ANNE

2432 Words
“Kimi zaman bir tek kelime, yıllardır susturduğun vicdanı uyandırmaya yeter.” SILA Soğuk, karanlık ve rutubet kokan bir depodayım. Korku ve çaresizlik iliklerime kadar işliyor. Ellerim titriyor, dizlerim uyuşmuş… Bütün bunları hak edecek ne yaptım, nasıl bir günah işledim bilmiyorum. Tek istediğim bu kabusun bir an önce bitmesi, nefes aldığım bu karanlığın son bulması. Her yankılanan ayak sesi, her tavandan düşen su damlası içimde yeni bir korku uyandırıyor. Zaman durmuş gibi… sadece ben, korkularım ve soğuk duvarlar. Buz gibi zeminde dizlerimi karnıma çekip kollarımı sımsıkı sardım. Ne kadar sürecek bu? Ne kadar daha burada tutacak beni? Belki de tek çözüm, burada donarak ya da açlıktan ölmek… Belki o zaman bu acı diner. Belki o zaman bu imtihan biter. Annem öldüğünden beri hep yalnızdım. Mutlu olduğumda, üzüldüğümde, korktuğumda… Şimdi, ölümü beklerken bile yalnızım. Keşke… keşke o hayatta olsaydı. O zaman belki bu halde olmazdım. Belki de bütün bu yükü tek başıma taşımak zorunda kalmazdım. Keşke… Keşke ben de o gün onunla ölseydim. __ Ne kadar süredir burada ağlıyorum bilmiyorum… Zaman sanki bu karanlığın içinde erimiş, saatler mi geçti yoksa günler mi, ayırt edemiyorum. Artık başımdaki ağrı ve kemiklerimdeki sızı dayanılmaz olmuştu. Acıdan bütün vücudum uyuşmuş durumda; parmaklarım bile bana ait değilmiş gibi hissediyorum. Acıdan mı yoksa uzun süredir ağladığım için biriken yorgunluktan mı bilmiyorum ama gözlerim yavaş yavaş kapanmaya başladı. Karanlık depoda gözlerimi kapatarak kendimi daha derin bir karanlığa hapsettim. Bir yandan da içimde küçük bir ses “dayan” diye fısıldıyor ama bedenim o sesi duymuyor, çoktan pes etmeye hazırlanıyor. Bayılmadan önce hatırladığım son şey; acıdan ölmek üzere olduğum hissiydi… Sanki ruhumun son kıvılcımları da bu soğukla birlikte sönüp gidiyordu. --- POYRAZ Sıla’yı depoya kilitledikten sonra içimdeki öfke hâlâ dinmemişti. Adımlarım sert, nefesim düzensizdi. Salona geçtiğimde boğazımda bir yanma hissettim; sinirle bir şarap istedim. Kadehi doldurur doldurmaz tek hamlede diktim, boğazımdan geçen ateşin içimdeki öfkeyi söndüreceğini sandım. Yanılmışım. Geniş camın önünde durup dışarıyı izlemeye başladım. Yağmur, geceyi daha da karartıyordu. Damlaların cama vuruşu içimdeki sessiz öfkeye ritim tutuyordu. Tam o sırada, salondaki hafif bir hareket dikkatimden kaçmadı. Arkamı döndüğümde, Nuran Hanım masayı hazırlıyordu. “Yemek yemeyeceğim. Masayı topla,” dedim, sesimdeki keskinlik fark edilmeyecek gibi değildi. “Peki efendim... ama misafiriniz için özel olarak yemek istemiştiniz,” dedi çekingen bir sesle. Sıla’nın hastalığı geldi aklıma. Doktorun sesi yankılandı zihnimde: ‘İyi beslenmezse toparlaması zor olur.’ Bir anlık duraksamanın ardından dudaklarımın kenarı alaycı bir gülümsemeye büründü. Derin bir nefes aldım ama sanki odadaki oksijen yetmiyordu bana. “...O da yemeyecek,” dedim sert bir tonla. “Şimdi ne diyorsam onu yap.” “Peki efendim,” deyip başını öne eğdi, sessizce masayı toplamaya başladı. Ben ise nefes alamaz hale gelmiştim. Boğazıma oturan bir şey vardı — öfke mi, suçluluk mu, bilmiyorum. Daha fazla dayanamadım. Kapıyı sertçe açıp dışarı çıktım. Soğuk hava yüzüme çarptığında anladım; içimdeki fırtına dinmemişti, sadece yön değiştirmişti. Bahçeden çıkıp ormana doğru yöneldim. Belki biraz yürüyüş yapmak iyi gelirdi… Toprağın kokusu, rüzgârın