bc

SESSİZ KUĞU

book_age12+
1.8K
FOLLOW
7.0K
READ
dark
drama
comedy
twisted
sweet
lighthearted
mystery
first love
spiritual
like
intro-logo
Blurb

Yüzlerimizin üzerine düşen ayın gölgesi, gözlerimizde dans ediyordu. Onun kahverengi irisi, benim siyah irislerime tutsak kalmıştı. Bu tutsaklık beraberinde âdeta kalbimi de sürüklüyordu.Yüzünü bana yaklaştırıp gülüm

"Sıra sende, Titi."

Bana hitap etme şekliyle gözlerimi sıkıca yumdum. Bana böyle hitap etmesini sevmiyordum, hem de hiç. Elimdeki içecekten art arda iki büyük yudum alıp, nemlenmiş dudaklarımı elimin tersiyle sildim. Ardından parlayan gözlerine bakıp devam ettim.

"Titi ne demek?"

Kaşlarımı çatmış bir şekilde onun çehresini izlerken, o sadece dudaklarımın kenarında parlayan damlalarına bakıyordu.

"Söyleyeceğim, ama bana bir borcun olacak," diye fısıldayıp dudaklarıma yaklaştı.

Sertçe yutkundum. "Kabul ediyorum,"

Yüzünde tatmin olan gülümsemeyle bana yaklaştı.

"Panama'da 12 yaşına kadar kızlara Titi diye hitap ederler. Anlamı; her zaman gül kokan, solmayan demektir."

Anlamazcasına ona bakıp, elimdeki içkiden bir yudum aldım.

Yüzlerimiz hâlâ yakındı.

Dudaklarımız arasında ise sadece nefeslerimiz yankılanıyordu.

Hafif dönen başımla, "Peki bana neden böyle sesleniyorsun?"

Dudaklarının arasından dökülen erkeksi kıkırtısı, rujumun yok olmasına ramak kalan dudaklarımda küçük tebessüm yarattı.

Sarhoş oluyordum.

Içkiden değil, onun gülüşünden.

Bu adam, gülüşü ile de beni sarhoş edebiliyordu.

Bir süre sonra kıkırtısını düz tebessüme bırakırken, beni dikkatlice dinliyordu.

İrkilsem de belli etmedim.

"Çünkü sen," işaret parmağıyla beni gösterip, derin nefes aldı. "Her zaman kokan, hiçbir zaman solmayan gül olacaksın,"

Tepkisizce onu izliyordum. Çünkü, akan gözlerim, son kez onunkilerde kaybolmak isiyordu. Hem de sonsuza kadar... Elini çıplak bacağımın üzerine bırakıp, hafifçe sıktı. Acıdan dolayı dişlerimi dudaklarıma sapladım.

"Buna izin vermeyeceğim; senin asla solmana..." Zorlukla yutkunduğunu, yavaşça yukarı ardından aşağı hareket eden adem elmasından anlamıştım.

"...izin vermeyeceğim,"

Dudaklarımın üzerine fısıldadığı kelimeler mideme paslı bıçağı saplasa da, kelebekleri oradan kovamamıştı.

"Senin solmana asla izin vermeyeceğim,"

Biliyordum bu adam benim solmama izin vermeyecekti...

Peki, ya ben onu soldursaydım?

Bir Titi ve Çekik hikâyesi.

Bir beyaz ve karanlığın senfonisi.

Bir aşkın savaşı...

"Avuçları papatya kokan adam."

"Gülüşün ruhun dumanı."

chap-preview
Free preview
1. BÖLÜM
Bu arada arkadaşlar, diğer hikayeme göz atmayı unutmayın. Beğeneceğinizi umuyorum❤ İyi okumalar! *** Karanlığın içinde aydınlığı sevmek karanlığa ihanet değil midir? Ya da siyahsın ama beyazı seviyorsun. Her zaman bir şeylerin fazlasını isteriz. Bize yetecek olanlarla değil de, hep fazla olanları tercih ederiz. Bunlar sadece açgözlülüktür. İnsanlar da böyledir; hep fazla, daha da fazlasını isterler. Yaptıklarını değil de, yapamadıklarını sahip olmak, daha varlıklı olmak onlara daha cazip geliyor. Aslına bakarsak hangimiz böyle değiliz? Ve aslında hepimiz aynıyız. İnsanların basit eylemleri sıradan ve aptalcadır. Sıradanlıktan farklılığa geçmek için çabaları bile aynıdır. Göz kapaklarımın üzerindeki ağırlık tamda bundan bahsediyor. Daha fazla uyku için yalvarıyorlar. Ama eninde sonunda kalkacağımı biliyorum. Gözlerimi açtığımda görüş alanıma ilk beyaz tavanım girdi. Birbirine yapışmış kirpiklerimi kırpıştırarak, aralamaya çalıştım. Kendimi hiç olmadığım kadar halsiz ve yorgun hissediyorum. Üzerimdeki ince pikeyi ayaklarımla itekleyerek, yataktan bağımı kopardım. Hava bu gün daha da bulutluydu. Evimiz ormanda olduğu için etraf ağaçlarla kaplıydı. Küçüklüğümden gelen orman sevgisi beni buraya kadar taşımıştı. Ağaçları, çiçekleri severim. Onlar sanki bu dünyadaki en güzel canlılar. Güzel ve zararsız. Bizden farklı olarak. Odamın içine dalların arasından sızan güneş ışıklarını seviyordum. Odama giren herkes buranın ne kadar boğucu olduğunu, nasıl yaşadığımı sorup kendilerince 'yorum' yapıyorlar. Ve söyledikleri tek şey karanlığın onları boğuyor olduğu idi. Benim ise anlamadığım onların neden kendilerini gizlemek için üstün çaba sarf ediyor olmalarıydı? Korkarak başka boyutta yaşamaya, daha güzel günler görmek için en iyisini istiyordular fakat amacımızın her zaman bizi düzgün bir yere getirmeyeceğini anlamaları gerekiyordu.. En iyisi güzeldir, en kötüsü gibi. Bu kötülük ve iyilik kavramı o kadar kabarıktı ki aslında bunları konuşsak göreceğiz ki hiçbir taraf ne iyidir, ne kötüdür. Derler ya kime göre, neye göre? İşte bu da öyleydi. Her hangi bir şey insanların beyninin içinde bir yerlerde farklı mevki tutabilirdi. Dedim ya kime göre, neye göre? Odamın kendi isteğimle dizayn edilmesi kendimi daha rahat hissettiriyordu bana. Aksi halde belki de bu odada daha fazla kalamazdım zira bu hayatta kendime ait bir şeyin olmaması tek şeye sahip olan zevkimi benden de çalardı. Siyah, gri ve mavinin karışımı olan bu oda, hayatın gerçekliğini anlatıyor. Ne kadar siyahı sevsen, griyle yaşam bulsan da, maviyi terk edemezdin. Mavi benim özgür ruhumu andırıyor, sanki bir kuş kadar hafif oluşumu hatta uçabileceğimi bana fısıldıyordu, öyle ya kuşlar hep özgürler, hep başka diyara uçarlardı. Bir dilek istemsizce kalbimden kopmuştu. Siyah ise hiç kimsenin dokunmadığı ve dokunamayacağı ruhumun parçalarını idi. Böyle ruhumdan bir parçaymışçasına hep benimle birlikte, dans ediyor gülüyor ardından ağlıyordu. Öyle ya benim bir parçam o. Ne kadar diretsem de hep karanlığın arkasına saklanacaktı. Belki de iyi bir yerlerde onu koruyabilirdim. Belki. Dolabım siyahın ve grinin eşsiz ahenginden oluşuyor; hayranı olduğum ülkenin her karesi duvarda can buluyordu. Ben o ülkeye belki de hayatım boyunca hep gitmeyecektim fakat o hep duvarımın bir kısmında durup, benim oraları gördüğümü farz ettirecekti. Bu çok hoş değil mi? Dün gece okuduğum kitabı rafa koyarak, dolabımın önüne doğru yürümeye başladım. Ayaklarımın altından binlerce ton ağırlık vardı sanki, bunun üzerine elimdeki kitabın içindeki harfler eklenince işim pek kolay olmamıştı. Omuzlarımdaki yükten bahsetmiyorum bile. Okuduğum kitap aklıma gelince istemsizce kalbimin üzerine ağırlık oturdu nitekim o kadar duygu yüklüydü ki ben bile okuduğum da kalbimin parçalara ayrıldığını hissetmiştim. Kitapta sevgiden, sadakatten, umuttan ve eski anıların tazeliğinden bahsediyordu. Bir ablanın sevgisi ile bir ablanın ihaneti. Hepsi birbirine o kadar zıttı ki belki de başka biri okusa yarım bırakırdı, fakat bu zıtlık benim için bir bütünlük teşkil etmişti. Benim için diyorum, çünkü her zıtlık aslında yapbozun bir parçasıdır düşüncemde. Ve bu benim hayatımda, aklımda hep böyle kalacaktır. Zıt diye kavram yoktur, zıt aslında iki eşit fakat yönleri farklı olan karakterdir, ne kadar ayrılsalar bir yerde, daima sırt sırtadır. Ve bunun için zıt kutupların birbirini çektiğini söyleyebilirim. Hayatın ihtiyar kaidelerinden bahsedilen değerli kelimelerden oluşan bu kitaba aşık olmuştum, öyle ki okudukça her satırını hayıflanıyorum. Bitmesini, sonunun geleceğini düşünmek bile beni üzüyordu. Ve ben bunun için bir kitaba başlarken ilk önce onun sonunu okurdum. Merak ettiğimden değil de, daha çok nasıl sonlanacağını bilmek istediğimden okurdum. Bunlar farklı anlamlar taşıyor benim için. Yani eğer sonunun hüzünlü biteceğini görürsem ilgim daha çok artardı kitaba fakat mutlu biterse işte o zaman gözlerimin umutla parladığına yemin edebilirdim. Çünkü hikayelerin mutlu sonla bitmesi aslında gerçek hayata da şamil ediliyordu. İnsanoğlunun bir ömrü vardır; acısı ile, tatlısı ile bitirdiği bu ömürde elbet mutlu olmayı hak ediyordu. İşte bu gibi kavramlar vardı zavallı beynimin en ukte köşelerinde. Mutluluk kavrama bana imkansız geliyor olsa da, bu çok uzakta değildi. Belki elimi uzatırsam onu yakalaya bilirdim fakat işte sorunda bu kısımda idi, ne ben elimi uzatıyordum ne de o bana doğru geliyordu. Bütün bunlara rağmen sizlere gülümseyerek söyleyebilirim ki, imkansız diye bir şey yoktur. Neden mi? Çünkü bir şeyi gerçekten istiyorsak, içimizden geldiği gibi o isteğe çabalarsak onu elde edebiliriz. Kaderimizin bize oynadığı bu büyük oyunda kendi isteklerimizi, hayallerimizi, düşlerimizi sonuna kadar kullanmamız gerekiyor. Ne kadar acı olsa da, bu böyleydi. Bazı kavramlar hep bu dünyada kısır döngü yaratırdı. Kader ise o döngünün içinde hep dolanacak olan kavramdır. Dolabımın kapaklarını açarak, bu kasvetli güne uyum sağlamak için bir kaç parça bir şeyler seçmeye koyuldum. Bu gün Ali dayının yanına gideceğim için rahat bir şeyler giyinmek istiyordum. Uzun bel kot pantolonumu ve göbeği açık gri t-shirtimi alıp, banyoya geçtim. Sabah duşumu almam gerekiyordu çünkü ben anca öyle ayıla biliyordum. Duşumu aldıktan sonra dişlerimi fırçaladım. Bileğimdeki tokayla nemli saçlarımı yan tarafıma atıp, topladım. Akabinde üzerimi kuruladıktan sonra seçtiğim kıyafetleri giyinmeye başladım. En sonunda işimi bitirdiğimde belime kadar gelen kahverengi saçlarımı kurulayıp, tekrar yan tarafıma attım ve ellerimi kahverengi tutamların içine atıp onlara kendimce şekil vermeye çalıştım. En sonunda hazır olduğuma karar verip banyodan çıktığımda, yatağımın toplandığını, pencerelerin açıldığını, güneşin sızmak için yer arayan ışıkları odamda turuncu çizgiler yaratıyordu. Ev her zamanki gibi sessizliğe gömülü idi. Artık alışık olduğum bu sessizlik bana yabancı gelmiyordu. İlk zamanlarda delirdiğimi düşünürdüm. Evet, sessiz bir insanım; sevincimi ve kederimi içimde yaşardım fakat buna rağmen gülümsemeyi beceren, olduğum muhite ayak uydurmayı başara bilen bir kişiliğe sahiptim. Gülümsemek için bir sebep aramazdım zaten. Mutluydum. En azından tamdık. Ve bu tamlık beni sarıp sarmalarken, hayatta belkide hiç tasam yoktu. Dediğim gibi mutluydum. Ama şimdi kanadı kırık bir kuğudan farksızdım. Kuğuydum, neden kuş türü olup, uçmayı becere bilseler de, onlara imreniyordum. İstedikleri yere uçup, özgür olduklarını kılıyorlardı. Kuğular ise benim gibiler ne kadar uçsalar bile suya aitler. Sessizce kendi izlerini berrak sularda bırakır ve bir anda yok hafif uçuşlarla berraklığın üzerinden geçip giderlerdi. İşte ben de böyleydim. Hayatımda bir berrak suya sahiptim üzerinde uçsam da, o berraklığına aittim tıpkı bir Sessiz Kuğu gibi. Adımlarım benden izinsiz mutfağa doğru gitmeye başlamıştı. Artık alışmıştım. Her sabah benim için kurduğu sofraya, topladığı yatağıma, açtığı pencerelere... bunlara alışmıştım. Kendime doğru çektiğim sandalyenin döşemede bıraktığı o tiz sesi ile düşüncelerimden ayrıldım. Kendimi bildim bileli yumurtayı sevmezdim. Ama o her sabah bana pişirmekten vazgeçmezdi. Ağzıma attığım zeytin bile mideme fazla geliyordu nitekim ağzıma kadar dolu hissediyordum. İştahlı biri değildim ama aç olduğum zamanlarda ben bile kendimi tanıyamıyorum. Çayımdan bir yudum alıp, yerine koydum. Zaman akıp geçerken, kahvaltımı tamamlayıp, kirlileri bulaşık makinesine dizdim. Odamdan telefonumu ve kulaklığımı alıp, kapıyı dışarıdan kilitledim. Çarpan kapı ile düşüncelerimi evin içine hapsetmek istemiştim o an. Bir daha beni bulmamaları için en ucra köşeye saklanmak ve orada hayatımın sonunu beklemek istedim. İstiyordum çünkü bunu yapamıyordum. Yapmaya yoktu gücüm, takatim kalmamıştı. Ve ben bu takati aylar önce kaybetmiştim. Ormanın rütubetli havasını ciğerlerimi öyle çektim ki, sanki dakikalarca nefessiz kalmışım gibi. Boğuluyordum çoğu zaman. Bana yardımcı olmuyordu ciğerlerime çektiğim bu hava. Sanki soluduğum nefes günahkar olduğumu bu havayı hak etmediğimi söylüyordu. Olacaklar ilmek ilmek boynuma diziliyor, olanlarla kavuşuyordu. Bu hadiseleri çok uzaktan seyrediyordum. Sanki ruhumu kollarımın arasına almış, kenardan bir seyirciydim. Ve sonu beklemişçesine gözümü iri iri açmıştım. Fakat ne bir son gelip buluyordu beni, ne de bir başlangıç. Arada kalmış, bir kurtarıcı bekliyordum. Ve ben bu kurtarıcının gelmeyeceğini çok iyi biliyordum ne yazık ki. Kulağımda hafif dalgalanan ritimle gözlerimi sıkıca yumdum. Hava yavaşça karışınca içimdeki ürperti müziğin ahengiyle dans ediyordu. Ruhumun inine varan bu ritm bedenimi hafifçe sallandırıyordu. Notalarına vurgunu olduğum, her çalışında taptığım şarkı bana benliğimi veriyordu. Benliğimi yitirsem de, tek geçerli sebepti benim için müzik. Silikleşen ritimler, dokunduğu parmak uçlarındaki beyaz notalar piyanonun saflığını andırıyor. Siyah notalar ise, hayatın kabalığını, majör ve minörların rakipliyini çözmeye çalışan yabancı bir piyanisti ve onu dinleyen kalabalığı. İçimizde oturan o karanlık gölge kendini her zaman belli ediyor aslında. Kimi isterse çıkarır onu, kimisi de korkarak saklar. Kaçarız geçmişin oyunlarından, kaderimizin planlarından. Aslında parmaklarını ruhumuza geçireni bulamayız, çizdiği yerin kanamasını bekleriz, acısını hissetmek bizi daha da güçlü yapacağına inanırız. Ama gerçek olsan şey, o çizdiği zaman bizim gücümüzü yitirdiğimiz idi. Sustuğumuz zaman izin verdik. Ruhumuzda, sol tarafımızda oturmasına biz müsaade ettik. Bunu biz yaptık. İzin vererek, müsaade ederek, severek. Ve bilerek. Hiç bir zaman kaybetmek istemedim, kazanmakta. Ben sadece yapmak istedim. Kendim için ailem için bir şeyler yapmak istedim. Yapamadığımız zaman kaybetmeyiz aslında. Yapamadığımız zaman denemiş oluruz sadece. Denedik ve yapamadık. Ve ben de denedim ama yapamadım. Böyle söylemek aslında benim vicdanımı rahatlamak yerine daha da sızlatıyordu, kanatıyordu. Bir şeyler için çabalayan ruhum, tepe taklak olmuştu. Gözlerim hüzünle sızladı, sanki acımı hissedermişçesine kalbimden bir kaç hatıra kopup kalbimin üzerine dökülmüştü. Döküldü yer ise cayır cayır yanıyordu. O an anlamıştım aslında, umutlarımızın inançlarımız arasında sıkışıp kaldığını. Tırnak uçlarımızda tutunmaya çalışır, bırakmak istemeyiz. Unutulan, yitirilen her zaman bir şeylerimiz oluyor. Ve biz kaybettikçe büyürüz, istenmedikçe anlarız. Biz..acımasız hayatın içinde amaçlı olmak isteriz. Ve bu istek katran karası gibi koyuydu. Şarkının bitmesi ile duraksadım. Bakışlarımı kaldırarak ait olduğum yere baktım. Önümde geçmişin kırıntılarını toplamaya çalışıyordum o an. Toplamadan devrilen anılar o kadar çoktu ki her toplayışımda parmak uçlarımı incitiyordu. Kesikler ellerime birer çizgi salarak, lekeliyor, ardından açılan yaranın ağzından fışkıran kırmızlığa bakıp sırıtıyordu. Ruhumdaki delikleri kapatmaya yetmeyen lekeler beni uçurumdan aşağı itekliyor, belki de yaptığım yanlışın üzerimde yara almasına müsaade ediyordu. Ne de olsa çok çekmiş ve hiç uslanmamıştım. Zor da olsa ben tutunmak istedikçe bir az daha tekme atıyorlardı. Toplu lanetin altında kalan bedenimin her çırpınışı aslında beni daha çok boğuyordu. Tırnaklarımı taşlara geçirip durdurmaya çalışsam da düştüğüm kuyu, beni en derine çekiyor ardından her çırpınışımda bütün bedenimi ele geçiriyordu. En derine. Sonsuz derine... Ve bu sonsuzluğun içinde parçalana kadar bedenimi ruhumdan söküyordu. ***

editor-pick
Dreame-Editor's pick

bc

Yıldızlar Sönerken | Türkçe

read
3.3K
bc

Leyal -Unutulan Eş (Türkçe)

read
18.8K
bc

MÜHÜR

read
118.6K
bc

İnci Tanesi

read
59.1K
bc

41 Günlük AŞK Güncellemesi

read
52.0K
bc

MAVİŞ (1. VE 2. SERİ)

read
2.8K
bc

Gözyaşı Gecesi Garip Bir Töre Hikayesi

read
136.1K

Scan code to download app

download_iosApp Store
google icon
Google Play
Facebook