “İyiyim,” dedim sesim fısıltıdan ibaret çıkarken.
Başını salladı bana inanmadığını belli ederek. “İyi olmayabilirsin, buna hakkın var. En çok senin şu anda kötü olmaya hakkın var.” Bu sefer başını iki yana sallayan bendim. Kötü olmayacaktım. Artık kötü olmak yoktu.
“Yok! Benim artık kötü olmaya hakkım yok! Her şeye sahibim artık. Yıllardır çalıştığım, uğuruna bir şeyler kaybettiğim her şeye sahibim.”
“Her şeye sahip değilsin…” İma ettiği şey ile dolmak için yüz tutan gözlerim kaçınılmaz sona ulaşırken peçetelikten aldığım peçeteleri göz altlarıma bastırdım. Akmayacaklardı. Akmamaları lazımdı.
“Neden şimdi o konuyu açıyorsun ki?”
“Unutmuş gibi yapma Sonbahar. Hepimiz biliyoruz, görüyoruz unutmadığını.”
Ağzımdan bir hıçkırık kaçarken yutkundum o yaşların akmaması için. Hayır, bugün olmazdı. “Ben de unutursam,” diye girdim söze. Sesim, bir yabancının bile ‘o acı çekmiş’ diyebileceği türden acı dolu bir tonda çıkıyordu. “Bu ona haksızlık olmaz mı?”
Gülümseye çalıştı ama acı bir tebessümden öteye gitmedi. “Bu kadarı sana haksızlık değil mi?”
Ben çektiğim bu acıyı hak ediyordum. Benim suçumdu… Yaşananlar benim suçumken, çektiklerimin büyüklüğünden yakınamazdım. “Değil. Ben hak ediyorum.” Ve az öncekinin aksine sinirle soludu bu sefer. “Sen, bunların hiçbirini hak etmedin. Siz, bunları hak etmediniz.”
“Bugün Filiz’in günü.” dedim saniyeler süren sessizliğin ardından konuyu tamamen kapatarak. “Benimle uğraşmayalım.”
Başını salladı sadece. Bu konu hakkında daha fazla düşünmeyecektim. Bu gece olmazdı. Ve ben yine, hiçbir şey olmamış gibi duygularımı herkese, onu da kendime görünmez kılarak en iyi arkadaşımın düğününün tadını çıkardım.
***
“Filizim, tebrik ederim.” Sadece Filiz’i tebrik etmeme rağmen Ahmet ve Filiz’e aynı anda sarılırken onlar da bana doladı kollarını. “Döneceğiz bir haftaya. İyi bak sen de kendine.”
“Ben iyiyim, merak etme. İyi olacağım.” Umarım.
Ahmet ve Filiz süslü arabalarına binerken Filiz gecenin ortasında giydiği elbise ile kiraladıkları üstü açık arabanın koltuğunun üstüne oturdu. Çiçeği sallarken umurumda olmamasına rağmen ben de geçtim onun hatırına. Bana döndü ve dudaklarıyla ‘sana atacağım’ cümlesini kullandı. Ve evet, yapardı.
O yüzden bana gelecek olan çiçeği, ellerimi açarak resmen dua eder gibi bekledim. Ve sadece beş santim öne uzanarak attığım çiçeği tutmuştum. İşte bizim Filiz, onu sizinle böyle tanıştırabilirim.
Onların balayına, Maldivler’e araba ile gitmesinden sonra kalabalık dağılırken gözüm yine kahverengi gözlere takıldı. Bakışlarımızla konuştuk sadece. Çiçeği işaret etti bakışlarıyla. Ben bunun ‘hayırlı olsun’ olduğunu anladım. Kime kısmet diyordu işte. Omuz silktim. Kim bilir demekti bu da. Kim bilir…
Sonra tüm gece yapamadığımı yaparak cesaretimi topladım ve yanına adımladım. Arkadaşlarımızın gözü bize kenetlenirken derin bir nefes verip omuzlarımı düşürdüm yanına vardığımda. “Nasılsın?” dedim özlediğimi bile unuttuğumu yeni fark ettiğim yüzüne bakarken.
“İyiyim. Sen nasılsın?”
“Ben de iyiyim, sağ ol.” İnceledi sonra beni. “Hiç değişmemişsin. Yani yüzün, sesin, duruşun hiç değişmemiş.”
“Senin de.” Ama daha yakışıklı olmuşsun.
“Başarmışsın,” dedi her zamanki duvar koyduğu sesiyle.
“Sen de öyle.”
Başarmıştık, evet. Ama beraber değildik. Kaybetmiştik, evet. Bu beraberdi işte. Beraber kaybetmiştik ve ondan sonra kazanmıştık ikimiz de. Ve biliyorum ki, biz beraber olsak asla kazanamazdık…