3- Bir yıl sonra.

1855 Words
Yaren’in ağzından; Sabah gün doğmadan uyanmak bana iyi geldi. Perdeleri açtığımda, küçük kasabanın üstüne serilmiş o sessizlik içime huzur gibi doldu. Sonra saatin alarmı çalmaya başladı. Yeni bir şehirdeki ilk sabahımda, ilk iş günümde içimde biraz heyecan biraz da bilinmezlik vardı. Aynanın karşısında saçımı toplarken, gözlerimin altındaki hafif morluktan utanmadım. Yorgunluktan değil. Geçmişten kalma bir izdi sadece. Kahvemi hazırlarken küçük mutfağın penceresinden sokağı izledim. Mahalle uyanıyordu. Birkaç çocuk okul çantalarıyla yürüyordu. Ellerindeki simit poşetleriyle telaşlı ama alışkın adımlarla ilerliyorlardı. Ben hâlâ bu sokaklara yabancıydım ama onların arasında bir yerim olacaktı artık. Bugün çocukları görecektim. Yeni öğrencilerimi. Yeni hayatımın ilk sayfasını açacaktım. Üzerime lacivert bir kumaş pantolon ve krem rengi gömlek giydim. Saçımı dağınık bir topuzla topladım. Çantamı omzuma alıp aynaya son bir kez baktım. “Hadi bakalım Yaren,” dedim içimden. “Bugün kimseye değil, sadece kendine iyi davran.” Okulun kapısından içeri girdiğimde kalbim biraz daha hızlı atmaya başladı. Bahçede oynayan çocukların sesi, kantinden gelen çay kokusu, öğretmenler odasından yükselen sesler… Hepsi yıllardır uzaktan izlediğim bir hayalin içine çekti beni. Müdür yardımcısı beni kapıda karşıladı. Gülen yüzlü, kır saçlı bir adamdı. “Hoş geldiniz Yaren öğretmenim. Sizi sınıfınıza götüreceğim. Üç-C. Bizim en hareketli sınıfımız,” dedi gülerek. “İyi ki sabah kahvemi içtim,” dedim ben de hafif bir tebessümle. Koridorlardan geçerken çocuklar bana bakıyordu. Kimi merakla, kimi gülümseyerek. Birkaç öğrenci “Yeni öğretmen bu mu?” diye fısıldadı birbirine. Sınıfın kapısına geldiğimizde müdür yardımcısı kapıyı açtı. “Çocuklar! Artık sizin yeni sınıf öğretmeniniz geldi,” dedi. Sınıftan bir uğultu yükseldi. Otuzdan fazla çift göz bana bakıyordu. Kimi şaşkın, kimi heyecanlı, kimi çekingen. Elimdeki çantayı yere bırakıp hafifçe gülümsedim. “Merhaba çocuklar. Ben Yaren öğretmeninizim. Artık bir süre birlikte olacağız. Umarım çok güzel günler geçiririz,” dedim. Sınıfta birkaç saniyelik sessizlik oldu. Sonra en önde oturan sarı saçlı, gözlüklü bir çocuk parmak kaldırdı. “Öğretmenim, siz bizimle gerçekten her gün olacak mısınız?” “Evet tatlım, her gün. Sık sık görüşeceğiz artık.” Arkadan bir çocuk bağırdı: “Yaşasın! Dersi iptal etmezsiniz değil mi?” Güldüm. “Hayır tabii ki de.” dedim göz kırparak. “Ama hep uslu durursanız arada etkinlikler yaparım.” Çocuklar hep birden “Söz öğretmenim!” diye bağırdılar. Sonra küçük bir kız elini kaldırdı. Saçları örgülüydü. Gözleri kocamandı. “Öğretmenim, sizin anneniz nerede?” Bir an duraksadım. Hafifçe boğazımı temizledim. “Ben artık kendi başıma yaşıyorum. Ama burada sizin gibi minik kalplerle birlikte olacağım.” Kız başını salladı. “Tamam öğretmenim. Ama yalnız kalırsanız bize söyleyin. Biz sizi yalnız bırakmayız.” Kendimi tutmak zorunda kaldım. Gözlerim dolacaktı neredeyse. Derin bir nefes aldım. “Teşekkür ederim güzel kalpli çocuklar.” Sonra tahtaya adımı yazdım. “Benim adım Yaren. Siz şimdi bana tek tek isminizi söyleyin olur mu? Hem tanışmış oluruz hem de sizi tanımaya başlarım.” Birbirinden ilginç isimler ve hikâyeler geldi. “Ben Arda öğretmenim. En hızlı koşan benim sınıfta!” “Ben Elif. Ama annem bana prenses der!” “Ben Yusuf. Ama beni annem kızdırınca tam adımı söyler. Yusuf Emir!” Hep birlikte gülmeye başladık. Bu sınıf bana o kadar sıcak geldi ki içimdeki bütün kasvet dağılmaya başlamıştı. Dersin ilk dakikaları oyun gibi geçti. Her biriyle kısa kısa sohbet ettim. Onlara kitapları sevmeyi, hayal kurmayı ve birbirlerine saygı duymayı öğreteceğimi söyledim. Onlar da bana arkadaş olmayı, saf gülmeyi ve hiçbir şeyi yarım sevmemeyi öğreteceklerdi belli ki. Tenefüste koridora çıktım. Öğretmenler odasına gitmeden önce sınıf kapısının kenarına yaslandım. Bahçede oynayan çocukları izledim. İçlerinden biri, gözlüklü olan, yanıma koştu. “Öğretmenim! Öğretmenim! Top oynayacağız, siz de gelir misiniz?” “Daha ilk günden beni oyunlara karıştırırsan dersleri kim anlatacak?” dedim. Çocuk kahkahayla güldü. “Siz anlatırken de eğlenceli oluyorsunuz zaten!” Başımı eğdim. Gözlerine baktım. “İyi ki geldim,” dedim içimden. “İyi ki buradayım.” O gün okuldan çıktığımda güneş batmak üzereydi. Ayaklarım ağrıyordu ama içim hafiflemişti. Bu kasaba, bu okul, bu minik kalpler… Belki hayatımı tamir edemezdi. Ama bana yeniden başlama cesareti verecekti. Ve ben artık geçmişin değil, bu sıraların, bu gülümsemelerin, bu çocukların öğretmeni olacaktım. && Atahan’ın ağzından; Soğuk bir geceydi. Dağın eteğine konuşlanmış operasyon merkezinin içi, bilgisayar ekranlarının ışığında solgun renklere bürünmüştü. Kamuflajımın yakasını kaldırdım, geceyle birlikte gelen rüzgâr yanaklarımı kesiyordu. Elimi çantama attım, harita dosyasını yeniden yokladım. Ayakkabımın altı taşların üzerinde sert adımlar atarken, içeridekilerin sesi kulaklarıma çalındı. Teval içerideydi. Her zamanki gibi telaşsız ama tetikte. Kapıdan girdiğimde başlarını bana çevirdiler. Kemal sırtını harita masasından kaldırdı, gözlerini bana dikti. Üzerinde her zaman olduğu gibi kurumuş çamur lekeleriyle kaplı üniforması vardı. Bu tür anlarda sadece gözleri konuşurdu. Masaya doğru yürüdüm, kalın cam şişeye doldurulmuş suyu aldım, içmeden önce bir süre elimde beklettim. Kuruluk dilime çöreklenmişti. Sessizlik fazla uzamadı. “Atahan, harekât on beş dakika içinde başlıyor” dedi Kemal, sesi ölçülüydü. “Sapphire’in kodlarını tekrar kontrol ettik. Düşman unsurlar, Hücre Bravo bölgesinde.” Suyun boğazımdan geçmesine izin verdim. Sonra yavaşça masaya eğildim. Haritadaki işaretli noktalar hâlâ yerindeydi. Hiçbiri kıpırdamamıştı ama hepsi hareket etmek üzereydi. “Birlik hazır mı?” dedim. “Alfa dört kişi eksik. Gözlük dağıtımı devam ediyor. Biri lensin üzerine eldivenle dokunmuş, bulanıklık yapıyor” dedi Teval, kısa boylu, koyu tenli ve bıçak gibi bir sesi vardı. “Yirmi dakika sonra burada bulanıklığa yer yok” dedim. Gözüm Kemal’e kaydı. “Yerel kaynaklardan gelen bilgi güncellendi mi?” Kemal başını hafifçe salladı. “Güncellendi. Üç silahlı, yedi destekçi. Bir çocuk da olabilir aralarında.” Derin bir nefes aldım. Haritanın sol alt köşesindeki koordinatı işaret ettim. “Alfa buradan giriş yapacak. Ben baştayım. Bravo, kuzey hattından yaklaşacak. Teval, arkayı sağlama alıyor.” O sırada kapı yeniden açıldı. İçeri Yüzbaşı Rauf girdi. Solgun yüzü, alın çizgilerindeki terle parlıyordu. “Gece görüş ekipmanları hazır. Dört periskop eksik ama optik sistemde sıkıntı yok.” “Yeter” dedim. Sesi net ve kararlı çıkmıştı. “Hareket için dört eksik değiliz. Zihnimiz dağılırsa ayakta kalamayız.” Kemal masadan ayrıldı. Telsizine bir şeyler fısıldadı. Sonra bana döndü. “Rotor uçuşu üç dakika önce kalktı. Hava desteği 03.15’te tepede olacak. Eğer sinyal karışırsa acil kodun neydi?” “Delta bir. İki kırmızı, bir mavi” dedim. Göz göze geldik. O anda ne düşündüğünü söylemedi ama ben gözlerinin içinden geçenleri anladım. Geçmişimizde birçok operasyon olmuştu. Fakat bu, bir adım daha tehlikeliydi. Ve bunu ikimiz de biliyorduk. “Haydi” dedim. Binadan çıktık. Hava daha da soğumuştu. Nefesim buğulu şekilde çıkıyordu. Botlarımın altı taş zemine sağlam basıyordu. Arkamda Kemal, sağ yanımda Teval. Birlik hazırdı. Sessiz adımlarla hareket noktasına doğru ilerledik. Tepenin yamacında bekleyen kamuflajlı araçlar motorlarını sessizce çalıştırmıştı. Her biri tetikte, her biri gözünü kırpmadan emir bekliyordu. Kaputun kenarına yaslandım. Elimi telsizin düğmesine götürdüm. “Alfa-01 konuşuyor. Geçiş noktasına ulaşıldı. Sinyal temiz. Saat 02.44.” Karşıdan gelen ses netti. “Alfa-01, onaylandı. Operasyon başlıyor.” Telsizi kapadım. Kemal’e döndüm. “Buradan sonrası sessizlik. Emirler tek kanaldan geçecek.” “Anlaşıldı.” Teval başını salladı. Gözleri ışık almıyordu. Sanki yutmuştu geceyi. Parmaklarını omuz askısına götürdü, tabancasının yerini kontrol etti. İlk adımı ben attım. Sonra Kemal, ardından diğerleri. Toplam yirmi üç kişiydik. Çamura gömülmüş, geceyle bütünleşmiş, sadece ayak izlerinden anlaşılabilecek bir gövde gibiydik. Her adım sessizdi. Her nefes kontrollüydü. Karanlıkta ilerlerken taşların üzerindeki titreşimleri hissediyordum. Sanki yer bile neye hazırlandığımızı biliyordu. Solumda Kemal ilerliyordu, hiçbir şey söylemeden. Birlik arada durdu. Ben yumruk işareti yaptım. Herkes diz çöktü. Gözlerimi ileri diktim. Uzaktan bir ışık parladı. Lazer noktalayıcıya dokundum. “Bravo, sağdaki açıklığı geç. Alfa sabit.” Telsizden kısa bir tıklama sesi geldi. Anlamı netti. Onaylanmıştı. Kemal sessizce yanaştı. “İki dakika içinde temizleme başlar. Ne olursa olsun içeride sivil varsa, önce koruma.” Başımı salladım. “Bu gece bitince, herkesin sesi aynı olacak. Kimin ne yaptığı değil, kimin neye engel olduğu konuşulacak.” Kemal bir an durdu. Sonra cebinden küçük bir kâğıt çıkardı, parmaklarının arasında buruşturdu. “Ne zaman bitecek bu döngü, Atahan?” Ben gözlerimi ufka diktim. Cevap vermedim. Çünkü bazen hiçbir cevap, bütün sorulardan daha doğrudur. Operasyon geride kalmıştı. Toprak, çatışmanın kokusunu sindirmişti içine. Gökyüzü yıldızsız, gece sessizdi. Ay bile çekilmiş gibiydi gölgelerin arasına. Geri üsse dönerken üzerimdeki ağırlığı sadece kamuflajım değil, içimde taşıdığım yorgunluk oluşturuyordu. Ayaklarım taş zemine ağır basıyor, her adım beni biraz daha kendi içime çekiyordu. Çadır alanına vardım. Sarı bezle kaplı, çelik iskeletli, küçük bir çadır benimdi. Yanında diğer timlerin çadırları vardı ama hepsi ya nöbetteydi ya da yorgunluktan sızmıştı. Fermuarı yavaşça açtım. İçeride yalnızlık beni bekliyordu. Bir kenara istiflediğim sırt çantamın cebinden konserve kutusunu çıkardım. Etli pilaki. Yanına da barbekü soslu bir şeyler bulmuşum, belki haftalar önce. Küçük ocağımı yaktım. Isınsın diye üzerine bıraktım kutuyu. Çizmemi çıkarmadan yere çömeldim. Sırtımı brandaya yasladım. Elimi boynuma götürdüm. Ter kurumuştu. Ama hâlâ sıcak. İçimden bir şey geçmedi. Ne zaferin hazzı, ne de başarının gururu. Sadece sessizlik. Çadırın dışından bir ayak sesi geldi. Birinin yürüdüğünü duydum. Adımlar tanıdıktı. Sonra fermuar yeniden aralandı. Gölge içeri süzüldü. Kemal’di. Omzunda tüfeği, gözlerinde o bitmeyen ciddiyet. Ama dudaklarının kenarında yorgun bir tebessüm taşıyordu. “Nasıl hissediyorsun?” dedi, yere çökerek. “İyi gibiyim,” dedim. Gerçekten öyle miydim, bilmiyorum. Ama başka bir kelime bulamadım. Konserve kutusuna uzandı. Isınmış yemeği çatalına aldı. Yüzünü buruşturmadı. Bizim gibiler için tat önemli değildi. Sadece mideyi susturmak gerekirdi. “Şaka gibi,” dedi sonra. “Artık Mardin’e gidiyoruz.” “Yeni görev yerimiz,” dedim. Cümleyi kurarken bile garip hissettim. Sanki bir yerleşiklik duygusu değildi bu. Daha çok, bir başka durağa varış. Kemal omzunu silkti. “Bakalım alışabilecek miyiz… Biliyorsun, ben çok konuşan insanları sevmem.” Gülümsedim. Gözüm yerdeki çataldaydı. “Ben de.” “Oldum artık, Atahan. Alıştım. Can dostum, bu meslekte dostun olmasa taşır mı insan her şeyi? Hem orada kendime ait bir tim olacak. Aynı şekilde seninle birlikte.” Kafamı kaldırdım. Göz göze geldik. Gözlerindeki ışık, geceyle tezat oluşturuyordu. “Çok fazla operasyona gideceğiz,” dedi. “Çok fazla bu vatan toprağını koruyacağız.” Başımı yavaşça salladım. Kalbimde bir yerlere dokunmuştu sözleri. Ama konuşmadım. Bir süre sessizlik oldu. Çatal yeniden kutuya daldı. Metalin tenekeye vurduğu o ince ses çadırı doldurdu. Sonra birden kahkaha gibi bir cümleyle konuştu: “Hem belli mi olur, Mardin’de bir güzele âşık olursun.” Gözlerimi kaçırmadım. Gülümsedim ama içimden değil. “Ben yıllar yıllar önce kapattım kalbimi, Kemal. Herkese.” “Hiç mi âşık olmayı düşünmüyorsun?” Elimdeki çatalı yere bıraktım. Küçük bir tık sesi çıktı. “Düşünmüyorum. Aklıma bile gelmiyor. Biliyorsun, benim kahvemi buzdolabında demlendirmişler bir kere.” Kahkaha attı. Ama kahkahası da yorgundu. “Bununla bir kitap yazılır.” “Belki bir gün,” dedim. “Belki de hiç.” Başını yana eğdi. Gözlerini bana dikti. “Ben senin yakında çok büyük bir aşk yaşayacağına inanıyorum. Ne kadar inkâr etsen de, ne kadar sert olsan da… Bir bakışla başlar her şey. Belki bir okul kapısında. Belki bir hastane merdiveninde. Belki bir kafede. Ama olur. Çünkü senden aşk kaçamaz, Atahan.” İçimden bir nefes geçti. Ama dışarı bırakmadım. Sadece sırtımı brandaya daha sıkı bastım. Yıldızları görmüyordum ama gökyüzü oradaydı. İçimde bir yerde kıpırtı oldu. Ama ismini koymadım. “Ben biraz uyuyacağım,” dedim. Kemal başını eğdi. “Tamam, kardeşim.” Fermuarı araladı, çıktığında gece tekrar yalnızlığına döndü. Çatalı kenara koydum. Ceketimi üzerime çektim. Gözlerimi yavaşça kapattım. Dışarıda rüzgâr, içeride yorgunluk vardı. Uykunun sesi yaklaştı. Ama kalbimin içinde hâlâ geçmişin ağır ayak sesleri dolaşıyordu. Ve ben onları susturmadan hiçbir yere tam varamayacağımı biliyordum.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD