1.bölüm
Günlerden pazardı ve ben, yarın yeni görevime, yeni hayatıma adım atacak olmanın ağırlığıyla kafamın içini susturmaya çalışıyordum. Her şey çok hızlı gelişmişti son zamanlarda. Bir haftadır kutularla boğuşmuş, her köşede eksik kalan bir şey yüzünden defalarca aynı yolları yürümüştüm. Eşyalarım yerli yerindeydi belki ama içimdeki dağınıklık daha fazlaydı.
Koltuğa oturdum, ellerimi dizlerimin üzerine koydum ve başımı hafifçe geriye yasladım. Gözlerim tavana dikildi. Her taşınma bir nevi geçmişle vedalaşma gibiydi benim için. Bu şehirde yeni bir sayfa açacaktım ama eski sayfaların kenarında kalan gözyaşları, çizikler, notlar hâlâ aklımdaydı.
“Neyse,” dedim kendi kendime. “Bu kadar düşünmek yorulmaktan başka bir işe yaramıyor.” İçimden bir ses, hayatımın bu kadar karmaşıklaşmasında yalnızca görevlerin değil, geçmişin de payı olduğunu hatırlatıyordu. Ama artık zamanıydı… zihnimi toparlamalıydım. “En iyisi kendime bir kahve ısmarlamak,” diye mırıldandım ve yavaşça yerimden kalktım.
Yatak odamın kapısını araladım. Hafif loş bir ışık sızıyordu perdelerin arasından. Odanın içi hâlâ biraz dağınıktı ama yerleşmeye başlamıştım. Dolabımın karşısına geçip aynada kendime şöyle bir baktım. Işık, saçlarımın arasından süzülüp yüzümde yorgun ama kararlı bir ifade oluşturmuştu. Aynadaki yansımama gülümsedim.
“Vay be serin, güzel kızsın ha!” dedim kendime göz kırparak. O an içimdeki küçük kıza, hayatta kalmış hâlime bir aferin vermek ister gibiydim.
Dolabımı açtım. Ne giyeceğime karar vermek her zamanki gibi uzun sürdü. Bugün biraz daha kendimi iyi hissetmeye ihtiyacım vardı. Spor ama şık bir görünüm istiyordum. Kot tonlarında bir pantolon seçtim, hafif dökümlü siyah bir badim ve üzerine klasik kesimli blazer ceketim. Ayakkabı olarak, kutusundan yeni çıkardığım siyah stilettoları giydim. Ayağımda parıldayan topuklar, bu şehirde ayakta kalmam gerektiğini bana fısıldıyor gibiydi.
Gold saatimi bileğime taktım, zarif ama iddialı takılarımı tamamladım. Aynanın karşısında saçlarımı düzleştirdim, perçemlerime hafifçe fön çektim. Göz makyajımı yumuşak tonlarda tutarak ela gözlerimi daha belirgin hâle getirdim, dudaklarıma sadece nemli bir dokunuş ekledim.
Komodinin çekmecesini hafifçe açtım. İçinde yıllardır bana eşlik eden silahım vardı. Parlaklığı hâlâ yerindeydi, çünkü her fırsatta bakımını yapardım. Onu belime taktım. Çantamı alırken ikinci silahımı da dikkatlice yerleştirdim. Bir görevde değildim, ama hayat ne zaman değişeceğini asla haber vermezdi.
Kapıya yöneldim. Tam çıkacakken burnuma hiçbir koku gelmediğini fark ettim. Parfüm! Geri döndüm, vestiyerin üstündeki küçük parfüm şişesini aldım ve boynuma, bileklerime birkaç fıs sıktım. Vanilyalı koku sardı etrafımı. Kendime olan inancımı bile kokuya sararak taşıyordum artık.Vanilya kokusu tenime , adeta ruhuma işlediğini hissettim.
Anahtarlarımı aldım, dış kapıyı kapattım. Merdivenleri hafif topuk tıkırtıları eşliğinde indim. Aracım, apartmanın önünde beni bekliyordu. Motoru çalıştırdım, şehir sessizdi. Güneş, yavaş yavaş batıyordu ve gökyüzünde yumuşak turuncu, pembe tonlar dans ediyordu.
Biraz dolandım, kafamı boşaltmak istedim. Taze asfalt kokusu, yol boyunca dizilmiş ağaçların yapraklarının rüzgârla çıkardığı hışırtı, rüzgarın huzur veren sesi tüm gerginliğimi alıyor gibiydi. Ama bir anda siren sesiyle irkildim. Yolun kenarında polis çevirmesi vardı. Arabamı kenara çektim.
Polis memuru yaklaşırken yüzüne baktım. Gençti, ciddiydi. Pencereyi indirdim.
“Hanımefendi, ehliyet ve ruhsat,” dedi kararlı bir ses tonuyla.
Elimi çantama attım, ehliyet ve ruhsatı uzattım. Memurun kaşları hafif çatıldı.
“Serin Soykan... Hmm, sizi biraz bekleteceğiz,” dedi ve uzaklaştı.
Camdan dışarı bakarken derin bir nefes aldım. Bu tür durumlara alışkındım. Her zaman biraz zaman alırdı. . Telefonuma gömüldüm. Bildirimlere göz gezdirirken zaman geçti. Ardından başka bir memur yaklaştı. Daha yaşlı ve biraz mahcuptu.
“Kusura bakmayın Serin Hanım. Sizi tanımamıştık, özür dileriz,” dedi içten bir tavırla uzattı.
Yüzümde hafif bir tebessümle, “Hiç önemli değil memur bey. Size iyi devriyeler,” dedim.
Yola devam ettim. Bir süre sonra yolum, yeni açılmış olduğu belli olan bir kafeye düştü. Balonlarla süslü ve patlatılmış konfetiler, henüz taze bir açılışı işaret ediyordu. Merakla aracımı park ettim, içeri girdim.
Kafenin giriş kapısını araladığımda, içeride tatlı bir uğultu hâkimdi. Renkli ampuller tavandan sarkıyor, duvarlarda pastel tonlarda çizimler göze çarpıyordu. Sıcak kahve, taze kurabiye ve vanilya kokusu havaya karışmış, içeridekileri huzurla sarmalamıştı. Adımlarımı yavaşça attım, mekân kalabalıktı. Her yaştan insan vardı: Gençler kahkahalarla gülüşüyor, yaşlı bir çift karşılıklı oturmuş ellerini tutuyor, orta yaşlı kadınlar ellerinde telefonla çocuklarının fotoğraflarını gösteriyordu.
Gözlerim kalabalığın içinde gezinirken, gözüme ortaokul çağında birkaç çocuğun bir masada toplanmış hâli takıldı. Hepsi kahkahalarla bir şeyler konuşuyordu. Masanın en ucunda, biraz içine kapanmış gibi görünen bir kız çocuğu oturuyordu. Saçları dağınık, gözleri ise hafif doluydu. Kalbim hafifçe burkuldu. Sanki o an zaman durdu, geçmişten bir görüntü gelip önümde belirdi. Bir anlığına kendimi o kızın yerinde gördüm. Aynı yaşlarda, aynı yalnızlıkla...
Tezgâha yöneldim. Genç bir barista, kibar bir gülümsemeyle: “Hoş geldiniz. Ne alırsınız?” diye sordu.
“ice amerikano istiyorum şekerli ve buz'u fazla olsun ,” dedim kısa ve net bir tonla. Görevde olmasam bile disiplin hayatıma sinmişti.
Siparişimi beklerken lavabonun yerini sordum. Gösterilen yöne doğru ilerledim. Kafenin içi kadar lavaboya giden koridor da özenle dekore edilmişti. Duvarda "Bugün, gülümsemenin en güzel günüdür" yazıyordu. İçimden “Bakalım bugün kimin için güzel olacak?” diye geçirdim.
Kapının koluna uzanmıştım ki arkamdan hafif bir ayak sesi duydum. Döndüğümde, az önce masada gördüğüm o kız çocuğu olduğunu fark ettim. Saçları daha da karışmıştı, dudakları hafif titriyordu. Gözlerinde hem korku hem mahcubiyet vardı. Aynaya doğru ilerledi. Ben bir adım geri çekilip onu izlemeye başladım.
Küçük bir an... Ama bende yıllar kadar ağır bir anlamı vardı.
Bir zamanlar ben de böyleydim. Ne zaman aynaya baksam, tanımaya çalıştığım bir yüzle karşılaşırdım. Gözyaşlarımı içime akıtır, güçlü görünmek için dişimi sıkardım. Şimdi ise karşımdaki kız, benden bir zamanlar çalınmış masumiyeti taşıyordu. Göz göze geldik. O da fark etti beni. Gözlerini kaçırmadı. Belki ilk kez biri ona gerçekten bakmıştı.
Gülümsedim. O da hafif bir tebessümle karşılık verdi. İçinde binlerce duygu vardı ama kelimelere dökmeye çalışmıyordu.
Yüzüne düşen saçlarını usulca elimle kenara ittirdim. Parmaklarımın ucunda onun ürkekliği vardı.
“Neden gözlerin dolu dolu bakalım?” diye yumuşak bir ses tonuyla sordum.
“Hiç...” dedi, kelimenin ucunu uzun uzadıya çekerek. O “hiç” öyle çok şey anlatıyordu ki...
“Dökül bakalım. Ablalara yalan söylenmez,” dedim. Sesim annemden kalan bir şefkat tonuyla karışıktı. Eskiden biri bana böyle dese, belki daha erken toparlanırdım diye düşündüm.
Kız başını eğdi. Parmaklarını birbirine geçirerek utangaçça oynadı.
“Arkadaşlarım bana erkek Fatma diyor... Dalga geçiyorlar. Üzüldüm sadece... Ama yalan söylemek istemedim. Affettin mi?”
Gözlerinin içine baktım. Sözleri küçücük ama etkisi büyüktü. Onu affetmek ne kelime… Tüm kalbimle sarılmak istedim.
Gülümsedim. “Affettim. Gel bakalım,” dedim ve elimi uzattım.
İlk başta çekindi. Sonra minik adımlarla bana yaklaştı. Elini uzatıp parmaklarını parmaklarımın arasına yerleştirdi. Sıcaklığı içime işledi. O an küçük bir kızın kalbine dokunmanın, bir insanı değiştirmenin ilk anıydı.
“Ben Serin. Senin adın ne?” diye sordum.
“Benim adım İkra. Memnun oldum Serin Abla. İsmin çok güzelmiş!” dedi, gözlerinde parlayan bir hayranlıkla.
“Bence de,” dedim ve gülümsedim. Ardından neşeyle: “Saçlarını yapmamı ister misin?”
“Bilmem ki... Olur mu?” diye fısıldadı.
“Olur tabii! Ne istersin?”
“İki kulak yapıp örer misin?” dedi, çekingenlikle ama belli ki çok da heyecanla.
Çantamdan mini tarağımı çıkardım. Onun minik omuzlarına hafifçe dokunarak saçlarını iki yandan ayırdım. Tararken içinden geçirdiği düşünceleri hissediyor gibiydim. Parmaklarım sabırla saçlarının arasında dolaştı. İki sıkı örgü yaptım. Ellerimi saçlarının ucunda bağlarken o aynada kendine bakıyordu.
Yanaklarına hafifçe nemlendirici sürdüm. Yüzü yumuşadı. Ellerine aynı nemlendiriciden biraz daha verdim. Dudaklarına ise balm uyguladım. Kuru ve çatlamış dudakları, yavaşça yumuşadı. Sonra balmı eline verdim.
“Bu senin. Dudakların kurudukça sürersin. Anlaştık mı?” dedim.
Küçük bir sevinç çığlığı attı neredeyse, ama kendini tuttu. Kafasını heyecanla salladı. “Teşekkürler!”
Lavabodan çıkmak üzereydim, ama o hâlâ aynaya bakmak istiyordu. Kendini tanımaya çalışıyor gibiydi.
“Ben biraz daha kalacağım,” dedi usulca.
“Tamam ufaklık,” dedim ve kapıdan çıktım.
kahvem hazırdı. Masama geçip oturdum. Dışarıda hava iyice serinlemeye başlamıştı. Sokaktan geçen arabaların farları, kafenin camlarına yansıyor, içeriye sürekli hareketli bir ışık bırakıyordu. Kalabalık yavaş yavaş artıyordu. Herkesin hayatında küçük, ama değerli uğraşlar vardı. Benimkinde ise birazdan patlak verecek bir savaş...
Bir anlık refleksle gözlerim bir noktada takılı kaldı. Kalabalığın içinde bir masa... ve orada oturan biri... Görünüşü sıradan gibi olsa da sezgilerim alarm veriyordu. Duruşu, bakışları, çevresine karşı takındığı maskeli tavır... Hemen harekete geçtim. Masadan yavaşça uzaklaşıp telefonumu çıkardım.
Önce en yakın polis merkezini, ardından doğrudan bağlı olduğum albayı aradım. Sesim soğukkanlı ama gergindi. Konum verdim, durumu aktardım. Sonra tekrar masama döndüm. Artık gözlem yapıyor, vaktin daraldığını hissediyordum.
Adam bir terör örgütünün sağ koluydu. Hakkında onlarca istihbarat raporu okumuştum. Ama şu an... masanın altında çocuklara silah doğrultmuştu. Kıyamet an meselesiydi.
Ve o an... İkra belirdi. Adam yerinden fırladı ve onu rehin aldı.
Adam bir anda yerinden fırladı. Göğsünü hafifçe öne eğerek İkra’yı yakaladı. Küçük bedenin üzerine eğilen iri cüssesi, gören herkesin nefesini kesmişti. Kızın çığlığı kafenin dört bir yanına yankılandı. O an, zaman yavaşladı sanki. Gözlerim irileşti. Kalbim, göğüs kafesimi parçalayacak gibi atıyordu.
İkra’nın çığlıkları kafede yankılandı. oturanlar ilk başta ne olduğunu anlamadı. Sonra biri bağırdı, biri ayağa kalktı. Ardından herkes bir anda panik hâlinde kaçışmaya başladı. Sandalyeler devrildi, masalar itildi, tabaklar kırıldı. Çocuklar ağlıyor, kadınlar bağırıyor, yaşlılar ne yapacaklarını bilemez hâlde etrafa bakıyordu. Etraf mahşer yeri gibiydi. Kaos… tam da bildiğim hâliyle.
Ben de kalabalığa karıştım. Çantamı yan masaya doğru fırlatıp görünmeyecek bir yere bıraktım. Gözüm bir an bile adamın üstünden ayrılmadı. Çantanın içinden ikinci silahımı çıkardım. Sessiz ve çevik adımlarla yaklaşmaya başladım.
Adam hâlâ İkra’nın boğazına kolunu dolamıştı. Gözleriyle etrafı tarıyor, köşelerde bir tehdit arıyordu. Tehdit ise gözlerinin önünde, ayağında stilettolarla ilerliyordu.
Bir adım daha attım. Silahı onun boynuna, ensesine doğru dayadım. Damarlarının attığını hissediyordum.
“Bırak çocuğu,” dedim. Sesimdeki soğukluk, içimdeki fırtınayı bastırıyordu.
Adam hafifçe başını çevirdi. Göz göze geldik. İçinde hem delilik hem cesaret vardı. Ama o da fark etti. Ben sıradan biri değildim.
İkra, o anda onun elini ısırdı. Haykırarak bağırdı adam, ama acısı çok uzun sürmedi. Onu hızlıca kendimden uzaklaştırdım, küçük kızı arkamda güvene aldım.
“Çıkın dışarı, hadi!” dedim. Sesim sertti. Çocuklar kapıya doğru koştu. Ama birkaç tanesi hâlâ şoktaydı.
“ çıkın dedim!” diye bağırdım. Bu kez sesim tokat gibi çarptı yüzlerine. Ardından hepsi koşar adımlarla kapıdan çıktı.
Adam şimdi benimle yüz yüze gelmişti. Yüzünde gülümseme değil, bir kararlılık vardı. Silahını doğrulttu. O an birkaç saniyelik sessizlik çöktü aramıza. Zaman bile nefesini tutmuştu.
“Buradan ikimiz de sağ çıkmayacağız,” dedi ve ceketinin fermuarını indirdi. İçimdeki her şey dondu. Bomba düzeneği…
Göğsünde kablolar, düğmeler ve dijital bir ekran vardı. Geri sayım başlamıştı. Ekran: 30… 29… 28…
Bir anlık sessizlik… Ardından zihnimde şehadet yankılandı.
İçimden “Kelime-i Şehadet” getirdim. Dudaklarım kıpırdamadan dua eder gibiydi. Her şeyi kabul etmiştim.
“Benim için sorun yok,” dedim. Sesim hâlâ sakindi. “Yeter ki vatan sağ olsun.”
Göz göze geldik. O da bir an durdu. Belki bu kadar cesaret beklememişti. Belki bir an korktu. Ama ardından bir hareketlenme oldu.
Tam o anda… beklenmedik biri geri döndü.
İkra…
Kapıdan tekrar içeri girmişti. Küçük bir çocuk... ama yüreği kocamandı. Gözü kara, vicdanı diri.
Adam bir an ona döndü. “Sen hâlâ buradamısın ?!” diye bağırırken niyeti açıktı: Onu vuracaktı.
Ama ben… topuklumu hızla kaldırıp tüm gücümle özel bölgesine geçirdim. Bir çığlıkla yere çöktü. Silahı düşürdü. Bunu fırsat bilerek kabzanın tersiyle ensesine vurdum. Hızlıca yere yığıldı.
Her şey... sadece 15 saniyede olmuştu.
İkra elimi tuttu. Titreyen parmakları, sıcacık avuçlarımın içinde saklandı. Birlikte kapıya doğru ilerlerken o tökezledi. Dizlerinin üzerine düştü. Onu kollarımdan tuttum, tekrar ayağa kaldırmaya fırsatım olmadı.
“İkra, kulaklarını kapa,” dedim. Yüzüme korkuyla baktı ama sözümü dinledi. Elleriyle kulaklarını kapadı. Ardından ben, ellerimle onun ellerini sardım. Gövdemi onun üzerine siper ettim. Küçük bedeni kollarımın arasında saklanırken ben gözlerimi kapattım.
Ve...
BOOM!
Patlama… Her şey sarsıldı. Alev, sıcaklık, duman… Tüm dünya beyaza büründü bir anlığına, ardından simsiyah karanlık bastı. Kulaklarımda uğultu, gözlerimde yanma… Vücudum yanıyordu. Derimde, giysilerimde, saçlarımda yanıkların kokusu vardı. Ama onun için oradaydım. O hayattaydı.
Ceketimi ilikledim, yanan kumaş tenime yapışsa da önemsemedim. İkra hâlâ yaşıyordu. Askerler gelmişti, etrafı kontrol altına alıyorlardı. Bedenimi sağa kaydırıp
Ellerimle kızın omuzlarını tuttum.
“Asker abiyle git, tamam mı küçük kız?” dedim. Sesim çatallaşmıştı. Nefesim kısaydı.
“Tamam, Serin Abla,” dedi ve uzaklaştı.
Ardından dizlerimin bağı çözüldü. Vücudum artık taşıyamıyordu beni. Dizlerimin üzerine düştüm. Sonra biri beni kaldırdı. Sırtımda güçlü bir çift kol vardı. Nefes alışı yakındı. Gözlerimi hafifçe araladım.
Bir Türk yüzbaşısıydı. Kumral tenli, badem gözlü, keskin çizgili, güçlü bir çehresi vardı. Omuzları geniş, gözleri yorgundu ama hâlâ umut doluydu.
“Sence şehit olur muyum, Yüzbaşım?” diye sordum, gözlerimi kısmadan.
“Ufak sıyrıklarla şehit olunmaz,” dedi, sesi sert ama içinde bir hüzün vardı.
“Peki... Şehit olacaklar üşür mü?”
Bir an durdu. Cevap vermekte zorlandı. Sonra, “Genelde evet. Kan kaybı olur,” dedi.
“Ben neden yanıyorum o zaman, Yüzbaşım?” dedim. Gülümsedim. Gözlerim yaşarmıştı. Ama acıdan değil. Hissettiklerimden.
Yavaşça ceketimin düğmesini açtım. İ Kaburgamdan aşağıya doğru uzanan derin olduğu belli olan kesik... öylece duruyordu.
“Sence bu yarayla şehit olur muyum?” dedim ve beklemeden dudaklarımı onun dudaklarına bastırdım.
Yüzbaşı gözlerini irice açtı. Dudaklarımız birbirine değerken nefesini tuttu. Geri çekildim.
“Görev başındaki bir askeri nasıl öpüyorsun?” dedi. Sesi birden sertleşti.
Yeniden öptüm.
“İşte böyle...” dedim. Ardından hafifçe gülümsedim.
“Ayrıca... Şehit olacağım ya. Hiç kimseyi öpmeden gitmek istemedim.”
Yüzbaşı sinirle bir şeyler mırıldanıyordu ama ben artık bilincimi kaybetmek üzereydim. Gözlerim kapanıyor, kulaklarım uğulduyordu.
Bir sedyeye yatırıldım. Yanımda hâlâ o vardı.
Dilimden dökülen kelimeler artık kontrolümde değildi. Sayıklıyordum. Bir çocuk gibi, bir şehit gibi, bir yaralı gibi…
“Bir sus kızım... Bir sus...” dedi yüzbaşı. Sonra...
Her şey karardı.