uğultusu bile şu an içimdeki karmaşayı susturamıyordu. Arkamdan Akif ve Serdar’ın geldiğini fark edince durup onlara dönerek, “Burada kalın. Yalnız kalacağım.” dedim. Sadece başlarını eğip geride durdular. Ormanın içine doğru yürüdükçe, Sıla’nın yüzü zihnimin her köşesine kazınıyordu. Onu düşünmemem gerekiyordu ama aklımı susturamıyordum. Ona gayet cazip bir teklifte bulunmuştum, ama o… yine damarlarıma basmayı başarmıştı. Evet, ben haklıydım. O hata yaptı ve şu an cezasını çekiyor. Ama ya… ya gerçekten masumsa? Ya söylediklerimi yanlış anlayıp, kendini korumaya çalıştıysa? Bu düşünce, içimdeki öfkeyi bir anda bastırdı. Bir yanım yaptıklarımdan pişmanlık duyar gibi oldu, diğer yanım hemen savunmaya geçti — “Hayır,” dedim kendi kendime. “Ben yanlış yapmadım. O beni buna zorladı.” Fakat bu iç hesaplaşmadan kurtulmanın tek bir yolu vardı: gerçeği öğrenmek. Sıla’nın geçmişini, kim olduğunu, neden İstanbul’a geldiğini, her şeyini öğrenmeliydim. Yalnızca o zaman içimdeki bu lanet sesler susacaktı. Eve döner dönmez hızla çalışma odama çıktım. Kapıyı kapatır kapatmaz derin bir nefes aldım, sonra telefonumu elime alıp tek bir isim fısıldadım: “Ali. Hemen gel.” Odanın içinde ileri geri gidip geliyordum, Sıla’nın yanına gitmemek için kendimi zor tutuyordum. En sonunda kapım tıklatıldı, Ali’nin geldiğini anlayıp, “Gel.” dedim. Ali kapıyı açıp içeri girdi. Ben odanın ortasında ayakta durduğum için o kapıyı kapatıp hemen arkamda durdu ve, “Beni çağırmışsın abi?” dedi. “Gel Ali, sana vereceğim önemli bir iş var.” diyip odadaki deri koltukları işaret ettim. Ben oturduğumda o da karşımdaki koltuğa çömeldi. Derin bir nefes alıp saçlarımı karıştırdıktan sonra anlatmaya başladım. “Araştırmanı istediğim birisi var ama gizli olacak. Sana hakkındaki gerekli bilgileri vereceğim; sen de yaşadığı şehre gidip ailesini, çevresini ve şu anda neden İstanbul’da olduğunu en ince detayına kadar öğreneceksin.” “Sen emret, ben yaparım abi, yeter ki iste. Sen bana bilgileri ver, ben şimdi gideyim.” diye cevap verdi Ali, gözlerinde hem kararlılık hem de sadakat vardı. Ali’yi çok severdim. Onu yanıma aldığım zaman babası çok hastaydı ve büyük maddi sıkıntıları vardı. İlk başta benim gibi bir adama bulaşmak istemese de ne yapıp edip sonunda onu da ekibime katmıştım. Genel olarak yanımda çalıştırdığım adamların çoğunu bu şekilde seçmiştim: vefa borcu adı altında sadakatlerini kazanırdım. Karşılığını da en iyi şekilde verirdim. “Tama… Ali, sana güveniyorum. En kısa zamanda halledip geri dön.” diyerek onu uğurladım. Sıla’ya karşı kullanabileceğim bir kozum olmalıydı; böylelikle bana ‘hayır’ diyemeyecekti. --- Saat gece yarısına gelmek üzereydi ve hâlâ Sıla’nın yanına gitmemiştim. Yanına gitmemek için kendimi içkiye vermiştim; kaçıncı şişeyi bitirdiğimi hatırlamıyorum. Ama artık duramayacağımı anladığımda elimdeki şişeyi öfkeyle duvara fırlatıp ayağa kalktım. Sarhoş adımlarla odadan çıkıp merdivenlerden aşağıya indim. Gizli koridora geldiğimde bir süre duvara yaslanıp boş ve karanlık tünele baktım. İki elimle yüzümü sıvazlayıp biraz olsun kendime gelmeye çalıştım, sonra ağır adımlarla yürümeye başladım. Sonunda Sıla’nın olduğu odanın kapısına geldim. Avuç içimi kapının üzerine koyup alnımı yasladım, diğer elimle kapı kolunu yavaşça aşağı indirdim ama... açılmadı. Tabii, kilitlemiştim. Kafamı geriye atıp derin bir “ahh” çektim. Anahtar yanımda değildi; kafam da güzel olunca nereye koyduğumu hatırlayamıyordum. Arkamı dönüp sırtımı kapıya yasladım ve yavaşça yere çöktüm. Elimin tersiyle kapıya birkaç kez tıklatıp sessizce seslendim: “Sıla... orada mısın?” Cevap gelmedi. “Seni buraya kilitledim diye bana sinirli misin? Haklısın... ama sen de inat edip benim damarıma basmaya devam etmeyecektin.” Bir süre daha kendi kendime konuştum, sonra başım kapıya yaslanık halde, gözlerim ağırlaştı. Ve sonunda... oracıkta sızıp kaldım. YAZARDAN Kapının ardında sessizlik hüküm sürüyordu. Oysa Sıla orada... soğuk zeminde, bilincini kaybetmiş bir şekilde yatıyordu. Poyraz ise bunu bilmeden, vicdanının ağırlığıyla baş başa, kapının önünde yavaşça gözlerini kapattı. İki yorgun nefes… aynı karanlıkta, birbirinden habersiz. --- Sıla içeride, acının ve bitkinliğin ağırlığıyla baygın bir halde yatarken, Poyraz dışarıda öfkesine ve hırsına yenilmiş olmanın verdiği çaresizlikle sarhoş bir şekilde sızmıştı. O an, Sıla’nın hayatında unutulmayacak bir travmaya dönüşürken; Poyraz içinse pişmanlığın ve vicdan azabının başlangıcı olacaktı. Sabahın ilk ışıkları odanın loş karanlığını delip geçerken, başındaki keskin ağrıyla uyanan Poyraz, bir süre nerede olduğunu anlamaya çalıştı. Gözleri yavaş yavaş netleştiğinde, sırtını dayadığı o soğuk kapıyı gördü. Bir anda dün gece yaşanan her şey — Sıla’nın çığlıkları, öfkesi, kendi sinir patlaması — zihninde film şeridi gibi canlandı. Kalbinde yükselen o ağır suçluluk duygusuyla birlikte, eli istemsizce kapıya uzandı. Sıla içerideydi… Belki bilincini yitirmişti, belki de çoktan pes etmişti. Poyraz, yumruğunu kapıya indirirken kendi sesiyle irkildi. Evet… Sıla’yı tanımıyordu, onun geçmişini, korkularını, neden bu hale geldiğini bilmiyordu. Ama bildiği bir şey vardı — hangi suç olursa olsun, hiçbir kadın bunu hak etmezdi. Poyraz panikle kapının önünde eğilmiş, kulaklarını kapıya dayamıştı. Kalbi, göğsünün içinde delicesine çarpıyor; içeriden tek bir nefes sesi duyabilmek için neredeyse kendini paralıyordu. “Sıla! Sesimi duyuyor musun? Uyuyor musun? Ses ver bana!” diye bağırdı, sesi yankı misali karanlık koridorda çınladı. Cevap gelmedi. Yalnızca kendi nefesinin hırıltısı ve soğuk duvarların yankısı. Öfke ve korku birbirine karışmıştı içinde. Yumruklarını kapıya vurarak çaresizce denedi önce. Ardından öfkesini bastıramayıp birkaç adım geriledi. “siktiğimin kapısı ne zamandır bu kadar sağlam…” diye hırladı dişlerinin arasından ve sert bir tekme savurdu. Kapı sadece inledi. İkinci tekmede ise öfkesinin gücüyle menteşeler yerinden oynadı, tahta gıcırdayarak kırıldı. Kapı büyük bir gürültüyle duvara çarparak açıldığında Poyraz nefesini tuttu. Gözleri o anda gördüğü manzaraya kilitlendi—karanlık, soğuk odanın ortasında, hareketsiz yatan Sıla… POYRAZ Kapıyı kırdığım anda nefesim kesildi. Odanın içi zifiri karanlıktı, göz gözü görmüyordu. Sanki karanlık da benim yaptıklarımdan utanıyor, her şeyi gizlemek istiyordu. Bir an ne yapacağımı bilemedim, sonra dışarı çıkıp duvardaki anahtarı çevirdim. Işık bir anda yandı. O an içimde bir şey koptu. Gözüm Sıla’yı bulduğunda, dizlerimin bağı çözüldü. Duvarın dibinde, iki büklüm olmuş, neredeyse cansız gibi yatıyordu. Rengi bembeyazdı, dudakları morarmış. Boğazım düğümlendi. Ben… ben nasıl bu hale getirdim onu? Ne yaptım ben? Bir adım attım, sonra bir adım daha. Her nefesim zehir gibiydi. Dizlerimin üstüne çöktüm, elim titreyerek bileğine uzandı. Teninin soğukluğu içimi parçaladı ama nabzını hissettiğim an kalbim göğsümden fırlayacak gibi oldu. Zayıf… ama atıyordu. Gözlerim doldu, sesim boğazıma takıldı. “Özür dilerim…” dedim fısıltıyla. O iki kelime bile acımı anlatmaya yetmedi. Yüzünü avuçlarımın arasına aldım; öyle narin, öyle savunmasızdı ki… kendi ellerimden bile korumak istedim onu. Kucağıma aldım. Titreyen bacaklarımı zorlayarak odadan çıktım. Kalbim deli gibi atıyordu, nefesim düzensizdi. Salona vardığımda boğazımdaki düğüm bir anda kükremeye dönüştü: “Akın! Hemen arabayı hazırlayın! Çabuk!” Sesimdeki panik, bahçedeki herkesi harekete geçirdi. Dışarı çıktığımda araba hazırdı. Arka kapıyı açtım, Sıla’yı dikkatlice yatırdım. Yanına geçip başını dizlerime koydum. Elimle saçlarını okşadım, yüzüne baktım. “Dayan, olur mu? Ne olursun dayan…” Kelimeler ağzımdan dökülürken içimden bir ses, her şeyin artık eskisi gibi olmayacağını söylüyordu. “Bizim hastaneye sür, çabuk!” diye bağırdım. Komutu alır almaz Akın gaza bastı. Orman yolunda hızla ilerlerken bir yandan hastaneyi arayıp haber verdim, gittiğimizde müdahale için her şeyin hazır olmasını istedim. Ana yola girdiğimizde sinirlerim artık iyice gerilmişti. “Akın, daha hızlı sür! Şu amına koyduğumun arabasını sıktırtma kafana!” diyerek ön koltuğa yumruğumu indirdim. “Özür dilerim efendim…” dedi korkuyla, hızla gaza daha fazla yüklendi. Sıla hâlâ kendine gelmemişti. Arada bir nabzını kontrol ediyor, omuzlarını hafifçe silkeliyordum ama hiçbir hareket yoktu. Ölü gibiydi… O an içimden bir şey koptu. “Onu kaybedemem… kaybetmeyeceğim…” diye mırıldandım. Hastanenin önüne geldiğimizde arabadan fırladım. Onu kucağıma alıp koşarak içeri girdim. Doktorlar sedye ile kapıda bekliyordu. Sıla’yı sedyeye yatırırken elini tuttum, buz gibiydi. “Poyraz Bey… Sıla Hanım neden bu halde? Dün gayet iyiydi, bir anda ne oldu?” diye soran doktora gözlerimi kısarak baktım. “Dünden beri hiçbir şey yemedi… ve dün geceyi soğuk bir odada geçirdi…” dedim kısık bir sesle. Doktor bana şaşkınlıkla bakınca bir anda yükseldim “Soru sormayı bırak da işini yap! Ona bir şey olursa… hiçbirinizi yaşatmam!” “Merak etmeyin efendim, elimizden gelenin en iyisini yapacağız.” dedi. Sıla’yı odaya aldıklarında kapının dışında kaldım. Kapının önünde volta atarken aklımdaki sesler daha da büyüyordu. Bir süre sonra doktor dışarı çıktı. Ona yukarıdan bakıp kısık bir sesle sordum “Nesi var? İyi mi?” “Poyraz Bey… açıkçası buraya geldiğinde durumu çok kötüydü. Nabzı çok zayıftı. Zaten size kalsiyum eksikliği olduğunu söylemiştim. Bunların üstüne aç karnına ve soğukta kalınca vücut direnci iyice düşmüş. Hayatta kalması bile mucize. Bir süre yoğun bakımda kalması gerekiyor. Vücut direncini geri kazanıp uyanmasını bekleyeceğiz.” Doktor konuşurken kulaklarımda uğultular başladı. Sanki her kelime beynimin içinde yankılanıyordu. Kendime kızıyordum… hasta olduğunu bile bile nasıl bu kadar bencilleşebilmiştim? Onu bu hale ben getirdim. “Allah belamı versin…” diye mırıldandım ve duvara yaslanıp gözlerimi kapattım. Koridorun ucundaki beyaz ışık gözlerimi yakıyordu. Zaman sanki orada durmuş gibiydi… duvarlardaki saat tiktak etmiyordu, hem de her şeyin içinde aynı saatte donmuş gibiydi. Sıla’nın kaldığı yoğun bakım odasının kapısının önündeydim, saatlerdir. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum — belki bir saat, belki beş. Sıla’yı o halde görmek… o soğuk teni, cansız bedeni… içimde bir şeyleri kırdı. Daha önce kimseye acımamıştım. Hiç kimseye. Ama onu o halde görünce… sanki kendi içimden bir parça kopmuş gibiydi. Kafamı ellerimin arasına alıp derin bir nefes çektim. “Ne yaptın lan sen Poyraz…” dedim kendi kendime. Sesim duvarda yankılandı. Bu kadar sessizliğin içinde her kelimem bir tokat gibi çarptı yüzüme. Başımı kaldırıp camın ardından içeri baktım. Yüzünde oksijen maskesi, koluna takılı serumlar… küçük bir kız gibi savunmasızdı. İçimde bir ağrı hissettim, tarif edemediğim bir şey. Vicdan mıydı, pişmanlık mıydı, yoksa ilk defa birine gerçekten değer vermek miydi… bilmiyorum. Nefesim kesildi, ayağa kalktım. Koridorun başından sonuna kadar yürüdüm, geri döndüm. Her adımımda içimdeki ağırlık biraz daha bastırıyordu. Kafamda aynı cümle dönüp duruyordu: “Ya ölseydi?” O zaman ne yapardım? Tüm bu düzen, tüm bu hayat, paralar, adamlar, silahlar… hiçbir anlamı kalmazdı. Beni hayatta tutan tek şey, artık onun nefes alıyor olmasıydı. Bir hemşire yanımdan geçerken durdurdum. “Durumu nasıl?” dedim. “Şimdilik stabil, ama hâlâ uyuyor.” dedi kısık bir sesle. “Uyusun…” dedim. “Uyansın diye beklerim.” Kendimi duvarın dibine bıraktım, dizlerimi dirseklerime yasladım. Başımı geriye atıp tavandaki beyaz ışığa baktım. İlk defa dua ettim o gece. Kime ettiğimi bilmeden, içimden sadece şu kelime geçti: “Yaşasın.” --- İki gün olmuştu. Sıla hâlâ uyanmamıştı. Bu süre içinde yalnızca iki kez yanına girebilmiş, her seferinde o cansız bedenini gördükçe içim biraz daha yanmıştı. Şirketteki işleri sağ olsun Yiğit hallediyordu, Rıfat da ona yardım ediyordu. Bana ihtiyaç yoktu. Zaten ben de başka bir şey düşünemiyordum. Ali bugün dönecekti… sonunda Sıla hakkında her şeyi öğreneceğim. Bu iki gün boyunca eve gitmedim. Hastanedeki VIP odalardan birini kendim için hazırlattım. O buradayken, ben evde rahat bir nefes bile alamazdım. Akşam üzeri odaya dönüp duş aldım, üzerimi değiştirdim, sonra biraz uzanıp dinlenmek istedim. Gözümü kapatmamla dalmam bir oldu. Uyandığımda saat on biri gösteriyordu. Çalan telefonun ekranında Ali’nin adı yazıyordu. Hemen açtım. — “Döndün mü?” — “Evet efendim, şu an havaalanındayım. İki saate evde olurum.” — “Eve gitme, hastaneye gel. Buradayım.” — “İyi misiniz efendim, bir sorun yok değil mi?” — “Yok Ali, ne diyorsam onu yap. Hemen hastaneye gel.” Telefonu kapattıktan sonra kendimi yine Sıla’nın yanına giderken buldum. Doktoru ikna etmem zor olmadı, üzerlerindeki etkim hâlâ büyüktü. Odaya girdiğimde ilk geldiğimiz güne göre daha iyi görünüyordu. Teni hâlâ solgundu ama artık daha canlıydı. Yanına yaklaştım, alnına hafif bir öpücük kondurdum. Bir elimle o ince, soğuk elini tuttum, diğer elimle yanağını okşadım. — “Sana daha önce de söyledim Sıla,” dedim fısıldayarak, “fazla naz âşık usandırır. Bu kadar naz yapıp uyuduğun yeter, uyan artık.” Tam o anda, elimde hafif bir hareket hissettim. Kalbim yerinden fırlayacak gibiydi. Heyecanla ayağa kalktım, doktora haber vermek için kapıya yöneldim. Ama tam o sırada, arkamdan gelen o kısık mırıltıyla olduğum yerde donakaldım. Geri dönüp yanına eğildim, dudaklarının arasından çıkan kelimeleri anlamaya çalıştım. Zar zor çıkan sesini nihayet duyabildim. Tek bir kelimeydi. Fısıltı kadar zayıf ama yüreğimi parçalayan bir kelime: “Anne…”
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD