Oğlunun valizinden aşırdığı tişörtü göğsüne bastırırken akan göz yaşını sildi. İki dakika önce otobüse bindirmiş kırk tembihi bir yapmış ve yolcu etmişti. Göktuğ, son dakikaya kadar annesi onu durdursun gidemezsin desin diye de beklemişti ama Ceylan bu defa savaşamayacak kadar yorgun ve kırgındı. İnsan evladına nasıl kırılır denir ya kırılıyordu işte çünkü annesini çok aşağılık bir konuma layık görmüş bir evlat vardı karşısında.
Taksiye bindiğinde evin adresini verdi. Göğsü sıkışsa da aldığı derin nefeslerle bunu bertaraf etmeye çalıştı. Kahvaltıyı bile doğru dürüst yapamamış yine annesinin çenesi ile boğazına kadar lafa doymuştu. Babası bu defa annesini daha sert uyarmıştı çünkü kızının gözlerinde gördüğü o kırgınlığı ve verdiğin kararların netliği yüreğine korku düşürmüştü. Bir de elalem ne der muhabbeti vardı. Zamanında kaçıp millete rezil etmiş olan kızı yeniden bir rezillik çıkarmasın diye dua ediyordu. Aslında kimse ilk sırada hiç Ceylan’ı düşünmüyordu. Annesi kendisini ve evin işini hesap ederdi. Babası rezil olmamayı ve parayı. Kardeşi, aslında kardeşi en başından beri ablasına hep destekti ama Gülden işin içine girdiğinde çekmişti elini eteğini çünkü kendi ailesini kuracaktı. Önceliği kendi ailesine vermeliydi. Ve Ceylan tüm kırgınlıkları ile ortada kalmıştı.
Kapının önüne gelen taksiden indiğinde göz yaşlarını sildi. Annesinin “Madem zırlayacaktın göndermeseydin” laflarını çekemezdi. Kendi haline kaldığında içi çıkana kadar ağlayabilirdi.
Eve girdiğinde akrabalarından gelenler vardı. Onlara sahte ve eğreti bir gülümseme ile selam verip odasına geçti. Oğlunun tişörtünü kendi dolabına koyup beş dakika kadar yatağın üzerinde oturdu ve bekledi. Ellerini saçlarına geçirirken eğilip gözlerini kapayarak soluklandı. Bir anneye en büyük yük vicdan yüküdür. Ceylan oğluna tokat attığı elinin vicdani sızlamasına karşın saçlarını biraz daha çekti. Acıyordu. Canı ruhu ömrü aldığı nefes bile acıyordu.
Düğün zamanına kadar ki koşturma için ayağa kalktığında gözlerinin doluluğunu silmek içine avuç içlerini kullandı. Odanın kapısını açtığında aldığı soluğu sesli biçimde verdi. Curcuna ve koşturma başlıyordu. Her şey tamam olup gelin damatla düğün salonuna girene kadar yemek bile yiyemeyen Ceylan isyan etmeye hazırdı. Kendi saçlarını bile evde kendi yapmıştı. Çünkü annesi “Sende gelinle kuaföre gidersen para çok olur sana gerek yok boyaya süse. Hem kime beğendireceksin kendini dul halinle” demiş damarının üzerinde resmen tepinmişti. Bordo renk takım elbise olan kıyafetini de sırf “Elbise olmaz sana” lafları sonucu almıştı.
Gelenlere hoş geldiniz diyen anne babasının yanından ayrılıp gelin odasında kardeşini ve gelini kontrol etti. Yüzündeki o eğrelti gülümseme resmen kaslarını ağrıtıyordu çünkü kendini çok zorluyordu.
Düğün esnasında hemen salonun birkaç dükkan ötesindeki dürümcü de karnını doyurmayı aklına not ederken gelinle damadın çıkma zamanı geldi. Göz devirmek yeter artık demek dilinin ucunu zorlasa da susuyordu. Zaten evini ayıracak belki de bu şekilde ailesi ile olan tüm bağını koparacaktı. Kardeşine son ablalık hatta annelik görevini yerine getirmesi gerekiyordu.
İlk dans sonrası oyun havası çalarken kardeşine sözü olan horon için müzisyenlerden şarkı istedi. Çalmaya başladığında ise omuzlarını titreterek ortaya çıktı. Annesi kırk kere yapmayacaksın millete kendini sergileme otur oturduğun yerde dese de umursamadı. Mehmet yanında Gülden ile gelip ablasının elini tuttuğunda horon oynamaya başladılar. Buruk bir gülüşle oyununu oynayan kadın üzerine sabitlenmiş bir çift lacivert gözden habersizdi. Hoş bilmeyen kimse Ceylan’ı görse en fazla yirmi altı yirmi yedi yaşlarında bekar bir genç kız zannederdi.
Evliliğin sürecinde kilo almış kocası da onu sırf kilo aldı diye başka kadınları ona tercih etmişti. Boşanıp bir yıl İstanbul da oğlu ile yaşasa da annesi hasta olunca Ordu’ya taşınmış geçen bu yedi yılda da resmen erimiş tükenmişti. O kilolu ve kocasına göre çirkin görünen Ceylan gitmiş yerinde güzel zayıf ve yaşından küçük gösteren bir kadın ortaya çıkmıştı. Son birkaç yıldır boşandığı gören Selim oğlunu doldurup kendi safına çekmeye çalışıyor kadını yeniden kendi karısı yapmayı istiyordu.
Müzik hızlandı. Ortada üçü oynarken çevresine diğer gençler de doluştu ve horon büyüdü. Dağhan Yasari ise adamları ile girdiği düğün salonunda elleri cebinde öylece izliyordu.
Müzik bitip takı töreni başladığında Mehmet ile Gülden yan yana dikildi. Boyunlarına kırmızı kurdeleleri geçiren Ceylan elinde para için iğnelerin olduğu tepsiyle dikilmeye başladı. Yüzünde yine sahte bir tebessüm vardı. dağhan, herkesin takı işini bitirmesini beklerken üst kata çıkmış aşağıyı çok net gören masalardan birine oturmuştu. Fazla dikkat çekmemek için adamları da otururken elleri her an çıkacak soruna müdahale edecek şekilde bellerindeydi.
Son üç beş kişi kalana kadar bekleyen genç adam gördüğü kızı resmen göz hapsine aldı. Ara ara gözlerini kısıyor kızın yüzündeki sıkılmışlığı ve gözlerindeki hüznü seçebiliyordu.
Kalkıp kendi hediyesini takmak için alt kata inmek adına masasından ayrılırken Ceylan elindeki iğne tepsisini gelinin on üç yaşındaki kız kardeşinin eline tutuşturdu. Gelin masasının yanından çantasını aldığında babasının kulağına “Az daha ayakta durursam açlıktan bayılacağım baba ben yan dükkana bir şeyler yemeğe gidiyorum haberin olsun” dediğinde kaşlarını çatan adam “Tek başına mı?” diye kızını tersledi. Dışarısı adam kaynıyordu. Bu olanı sevmemişti.
“Yok bana bir tabur askerle.”
Göz deviren kız masaların arkalarından dolanıp merdivenleri çıkarken Dağhan çoktan piste doğru yürüyordu. Mehmet onu görünce gülümsedi. Erkeklere has bir kucaklaşma sonrası geri çekildiğinde “Hoş geldin kardeşim” diyen damat keyiflenmişti.
“Hoş buldum kardeşim. Hayırlı olsun.”
“Eyvallah.”
Gözlerini az önce izlediği kızın yerine çevirdiğinde küçük çocuğu görmek kaşlarını çatmasına neden olmuştu. Zaten sert bir mizaca sahipti. Burnundan aldığı soluğu bırakırken cebinden çıkardığı tam altı tane altının üçünü Mehmet’e diğer üçünü de geline taktı. Kısa bir fotoğraf çekimi sonrası salondan çıkan Dağhan hemen bir sigara yaktı.
Dumanı dışarı üflerken insanlardan biraz uzak duruyordu. Böyle ortamlara alışkın değildi. Bunalmış üstelik sinirleri bozulmuştu çünkü millet sanki insan görmemiş gibi bakıyordu. O ise baktığını görememişti. Kız yoktu. Acaba gitti mi diye düşünürken adamı Serkan “Abi” diyerek kendisine bakmasını sağladı. Başını çeviren Dağhan ise birkaç dükkan ötede dürümcünün önünde çantasını karıştıran kıza lacivertleri tutunup kaldı.
Sonunda aradığını bulmuş olacak ki genç kız başını kaldırdı ve avucundaki sigara paketi ve çakmak ile daha karanlık bir kısma doğru yürümesini izledi. Karanlık kısımda yanan çakmağın alevi çok az yüzünü aydınlatsa da hemen sönmüş her nefeste ise ucu yanan sigara ateş böceği görüntüsü vermişti.
Dağhan normalde böyle değildi. Kadınlar ona gelir hiç uğraşması gerekmezdi. Lakin şimdi hiç bilmediği bir ilde hiç bilmediği insanlar içinde gamzeli kahverengi gözlü kıza takılı kalmıştı. Burnundan soluk alıp verdi. Şimdi gitse bir şey dese sorun çıkar mı diye düşünmek canını sıksa da bir adım attığı gibi kızın karanlık kısımdan çıktığını gördü.
Dürümcünün önüne yeniden gelen kız sağa sola bakınıp içeri girdi. Dudaklarını yalayan Dağhan “Serkan, hadi koçum birer dürüm yiyelim” derken adımları çoktan o yöne ilerliyordu.
“Abi, iyi hoş diyorsun da sakata gelmeyelim.”
“Koçum, bizim burada olduğumuzu babamlar dışında kimse bilmiyor. Düşmanlarımın da beni böyle bir yerde arayacağını sanmıyorum. Yürü.”
Peşindeki adamlarla dürümcüye girdiğinde duvar dibindeki küçük masada oturan ve telefonla konuşan kızın çaprazına geçip oturdu. Ceylan ise yine etrafında olanların farkında değildi. Yolda olan oğlunu aramış durumu öğrenmiş sonra bir sigara içip boş olan midesinin değim yerindeyse anasını ağlatmıştı. Şimdi ise Cansu ile konuşuyordu.
“Bacı, ben adamla konuştum. Ev işi tamam. Senden ilk iki ay depozito da almayacak. Kirayı da yedi bin olarak söyledi.”
“Yedi bin. Depozito iki aylık kira desen on dört bin lira. Ne dim Allah razı olsun. En azından hemen geçebilirim. Evden ayrılırken benim olup dolaplara koyduğum kap kacaklardan iki koli hazır edeceğim. Onun haricinde döşek yorgan yastık da hazır diyebilirim. Kendi çeyizimden havlu tülbent lif artık ne boku püsürü varsa onları alırım. Bana lazım olan çekyat, buzdolabı ve çamaşır makinesi. Daha elektrik su doğal gaz da üzerime olmalı. Bir hafta da halledebiliriz herhalde değil mi?”
“Ya sen beni çıldırtmak mı istiyorsun kızım. Hallederiz tabi. Spotçudan eşyaları bakarız. Bir günde de faturaları halledersin ama önce evin faturalarını babana devret. Görsünler bir anyayı konyayı kendileri ödeyince. Bu arada benim kenarda birikimim var sıkıştığın yerde onu da harcarız. Zaten elinde toplu işlerin vardı. gelen parayla açıkları kapatırız.”
Alnını ovan Ceylan soluğunu bıraktı. Garson elinde tepsi ile gelip “Abla dürümün” dediğinde başı ile onayladı ve önüne koymasını bekledi. Telefondan biraz daha konuşup kapadığında dudaklarını yaladı ve sırtı millete dönük olduğu için hunharca dürümünü yemeye başladı. Dağhan için bu görüntüden sonrası olmamalı kalkıp gitmeliydi ama garip şekilde sevimli bulmuştu. Parmak ucu yiyen kuş kadar beslenen hiçbir şeyi beğenmeyen kızlardan sonra köşe başı dürümcüde düğünden çıkıp yemek yiyen kız alışık olduğu bir görüntü değildi.
O da söyledi. Canı çekmişti. Adamlar da söyleyince hep birlikte yemeye başlamıştı. Telefonu çalmaya başlayan kız göz devirdi. Homurdanıp dudaklarını peçete ile silerken cevapladı. Arayan annesiydi.
“Efendim anne.”
“Neredesin sen kız delirtme beni millet seni soruyor. Her taraf yabancı erkek kaynıyor çabuk gel şuraya.”
“Anne, en sonunda ben delireceğim o olacak. Banane elin erkeklerinden ya. Karnım aç benim. Yemek yiyorum. Beş dakikaya gelirim. Uzatma.”
Telefonu kapadığında birkaç lokmalık dürüme tüm morali bozularak baktı. Ağzına götürmek istedi ama yarı yolda vazgeçti. Tepsiye koyup ellerini de kapalı ıslak mendili poşetini açtı ve sildi. Ardından kalkıp çantasını aldığında masada olan tuzluk düştü ve kırıldı. Parçaları Dağhan’ın ayağının üzerine kadar gitti. Yüzünü buruşturan kız “Allah kahretsin” derken sağına soluna bakındı. Ardından adamı fark etti ve mahcup bir şekilde “Pardon, kusura bakmayın lütfen kazara oldu.” Dedi. Garson geldiğinde ise “Kardeşim sen dürümle şu tuzluğun parasını da hesap et. Çantam çarptı.” Deyip cüzdanını çıkardı.
Dağhan kalktı. Ayağını silkelerken “Sorun yok sadece kazaydı.” Dediğinde kızın gözlerine dik dik baktı. Bakışlarını kaçıran Ceylan ise baş selamı verip kasaya doğru yürüdü. Gerekli ücreti ödediğinde hemen çıkıp salona geçti. Tabi, annesi yanına gelen kızını masanın altından çimdiklerken dişlerini sıka sıka “Evde sorarım ben sana.” Dedi.
Düğün sonrası köye çıkılacaktı. Bu nedenle gerçekten zor bir gece ve ertesi günü onu bekliyordu. Dağhan kızdan sonra kalktı. Salona girdi ve masada oturup hiç kalkmayan ara ara telefonu ile oynayan kızı üst kattan izleyip durdu. Serkan ise patronunun ondan istediğini yapmak için çoktan çalışmalara başlamıştı.
Düğün biterken iki tarafın aile efradı kaldığında Gülden’in annesi gülümseyerek Ceylan’ın yanına gelip “Çok güzel oynadınız kızım maşallah. Öyle seviniyorum ki kızımın yalnız olmayacağına. Ona da ablalık edersin Ceylan’cığım” demesiyle boş boş kadının yüzüne baktı. Kadının yanına kocası da gelince ikisine de aynı bakışları atıp “Merak etmeyin sahte sözlere gerek yok. Bir hafta içinde o evden taşınacağım. Babamın evinden sizin laflarınız yüzünden gitmek de varmış. Malum, dul görümce istemiyorsunuz ya kızınızın olduğu evde.” Derken yüzlerinin değiştiğini görmek hoşuna gitmişti.
Kadın “Biz öyle demek istememiştik” dese de göz deviren Ceylan “Başkasının evindeki insana karışma hakkını size kim veriyor bilmiyorum ama merak etmeyin sizin de evladınız var. Allah büyüktür.” Diyerek arkasını döndü ve köşeye çekildi. Hiçbir aile resminde yer almadı. Sadece teke tek kardeşi ile iki resim çekildi o kadar.
Dağhan, geri dönecekti normalde ama şehrin sahil kesiminde olan en iyi otellerden birine giriş yaptı. Odaya çıktığında kendini yatağa atıp tavanı izledi. Galiba birkaç gün daha Ordu’da vakit geçirebilirdi.
Sonunda gelinle damadı eve yerleştiren aile üyeleri evlerine dağılırken köydeki eve çıkan Ceylan ile ailesi de oturmuş yorgunluğu çıkarıyordu. Annesi o an başladı konuşmaya ki asla durmuyordu.
“Sen ne demeye düğünden çıkıp gidiyorsun? Sana benden habersiz çıkıp gitmeyeceksin demedim mi? Her taraf erkek kaynıyor kimin kim olduğu belli değil yine başımıza iş mi açacaksın. Bir de telefonda beni tersliyorsun. Hiç utanmıyor musun?”
Ceylan “Ben mi utanacağım anne? Eve gelin alıyorsunuz ailesi istemiyor diye kızınızı sokağa atıyorsunuz. Kaç yıl iki tarafta evi çekip çevirdim bağ bahçe işlerine baktım. Sana baktım. O kadar işin içinde kendim çalıştım para kazandım eve verdim. İttiniz kaktınız ağzından laf eksik olmadı. Ne sokağa çıktım tek başına ne de bir akrabanın yanına gittim. Boşandım diye utandınız benden. Çocuğuma demediğiniz kalmadı. Şimdi onu da yolladım. Ağzın açıldı başka erkek, utanılacak şey yapmak, küfretmek durup durup beddua etmek. Hala bana bir şeyler diyebiliyorsan Allah sana beni mumla aratır da bulamazsın. Bir hafta içinde ben gidiyorum. Evi ayarladım. Bana ait olan eşyalardan iki koli hazır edeceğim. Size verdiğim paralardan bana geri vereceksiniz şöyle otuz bin kadar. Siz sağ ben selamet. Ondan sonra bayramdan bayrama.” Dediğinde sesi de yükselmişti.
Sinirden yüzü kızarmış olan kadın ayaklandığı gibi kızına tokat atıp vurmaya başladı. Yumruk ettiği elleri ile öyle bir vuruyordu ki ayağa kalkan kocası onu kızının üzerinden çekmek istese bile beceremiyordu. Ceylan düştüğü yerden birkaç adım emekleyip uzaklaştığında dudağının kıyısındaki kanı sildi.
Ayağa kalktığına kendini koltuğa atmış bayılma numarası yapan annesine “Bitti. Bu gece bu evde seninle yaşadığım sondur. Ne kızım var de ne de annem var derim.” Deyip odadan çıktı. Kendi eski odasına geçip kapıyı çarptı. Bundan böyle kimseye acımayacaktı çünkü başı beladan da sıkıntıdan da kurtulmuyordu. Zaten en başından evden kaçma nedeni annesi değil miydi? Kapının arkasındaki çivide asılı olan eski pijamalarını giydiğinde yer yatağına uzandı. Dudakları ağlamamak için direnirken aklına yıllar öncesi geldi. On altı yıl öncesi. İki bin sekiz yılının yaz ayı. İstanbul da yediği o büyük dayağın gecesi. Yine haksız bir şekilde yaşadıklarının getirisiyle verilmiş yanlış kararın milat gecesi.