1

3270 Words
Kelime Terminolojisi (Adam isimli hikaye içinde geçecek önemli kelimelerin anlamları) : Kalaza dini: Miona halkının kendi ismini kısaltarak Mİ adı verdikleri dine ait isimdir. Bu din Miona halkına özgüdür. kendi dinsel ögeleri ve kutsal kitapları Kutsal Mİ vardır. İnanç tek tanrı inancını kapsar. Belli bir sistemi olan bu inanç yığışımlı bir bilgi ile ilerlemektedir. Ancak modern çağ dinidir. Söylentilere göre üçüncü dünya savaşından sonra, 5. periyotla birlikte ortaya çıkmıştır. Dinin bir de din adamı (Kalaz) vardır. Mİ inancı: Miona halkının kendi ismini kısaltarak Mİ adı verdikleri dine ait inanç. Tanrı: Miona halkının kendi ismini kısaltarak Mİ adı verdikleri dinde, Miona halkının eski kültüründen kalma bir terim, tek olduğuna inanılan ilah için kullanılır. Kutsal Mİ: Miona halkının kendi ismini kısaltarak Mİ adı verdikleri dine ait kutsal kitap. Kalaz: Din adamı. İnançlarına göre Tanrı'nın Dünya'daki yansıması. Kalaz dininin Tanrı tarafından gönderildiğine inanılan lideri. Kalaza başı: Kalaz dini ile Kalaz liderine verilen ortak ismin karışmasını önlemek adına Miona halkının kendi içerisinde uygun gördüğü terim. Sotri: İnançları gereği lanetli, lanetlenmiş ve lanetli olan anlamlarına geliyor. Kutsal Mİ'de geçen bir terim, Tanrı'nın lanetlediğine inanılan varlık anlamına gelir. Varlık: Kalaz dininin kutsal kitabı Kutsal Mİ'de insana verilen isim. Toprağında b*k çıkmak: İnançlarına göre herkese ait bir toprak parçası vardır. Toprak parçasında da bir isim. Bu toprak parçası ölüm içindir. Ölen kişinin cesedi yakılır ve bu toprağına serpilir. Ölüm için ayrılmış olan toprak burada devreye girer. Yakılan cesede ait toprak parçasına tarih atılır. Bu da vefat ettiğini gösterir. Fakat bazı kişiler lanetlenmiş kabul edilir. Bunlar sotrilerdir. Lanetlenen, yani sotri kabul edilen kimselerin toprağına hayvan veya insan pisliği sürülür. Buna ise toprağında b*k çıkmak denir. Bu işlem nedeniyle ailenizin itibarı zedelenir. Din günleri: Haftanın belli gününde – genellikle hafta sonları – kalaz başı olan ( din adamı ) Bay Aetmin, yerli halka karşı gerçekleştirdiği dini konuşmaların olduğu gündür. O gün içerisinde tüm Miona halkı orada olmalı ve Bay Aetmin söylediklerini dinleyip ezberlemeliydi. + + + B ö l ü m a l ı n t ı s ı : ' İyi de neden? Ablam öldüğü için mi yoksa bir ejderha tarafından öldürüldüğü için mi sotriydi? ' + + + Yer: Miona Zaman: Eyni 2981 Nüfus: 10.000 Ölçüt: Kasaba Konum: Orman Din: Kalaz Sürüm: Av ve hayvancılık Elit ırk: Varis (%1; 100 kişi) Köleler: Acemi (%99; 9.900 kişi) Özellik: (belirlenmedi) + + + Tanrı* varlığa kıymet biçti, onlara elçi istedi, Kalaz* gönderdi. Kalaz'ı reddedecek her varlık* bir iblisten daha sotri* olarak kalmalıydı. Kutsal Mİ, Ferbun, O.8 (*: Kelimelere, kelime terminolojisinden bakınız.) + + + Adım Es. Esinovil Tu. Acemi halktanım. Bizlere böyle denir: Acemi. Bazılarına göre ise köleleriz. Belki eziklenmesi gerekenleriz. Bu kavramlar toplumdan topluma değişiklik gösterebilir. Henüz bir bilgi yok çünkü yeterince gezmiş, görmüş ve bilmiş biri değilim. Fakat bu konuda iyi olan birini tanıyorum, o kişi dedem. Güzel insan dedem. Yaşlıydı. Çok bilgiliydi. Öğrenmeyi severdi. Yeni şeylere merakı vardı. Bazen bir şeyler yapardı. Bu şeyler basit olmazdı. Sahiden diyorum. Bir keresinde kendi kendine su dağıtan bir cisim tasarladı. İlk o zaman tasarlamak ile tanıştım. Çünkü dedem böyle diyordu. “Tasarlamak Es, güzel şeyler ve yeni şeyler tasarlamak. Bunun sonu yoktur. Birçok şey tasarlanabilir, aklına gelebilecek bir sürü şey. Misal uçmak, sana imkansız gelecektir. Ancak hayır Es, güzel torunum, hayal edersen uçmayı bile tasarlayabilirsin.” Tasarlamak güzel şeydir, bundan eminim çünkü canım dedem buna inanıyordu ve onun inandıklarına inanmayı seviyorum. Bu yüzden Bay Aetmin’i sevmediğimi söyleyebilirim çünkü dedem onu sevmezdi. Söylediğine göre – dedemin söylemesinden bahsediyorum – zamanında Bay Aetmin ile arkadaşlıkları olmuş. “Onun ciğerini bilirim ben, beş par etmez herifin tekidir. Bir de o mendeburun g*tünden uydurduğu bir dine mi inanacağım?” derdi dedem. Hiddetle kızar, hastalıkla oturduğu yerden kaşlarını çatıp da annem ve babama yüklenirdi çünkü her seferinde Bay Aetmin din konuşmasına zorla götürülmekten nefret ederdi dedem. Bir kere inanç denilen şey zorlamayla olmazmış, severek olmalıymış ve her hafta sonunda ne demeye Bay Aetmin kendi kendine uydurduğu dini ögeleri dinlemek zorundaymış da falan. Yine haklıydı ama görmezden gelindi. Yani Bay Aetmin sanıldığı gibi bir değil. Bunu dedem söyledikten sonra mı yoksa kendi aklımla mı keşfetmiştim emin değilim ama bu bilgiye körü körüne inanmaya başlamıştım. Kesinlikle Bay Aetmin sahtekardı çünkü söyledikleri – özellikle din günlerinde söyledikleri – sahtekarlıktan başka bir şey değildi. Yalnızca kendini övüyor ve yalnızca kendisinin yüceleceği iltifatlarla kendisini yüceltiyordu. Sık sık birilerine kin, öfke kusmayı ise ihmal etmiyordu. İşte sevgili dedem de onlardan birisiydi çünkü söyledikleri şeyler – dedemin söyledikleri – Bay Aetmin kendince düzenlediği bu inanç düzenini baltalayan bir sürü unsur içeriyordu. Bu yüzden dedemi sürekli lanetlediği, sotri olduğunu haykırdığı, bu uğurda dedemin soyundan olan kim varsa – babam, annem, ablam Osi ve ben – hepsini lanetlediğini söylüyordu. Belki annem bundan yırtabilirdi çünkü annem, dedemin soyundan değildi, Miona halkının başka bir üyesiydi ama yine de dedemin ailesine dahil olmuştu, bu uğurda onun da lanetlenmesi gerekliydi. Eh, birini koşulsuzca lanetleyemeyeceği için – birini lanetlemek için birçok kişinin gördüğü veya kişinin kendi ağzından dile getirdiği itiraflar şart – sürekli bizim üzerimize oynadığı oyunlar oluşmaya başlamıştı. Ah, eline bir fırsat geçseydi de kökümüzü kurutuverecekti bu dangalak Bay Aetmin. Her neyse. Dedem bir gün hastalıktan öldü ve kesinlikle Bay Aetmin’den nefret etti. Onun tam bir yalancı olduğunu, ona asla inanmamamız gerektiğini söyylendi de durdu. Tabii ki ona inanç konusunda annem, babam ve ablam Osi benim gibi dirayetli değildi çünkü onlar sorgulamayı bilmeyen, eziklendiğini kabul eden herhangi bir Miona halkından farksızdılar. Eh, işin sonunda dedemin Bay Aetmin’e olan nefretinin tam bir kuruntu ve kıskançlık sebebi olduğunu kabul edebilecek kadar da iradesizlerdi. Haliyle onların inancını kırmak, dedemin tekrar dirilmesi kadar imkansız bir hal aldı. Bu durumun bana düşündürdüğü şey ise, inancın çok felaket bir şey olduğu ve onun iyi idare edildiğinde ne de tehlikeli bir canavar olduğu gerçeğiydi. Bununla yüzleşmek de benim imtihanım olmalı. Öyle. Nüfusların birbirine girdiği, ırkların karıştığı, isimlerin anlamsızlaştığı çağda; Miona denilen, önceleri Ortadoğu'da her hangi bir ülkenin bünyesinde olan bir toprak arazinin son yeşilliğinde yaşam sürüyorum. Bütün hikayem bu mu? Yoo. Bütün hikayem çok daha başka, kesinlikle başka. Miona'nın tam kuzeyinde, Ars Malikanesi'ne 2.482 km uzaklıkta - yerli halktan kalanların söylediği bir uzunluk bu - eski bir din evini andıran ama şuan toprak kalıntısından başka bir şeyi andırmayan düzlükte bir yangınla başladı benim için her şey. O gün . . . Miona savaş sonrası harabe hale gelmiş bölgelerden birisiydi. Savaşın etkilerini görmeniz mümkündü. Mesela toprağının belli kısımlarında koyu, katranı andırran siyah sıvılar akardı. O zamanlar oraların çevresindeki topraklar bir süre sonra kuraklaşıp verimsizleşir ve adeta kuru bir tabakaya bürünürdü. Ki, oranın güzel otlarının yeşillikleri de bundan nasiplenmiş olurdu. Ardı sıra ot toplamak kısıtlı bir sürece dönüşüvermez mi? Kesinlikle öyle olur. Bunlardan ötürü bir de kirli havayı sırtlanmıştık. Öksürmek sık olan bir eylemdi ama adımlarımızın havadaki partiküllerden dolayı ara ara aksaması da ayrı bir zahmetti. Tabii verimsiz topraklar bollaşıp, yeşillikler hastalıklara bürününce ot toplamak için yolumuz da uzayıverdi. Bundan ötürü erkenden yola çıkmak, daha fazla yol kat etmek ve bedenimize fayda sağlayabilmesi için daha sağlıklı otları toplamak için epey efor sarf etmemiz gerekliydi. Hava aniden değişen bir sıcaklıkla kaplanmıştı. Gün henüz kararmamış, gece vakti çökmemişti. Belki günün ortalarındaydık. Ablamla yeşillik toparlıyorduk o esnada; ellerimin ucundaki tırnaklarımın içi toprağı ağırlarken, ensemden aşağı havanın barındırdığı toz kalıntıları süzülüyordu. Nefeslerimiz kirlenmesin diye taktığımız peçelerden içeri nüfuz eden kirli bir hava vardı. Bunun etkisiyle ara ara soluklarım tıkanıyor, ciğerlerim daralıyor ve sanki temiz bir havayı soluyamayacakmışım gibi bedenim kasılıyordu. Eh, öncelerine nazaran bu duruma biraz alışmış bünyemin gösterdiği etkiye bakacak olursak, cidden başımın ağrımasına gerek kalmayacaktı veya bedenim alerjik bir karşılık göstermeyecekti. Belki gösterirdi. Sonuçta ara ara bedenimi kaplayan küçük beneklerin asıl nedeni bu havadaki partiküller ve kirdi. Belki dedem yaşasaydı buna çözüm bulabilir, bir şeyler tasarlayarak daha rahat nefes almamızı sağlayabilirdi. Ancak önce dedemin yaşaması, tasarlayacak enerjisinin ve yeterli malzemenin bulunması şarttı. Ah, unutmadan, zaman da gerekliydi. Bizlerin günü geceye devirmeye çalıştığı, yarına dair yeterli umutları olmayan bir toplumdan ibaret olarak düşünürsek . . . Şey, bunlar epey kısıtlıymış ya.e Drken döndüm ablam Osi'ye ve şöyle dedim: "Baksana, Bay Aetmin neden Kalaz başı?" Saçlarım bir an kulaklarıma çarpıyor, hafif bir esinti yükseliyor ve birkaç toz zerresi kirpiklerimin ucuna düşüveriyor. Bu esnada ablam Osi’nin ciddiyetle önüne bakan yüzü, hafif bir baş dönmesiyle ters bir bakış yolluyor bana, işine odaklanmadan önce, "Toprağında b.k çıkmasını istemiyorsan sorgulama." diyor, öne eğiliyor, otları parmakları ile kurcalayarak temiz ve sağlıklı olanların telaşına düşüyor. Özellikle bu muhabbeti yapmamdan sakınıyor çünkü iradesizliğini bitiremediği, aptallığını noktalayamadığı kısımda beni susturmak, benim doğruyu göremediğimi haykırmak ama kesinlikle doğruyu görememek kaprisine kapılacaktı. Zaten şu söylediğine bakılırsa, o sahiden de toprağımızda b*k çıkmasının gerçek olduğunu sanıyor ve bunun Bay Aetmin bir oyunu olduğunu görmezden geliveriyor. Oysa dedem ne de çok bunu reddetmiş, bunun bir ahmaklık olduğunu söylemişti. Ah, dede, acaba Bay Aetmin bu dini ilk ortaya attığında neden kökünden kazımadın? Yoksa sen de bunca insanın bu aptal inanışa kurban gitmeyeceğini mi sandın? “İşine bak Es.” diyerek seslendi ablam ama balı hala önünde, dikkati ise otlardaydı. Onun bu hali her zamanki gibi beni dumura uğratıp öfkelendiriyor. Zaten aniden kasıklarıma tekme yemişçe acıyan canımla kirli havayı tekrar solumaktan, ablam Osi’ye öfkeyle bakmaktan öteye gidemiyorum. Ah ah. Kalaz dini, dedem de ne ise benim için de oydu. Bu din, benim için bir din değildi ya da bir tercih olamazdı. Göründüğü üzere yalnızca bir zorunluluk ve saçmalıktan ibaretti. Yoksa bir insanın durduk yere kendini en önemli kıldığı, kendi kendine uydurduğu bir dine inanmak pek akıl karı değil. Üstelik öylesine basit, adaletsiz, haksız, art niyetli, kötü fikirli, kötü kalpli, hakaretlerle dolu ağzı olan bu adamın bir lider olduğu bir inanışın hakiki bir din olması mümkün değildi. İnanmıyordum Aetmin'in her dediğine çünkü o, inatla kalaz başı olduğunu iddia eden bir sotriydi bana göre. Aptallıklarını düşünemeyen beyinlere anlatmakta ve onları kendi aptallıklarına ikna etmekte zorluk çektiğini sanmıyorum ama bununla insan avutmayı sürdürmesi, benim onunla avunacağım anlamına gelmiyordu çünkü ben, dedemin torunuyum. Onun gibi düşünmeye, sorgulamaya meyilli bir insanım ve yalnızca Acemi olmamı kabul edebilecek kadar akıllıyım. Aslında bu kavramı da biraz açmam gerekir. Biz Miona halkına Acemiler denir. Yalnız bizlerden oluşan bir topluluktan bahsetmiyorum. Acemiler, birçok yerde olan insan güruhudur. Bunları Acemi yapan, onların savaş sonrası kalıntılar arasında harcanıyor olmasıdır. Genel olarak Acemiler’i özetleyecek olursak, Acemiler; sağlıksızdırlar, aptaldırlar, düşünmek konusunda köreltilmiştirler, kirlidirler, bakımsızdırlar ve kesinlikle eziktirler. Zavallıdırlar. Hor görülürler. Köle olduklarına inanılır. Onların toplum içerisindeki refahı çok önemli sayılmaz. Onlar alt tabakadır. Bunu ayıplamak veya yadırgamak kimsenin haddi değildir çünkü bu, evvelden beri böyledir. Ki, dedemin deyimine göre savaş öncesi periyotta da böylesi bir sistem varmış. Buna kastın sistemi denirmiş. Yani büyüğün küçüğü ezdiği, güçlünün zayıfa bastığı sistem. Öte yandan düşünceli bir kitledir Acemiler. Merhametli ve anlaşılabilirdir. Onlara uyum sağlamak zor olmaz çünkü sizi veya bir başkasını ötekileştirecek kadar kendini değerli göremeyen bir kitledir. Çünkü güçlüler çok daha başkadır, onları her yerde tanıyabilirsiniz. Aynen öyle. Peki güçlüler? Bir de onlardan bahsedelim. Bu güçlülere Varisler denir. Irk olarak üstün kabul edilirler. Acemiler kadar sayıları çok değildir. Ender bulunurlar. Genel olarak refah düzeyi yüksek insanlardan oluşurlar ve kesinlikle malikanelerde yaşarlar. Koloni halinde yaşayan, verimsiz topraklarda en verimli yerleri kapmaya çalışan Acemiler’e kıyasla yaşamları çok daha verimli, sağlıklı ve bakımlıdır. Onlar parıldayan insanlar. Güzeller. Temizler. Toklar. Söylentiye göre çeşit çeşit besinleri varmış. Bir de sayıca azlar. Çok akıllı oldukları söylenir, yoksa nasıl üstün ırk olabilsinler değil mi? Öyle diyorlar. Onların yetenekleri de var. Yeteneksiz insanlar üst olamazmış. Onlar üstlermiş. Acemiler gibi eziklenemezlermiş. Onlara saygı duymalıymışız. Falan dilan. Bu karmaşık görünen düzenin içerisinde ablam Osi’yi bile kendi safına çektiği için ve dedemin söylediklerinin göz ardı edilmesine sebep olduğundan ötürü Bay Aetmin’e karşı kendimi öfke dolu hissediyorum. Ardından da söyleniyorum gizli gizli, olacaklardan en az beş dakika evveli. "Sotri Kalaz, Sotri Miona, Sotri Varis'ler. Hepinizden nefret ediyorum. Sotri Aetmin. Lanet. Pis. Bir de dedeme bak. Çok iyi birisiydi. Güzeldi dedem. Kimsenin hakkını yemez, kimseyi üzmek istemezdi ama Bay Aetmin’e bak, insanları hor görüyor. Sotri Aetmin. Sotri. Sotri Aetmin." Biraz daha oyalanıyor, kirli havayı soluyor, işime odaklanıp kirleniyorum ki bir ışık alıyor gözümü. Uzaktan mıydı da gözüme çarptı yoksa yakınımda mıydı da gözümü alıverdi, bilemedim. Ellerim hemen havalandı, irkilmiş tüm duyularımla birlikte bedenimin hareketi, gözlerimi kapatmak isteyişim ve sancılı bir iniltiyi andıran ışığın parıltısını engellemek isteyişim art arda gerçekleşiyor. Bu dehşet bir şeydi. Buna önceleri rastlamamıştım. Rastlasam muhakkak bilirdim ama yok, bunu bilmiyordum. Gözümün parıltısını alan, ifadelerimi dağıtan bu ışığı, parıltıyı tanımıyorum. Bu ışık, bu parıltı . . . Bunlar savaştan mı? Yine mi savaş etkileri? İlk hissettiğim şey genzimin yanması idi ve ilk düşüncem ise savaş sonrası kalıntıların devam ettiği, etkilerin sürdüğüydü. Çünkü bu tür ansızın gerçekleşen şeylerle karşılaşmak mümkündü ama bunlara ne zaman, nerede rast geldiğimizi kestiremezdik. Zaten böyle bir şeye – aniden beliren parıltıya – daha önceleri rastlanıldığını düşünmüyorum, eğer öyle olsa idi haberim olurdu diye düşünüyorum. Gerçi bundan habersiz kalmak da mümkün değil ama şu hale bak, gözlerimi adeta oydu. Ardı sıra genzimi yaktı, boğazımı düğümledi ve gözlerimi yaşlarla doldurdu. Biraz öksürüyor, ışığın kamaştırdığını düşündüğüm gözlerimin acımasını beklerken fark ediyorum; acıyan yerin gözlerimin aksine kalbimin olduğunu. Bunu bilemezdim ama göz yaşlarıyla kaplanmış gözlerimi, kendi baskılarından kurtarmam ve ışığı daha rahat görmek isteyişim sonrası sancının yeri hakikaten değişti, nefesim kesildi, havadaki partiküller öncesine nazaran daha ağır geldi ve göğsümün orta yerine düşen kuvvetsiz gibi görünen ağır hissiyatla iki büklüm olacağım sandım. Adeta kalakalmış, sarsılmış ve gördüklerinin etkisiyle afallamıştım. Bu . . . Bu nasıl? Nasıl olur? Nasıl? Hey! Hey . . . Abla! Ablam Osi. Kavradıklarımı geç kavradım, harekete çok sonra geçtim. Afallayışımın etkisindendi belki, bir ihtimal gördüklerimi kavramak istemeyişimdendi ama bana zaman kaybettirdiği aşikardı. Uzak veya yakın hiç fark etmez, bulunduğum andan kaçmak ve kendimdeki gerçekliği sorgulamak sersemliğine kapıldım. Maalesef zamanı birkaç sürede böyle harcadım. Buna şaşkınlık dense gerek veya şok anı. Böyle kalakalıyor, kilitleniyorsunuz. Eğer sanıyorsanız konuşabilirsiniz, sanmıyorum konuşasınız. Çünkü dilinizin ağzınızın içinde olduğunu o anda unutabileceğinize eminim. Böyle, aynen bende olduğu gibi afallamak, bilememek, gördüklerini kavrayamamak dehşetine kapılacaksınızdır. Aynen öyle. Bunun da bedeli var. O da pişmanlık. Evet, pişmanlık. Ömür boyu, süreçten sonra başlayan ama ölene dek sürecek pişmanlık. Bende olduğu gibi. Çünkü geç algılamak geç yorumlamaya ve geciken cevap vermelere dönüyor. Meğer yapmanız gerekeni bilemiyorsunuz, kendinizin varlığından dahi şüpheye düşüverebiliyorsunuz. Bu da ömrünüz süresince zehirli bir ağ gibi zihninizi kuşatır. Ya erkenden hareket etseydim, ya hızlı davransaydım dedirtir. Yani derin derin pişmanlık. Bende pişmanlık, hatıramda pişmanlık, görünürde ise şaşkınlık ve acı. Kısaca o anı bende vicdanımın yıllarca bana sunduğu kahrolası sızıntılar olarak kaldı. Bağırıyorum. "Osi!" Bu bir ateş. Ateş! Ve harekete geçiyorum ama parıldayan ışığın ateş olduğunu anladığımda acıdan inleyen, çığlık atan ablam kıvranıyor. Bacaklarımdan yukarı yükleniyor çaresizlik ve beraberinde gelen korku. Yanıyordu; ablam bir ateş yumağına dönmüş, gözlerimin önünde alev almıştı. Nasıl olduğunu anlamadığım, Miona'nın az ötede kalan kirli ormanının yeşilliğinde, nereden geldiğini bilmediğim bir ateşe tutuşmuştu. "Osi!" Koşmak, sonradan gerçekleştirebildiğim bir eylemdi ve Osi çığlık atmayı kesip, kıvranarak yere düştüğünde, ateşler şekille havada asılı kaldı sonra tutuşan kıvılcımlar ablamı tekrar kavradı. Çığlık attım. "Osi!" Ona yetişebilir miydim yoksa yetişebileceğimi mi düşündüm? "Osi!" İşte saçlarının kalmadığını bu çığlığımda fark etmiştim çünkü ondan artık çürük kokusu geliyordu. "Abla!" Bu ise son kez ona seslenişim olarak kalacaktı. Sonra ne mi oldu? Bayıldım. Aynen öyle oldu, Osi orada yanarken ben korkudan bayıldım ve Osi öldü. Ben uyandığımda, daha rahat bir nefes aldığımda, Osi artık bu kirli havayı solumuyordu çünkü Osi artık hiç nefes alamayacaktı. Garip bir ışık parıltısı ve beraberinde gelen bir ölüm; bu Osi'nin hikayesinin sonu oldu, benim öykümün ise başlangıcı. Sevgili Osi, canım ablacığım, seni hep seveceğim. Lütfen kardeşini hep sev. ♣♠♥♦ Kendimi tam anlamıyla takdim etmeliyim sanırım çünkü bilirsiniz merak kediyi öldürür. Hangi kedinin merakı, orası tartışmaya kapanmıştır. Bu güzel kelimeyi dedem söyler bana, daha doğrusu söylerdi çünkü o da bir savaş kurbanı olmuştu, bu yüzden ablamın gittiği karanlıktaydı. Eh, iki ölünün karanlığı algılaması ne kadar mantıklı ise, benim karanlığı algıladıklarını savunmam o derece mantıklı ya, orası tartışılır. Ben Es, tam adıyla Esinovil Tu. Savaş sonrası zehirin bulaştığı, yarı derece ölümün uğradıklarındanım ve bu sebeple annem beni doğurduğunda kirli toprağa çıkarabildiğim bütün b.kumu yapmıştım, tabii kibar olmak lazım ise afedersiniz, dışkı olacak o. Esinovil Tu çok anlamsız bir isim biliyorum ama tüm o bilgilerin yok olduğu bu çağı yaşıyoruz. En zekilerimiz olduklarını savunduklarımız ise fazlasıyla salak ve sotriydi. Bunlardan biri komşumuz Patrick olabilir çünkü onu bir çok kez pipisiyle gezerken yakalamıştım. Kusura bakmayın kibar olamayacağım çünkü tüm sotrilerin bir araya gelip yok etmeye karar verdiği bir Dünya'nın kalıntılarını yaşamak mecburiyetinde kaldık. Bizler bu sotrilerle yaşamadık, onların ölümünün ardından yaşayanların yaşattıklarıyız. Sanırım kibar bir kız olmalıyım... Burada düzen yok, adalet yok, ahlak yok, kurallar yok; menfaat var, hiyerarşi var, dayatılan seçenekler var. Peki, bunların sebebi kimdi? Sebepleri neydi? Her şey savaş sonrası 0. periyotta bulunanların dedelerinin dedeleriyle başladı; bunlarda kulaktan duyarak aşina olduğum bilgiler. Yılı net bilmiyorum ama tarih ve saati herkes ezbere bilir. 1 Oc. Yılın ilk ayının ilk gününde başlıyor her şey. Dedemin anlattığına göre o zamanlar insanlar 4 tekerlekli metallere biniyor, bunlara araba diyordu. Yaşam gürültüsü ile sürüp giderken, tuhaf bir şekilde insanlar daha fazla kazanmak için çalışıyorlarmış çünkü dedeme söylenene göre halk artık fakir değilmiş. Halkın fakir olmaması beraberinde can acıtan bir sesi de beraberinde getirmiş: savaşı. O yıllar insanlar temiz sularda yıkanıp, rahat zeminlerde uyuyup, ince uzun tablalardan evrenin dört bir yanını seyredip, kazandıkları gelirleri harcayıp harcayıp tekrar harcamak için kazanırken, insanlar daha fazlasına ihtiyaç duymuş ve kendi kardeşinin ağzındaki lokmadan alamamış gözlerini. İlk ses Sur isimli ülkenin tam anlamıyla yok edilmesiyle başlıyor. Bütün halkı aynı anda katleden bir sesten bahsediyorum... Bom ya da bomba diyorlarmış bu sesin kaynağına, çok şiddetliymiş, Patrick'in çıkardığı gazlar kadar şiddetli olsa gerek ki, saniyeler içerisinde yaşayan hiç bir canlı kalmamış o topraklarda. Patrick'e öfkem bir yana, bu ciddi bir konu. Neyse... Ne diyordum? Hah, tamam. Sonra İçino, ardından Tili, Maki, Filip, Okır... Bu şekilde Dünya nüfusunun %42'si telef edildi, kuzular gibi. Dedemin deyimine göre panda, fil, mamut nesli bu şekilde tükenmiş; beraberinde de kuzu, kedi, köpek ve eşek nesli yok olmakla yüz yüze kaldı. Bu bomların sebebinin insanların açgözlülüğü olduğunu söyler dedem. Yani söylemişti. İnsanlar neden açgözlüydü, bunu pek anlayamamıştım küçük yaşlarımda. Ta ki 13. yaş seneme bastığımda, annem alnıma toprak sürüp, Tanrı'ya beni onlara bağışladığı için şükranlarını sunana kadar. Bu detayı şimdilik atlıyorum ve tükenmekle tehdit edilen diğer şeylerden bahsedeyim: Temiz hava, temiz su, sağlıklı bitki ve ağaçlar, insan doğasına uygun yaşanılacak mekanlar, insanlar, ahlaklar ve düzenin ta kendisi. Dünya'da hala etkisini süren savaş anı beraberinde çok fazla yıkım getirdi: Depremleri, asit yağmurları, toprak kaymaları, iklim değişiklikleri, karbon dengesinde terslikleri ve neslinin çok fazlaca önceye değin sürdüğü ama sadece fosillerinin kaldığı iddia edilen yaratıkları. Ejderhalardan bahsediyorum. Onlardan hiç birini görmedim ama uyandıkları ve hüküm sürmeye başladıkları söyleniyor. Öyle duydum. Etrafı acımadan yaktıklarını, aç olunca canlı ayırmaksızın -insanları da- her şeyi yediklerini öğrendim. İşte korkularımın nedenini öğrendiniz. Bomlar bitse de hala ayağımızın altında sallanan zemin değildi o gün beni en çok yakan, ablamın öldüğü andan bahsediyorum. Onlar... Onlar yaptı. Onlar, ejderhalar yaptı. Bunu biliyor ve hissediyorum. Ki, bunu hisseden sadece ben değildim çünkü ablamın ölümüyle beraber göz hapsine alınan tek kişi bendim, tutuklandım, Miona'nın meydanında 5 gece, 4 gündüz zincire vuruldum. Ablamın toprağına ise hayvan dışkısı sürüldü çünkü artık bizden olamayacak kadar sotri olduğuna karar vermişti Kalaz Başı Bay Aetmin. İyi de neden? Ablam öldüğü için mi yoksa bir ejderha tarafından öldürüldüğü için mi sotriydi? Aetmin'in nefretini o gün ciddi anlamda kazandım çünkü Aetmin benden korkuyordu artık. Sebebini ise anlamam zor değildi. Neden ejderhalar sadece ablamı öldürmüşlerdi? Neden ben sağ kalmıştım? Bay Aetmin kendi kendine bunları sorup duruyor sanırım. Eminim. Bunun altından çıkabilecek herhangi bir sebep korkutmaya başlamıştı Miona halkını ve bir kaç gün içerisinde, 2.482 m uzaklıktaki Ars Malikanesi'ne götürüldüm apar topar. Miona halkının yoğun ısrarı üzere ebeveynlerimi hiç bir şekilde göremeden, ablama veda edemeden, acımla beraber Varis'lerin önüne çıkarıldım. Arzu edilen şey belliydi: Miona halkı ölüm talep ediyordu. ebnim ölümümü. ♤♡◇♧
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD