1 Bölüm "Yaşıyorsun ve daha zamanın var inşa etmeye"
O gün de her zamanki gibi sabahın erken saatlerinde uyanmıştım. Zaten alışkanlık olmuştu; gözlerim daha güneş doğmadan açılırdı hep. Ama sabahları evde kahvaltı yapmak gibi bir huyum yoktu. Ne yalan söyleyeyim, evde fazla yiyecek de olmazdı zaten. Gerektiğinde dışarıdan alırdım. Bu huyum biraz da paramın kıtlığından, hayatın bana dayattığı sınırları kabullenmekten geliyordu.
Yatakta uzanırken bugünün işleri aklımdan geçmeye başladı. Kim gelir, hangi tamiratlar olur, ustanın keyfi yerinde midir derken saate bir göz attım ve kalbim hızla çarptı. Geç kalmıştım! Eğer hemen kalkmazsam işin başında olmadığımı fark edeceklerdi.
Apar topar banyoya gidip yüzümü yıkadım. Aynada yansıyan yüzüm bana hiç yabancı değildi; yorgun ama inatçı bir bakış. Traş olmam gerektiğini fark ettim ama artık vakit çoktan geçmişti. Sakallı halimle işe gitmek zorundaydım. İçimden “Sakallı ve biraz fakir görünmek bana yakışıyor zaten” diye geçirip kendi kendime alaycı bir tebessüm ettim. Saçlarım biraz uzundu, önüme düşmesin diye aceleyle arkadan topladım. Üzerime temiz sayılacak bir şeyler geçirip evden çıktım.
Kapının önünde beni karşılayan şey temiz ve ferah bir sabahtı. Hava insanın içine huzur veriyordu. İşe motorla gidecektim. Uzun zamandır biriktirdiğim parayla, pahalı olmasa da bana göre çok değerli bir motor almıştım. Henüz kask alacak param çıkmamıştı, ama motorumun sesi bile bana yetiyordu. Onunla işe otuz dakikada varabilirdim. “Birkaç dakika gecikmemden bir şey olmaz,” deyip kendimi yola bıraktım.
Tamirhaneye vardığımda ustanın da yeni gelmiş olduğunu gördüm. Bir an içim rahatladı. Gözüne çarpmadan hemen arka tarafa geçip sanki çoktan oradaymışım gibi bir işin ucundan tutmaya başladım.
Evet, ben Kemal… Bir tamirciydim. Araba, motor, bisiklet… elimden ne geçse tamir etmeyi çok severdim. Demirle, yağla uğraşmak bana ağır gelmezdi. Ama keşke kendi hayatımı da aynı kolaylıkla tamir edebilseydim. Ne yazık ki o şansın kullanım kılavuzu çoktan bitmişti. Belki de hiç olmamıştı.
Arkadaşım Osman hâlimi görünce ıslık çaldı ve bana göz kırptı. Elimle “Ses çıkarma!” işareti verdiğimde yanımda belirdi.
“İyi yırttın ha,” dedi gülerek.
Haklıydı da.
O sırada usta, aldığı simit ve poğaçaları önümüze bırakınca ancak aç olduğumu fark ettim. Karnım guruldayınca anladım ki bugün belki de şanslı günümdü. Osman çay koymaya gidince hemen poğaçalardan birini kaptım, daha sıcacıktı. Aç gözlülükle ısırırken Osman elinde bardaklarla döndü.
“Çay da iç! Boğulacaksın, neden tıka basa yiyorsun?” diye her zamanki gibi bana takıldı.
“Bırak beni, boğulmam ben,” diyerek çaydan birkaç yudum aldım. Ardından gözlerimi devirdim. “Sabah kalktığımda yemek yiyemiyorum, hem kahvaltı hazırlayacağıma gidip uyurum daha iyi.”
Osman kıkır kıkır güldü.
“Eee o zaman sen de sevdiğin bir kadınla evlen, o sana kahvaltı hazırlasın. Zaten otuz yaşına ne kaldı ki? Bir yıla otuz oluyorsun.”
Derin bir nefes aldım. Onun sözleri canımı acıtmamıştı ama bir boşluğa dokunmuştu.
“Her kes senin gibi şanslı değil kardeşim,” dedim biraz homurdanarak. “Benden küçük olsan da hayatının kadınını buldun, şanslısın. Ben mi? Ben daha otuz yıl da yaşasam bulamam galiba.” Simit bitmişti ama içimdeki açlık hâlâ doymuyordu. Yemeğe değil, hayata açtım sanki.
Osman sandalyesine yaslandı.
“Kardeşim, bugün işin çok mu? İş çıkışı gider birer bira yudumlarız, kafa dağıtırız,” deyip gözlerimin içine baktı. Sanki “evet” desem motor gibi fırlayıp kalkacaktı.
Ben kahkahayı patlattım.
“Hülya ne zamandır sana içki içmen için izin veriyor? Hani sen hanımcıydın, hani ‘hanımcılar kazanır’ diyordun?”
Osman göz kırptı.
“İzin verdi, sen merak etme. Geliyor musun, gelmiyor musun?”
Başımı sallayıp güldüm.
“Tamam, tamam, şaka yapıyorum. Gelmez miyim hiç? Sen iste de ben gelmeyeyim mi kardeşim? Ama önce ustanın çemkirmesine fırsat vermeden işin başına geçelim. Çok oyalanmış olduk.”
Ustamla çok da iyi anlaşmazdım. Onun huysuzluğu benim suskunluğuma çarpardı hep. Ama işimde iyi olmam, onun da paramı zamanında vermesi yüzünden birbirimize katlanıyorduk. Bence gayet makul bir anlaşmaydı.
Yaklaşık bir saat çalıştıktan sonra kısa bir mola verme kararı aldım. Çayımı yeni yudumlamıştım ki, kapının önünde siyah bir Mercedes durdu. Gözlerim istemsizce arabaya kaydı. Direksiyondan inen bir kadındı.
Güzel… evet, kesinlikle güzel bir kadındı. Kumral saçları omuz hizasında, buğday teni güneş ışığında parlıyordu. Ama en çok gözleri dikkatimi çekti; yemyeşil ve derin. Boyu tahminen bir yetmiş civarıydı. Fakat yüzündeki ifade, güzelliğini gölgeler gibiydi. Bir hüzün vardı bakışlarında.
“Acaba bu yüz hep mi böyle? Yoksa sadece bugün mü mutsuz?” diye geçirdim içimden. Sonra kendi soruma kendim cevap verdim: “Bana ne.”
Başımı hemen eğdim, ellerimi işime çevirdim. Ama zihnim, o yabancı kadının bakışında takılı kalmıştı.
Kadın bana doğru yaklaştı.
“Merhaba bayım, bana yardım eder misiniz?” dedi yumuşak ama kararsız bir sesle.
“Tabii, buyurun efendim. Ben Kemal, size nasıl yardımcı olabilirim? Arabanızda sorun mu var?” dedim. O an fark ettim, ismimi neden söylemiştim ki? Normalde tanımadığım insanlarla samimi olmaktan kaçınırdım. Ama dilim benden önce davranmıştı.
“Teşekkür ederim,” dedi ince bir gülümsemeyle. “Arabam çalışmıyor… yani çalışıyor da marş basmıyor. Akü dolu ama sebebini anlayamıyorum. Yolda durduğumda bir beyefendi bana yardım etmişti, fakat bu sorunun tekrar edeceğini söyledi. O yüzden en yakındaki tamirciyi bulmak istedim. Ve işte şimdi buradayım.”
Onun telaşlı ama aynı zamanda kibar tavrını izlerken başımı salladım.
“Sorun kolay, hanımefendi. Ama bana birkaç saat vermelisiniz.”
Kaşları hafifçe çatıldı, gözlerindeki endişe derinleşti.
“Çok mu geç olur?” diye sordu, düşünceli bir hâlde bana bakarak. O bakışların içinde sanki gizlenmiş bir hikâye vardı. İçimden “Neyin derdi var senin, Mahur?” diye sormak geçti. Ama tabii ki bunu dillendiremezdim.
“Merak etmeyin,” dedim sakin bir sesle. “Elimden geldiğince erken bitirmeye çalışırım.”
Başını hafifçe eğerek gülümsedi.
“Benim ismim Mahur. Bu da numaram,” dedi, elindeki küçük kartı bana uzatarak. “Biraz işlerim var. Araba hazır olduğunda lütfen bana haber verir misiniz?” Masumiyetle parlayan gözleri bana takılıp kaldı.
“Peki, Mahur hanım,” dedim kısa bir tebessümle. Kartı aldım, elimde bir an fazla tuttuğumu fark ederek cebime koydum.
Sonra arkasını dönüp ağır adımlarla uzaklaştı. Sokak boyunca ilerleyip bir taksiye bindiğinde gözlerim hâlâ ondaydı.
Aslında arabanın çok da işi yoktu. Ama elimde başka işlerim vardı; o yüzden süreyi uzatmıştım. Verdiği karta göz attığımda “Mahur Aydoğan” yazısını gördüm. Dudaklarımın arasından fısıltı gibi döküldü:
“Herhâlde zengin, kendini beğenmiş bir kızdır…”
Ama sonra düşündüm. Hayır… bakışları hiç de öyle demiyordu. İçten içe, içinde sakladığı başka bir ağırlık vardı.
Kartı cebime koyduğum anda Osman’ın teybi çalıştırdığını duydum. Atölyenin içinde yankılanan ses bana kendimi geri getirdi. Osman’ın en sevdiği şarkı çalıyordu. Irmak Arıcı - "Yağmurum ol"
Beni bir ben bilir, birde yağmurlar
O buz kalbine değse korlar
Beni mutlu sanmasınlar
İçimden yüreğimi söküp aldılar
Başkası dokunmasın aman
O gözlere yandım yar
Eller sana dokunurken
Yapamam, yaşayamam
İçimde var yangınlar
Bir tek suçlu sensin yar
Ben seviyorum seni dedikçe
Bastın kalbime közü aman
Çok garip bir şarkıydı… Bazen dinlerken içimde tarifsiz bir mutluluk olurdu, bazen de kalbime ağır bir hüzün çökerdi. Galiba boş ve sıkıcı hayatımdan çoktan bıkmıştım. Bunu kendime itiraf etmek zor değildi; zaten en iyi ben biliyordum.
O sırada Osman, arabaların altına uzanmış işine bakıyordu. Bense aylak aylak oturuyor, sanki içimde bir şeylerin eksikliğini düşünüyordum. Bir anda şarkı sustu. Onun yerine ne olduğunu anlayamadığım bir ses geldi. Ardından yer kabuğu sanki yarılıyormuş gibi titremeye başladı. Gözlerim karardı, başıma sert bir şey düştü ve o anda bayıldım. Boşluğun ve karanlığın içine çekildiğimi hissettim.
Gözlerimi açtığımda hava kararmaya başlamıştı. Başım zonkluyordu. Osman, telaşla beni uyandırmaya çalışıyordu. “Kemal, hadi, kendine gel!” diyordu. Deprem olduğunu anlamıştım ama o an ustanın burada olmayışı yüzünden neler yaşadığını bilmiyordum.
Zorlukla gözlerimi açtım, boğazımdan kısık bir ses çıktı:
“Nasıl… nasılsın? Neler oluyor?”
“İyiyim,” dedi Osman, yüzünde toz ve endişe dolu bir ifade vardı.
Etrafa baktığımda gördüğüm manzara yüreğime oturdu. Dükkan çökmüştü, arabaların üst kısımları enkazın altında kalmıştı. Osman şans eseri arabaların altında olduğu için arka taraftan sıyrılıp kurtulmuştu. Benimse hâlâ nefes almam mucizeydi. Arkama döndüğümde dikkatimi çeken tek şey vardı: Sanki mucize gibi, yalnızca bir araba sağlam kalmıştı. Ve o araba Mahur hanımın arabasıydı.
Ayağa kalkıp dengesiz adımlarla etrafa baktım. Sonra Osman’a döndüm, aklıma ilk gelen şey onun sevdiği kadındı.
“Hülya nasıl? Haber alabildin mi?”
Osman başını iki yana salladı, gözleri dolmuştu.
“Telefon çekmiyor. Hiçbir şekilde ulaşamıyorum,” dedi. Sesindeki titreme, karısına duyduğu derin sevgiyi ele veriyordu. Hülya’ya olan bağlılığını bilirdim. Onun o hâlini görmek yüreğimi dağladı.
Omzuna dokundum.
“İyidir kardeşim, meraklanma. Burada kalmanın bir anlamı yok. Seni eve götürürüm.”
“Haydi hemen gidelim,” dedi. Sanki bir dakika bile beklese nefesi kesilecek gibiydi.
Haklıydı. Ben olsam ben de bekleyemezdim. Hiç vakit kaybetmeden motora bindik. Kasklarımızı taktık, Osman da arkamdan oturdu. Motorun sesi, o yıkımın sessizliği içinde farklı bir yankı oluşturuyordu.
Yol boyu gördüklerimiz ise içimizi daha da kararttı. Deprem her şeyi altüst etmişti. Yıkıntılar, panik içindeki insanlar, çaresiz çığlıklar… Telefonlar hâlâ çekmiyordu. Bir yanda ağlayan, kayıplarını arayan insanlar, diğer yanda kurtulduğu için şükredenler… Hatta fırsattan istifade hırsızlık peşinde koşanlar bile vardı. İnsanlık her yönüyle karşımızdaydı.
Beş dakika kalmıştı eve varmamıza. O sırada Osman’ın telefonu çalmaya başladı. Onun gözlerindeki korku ve umut birbirine karışmıştı. İçimden, “Acaba Hülya mı?” diye geçirdim.
Motoru durdurduğumda titreyen elleriyle telefonu açtı.
“Osman, nasılsın? Ben iyiyim, seni bekliyorum,” dedi bir kadın sesi. Evet, bu Hülya’ydı. Ve evet, yaşıyordu!
Osman’ın gözlerinden sevinç fışkırıyordu.
“Evet karıcım, geliyorum. İyiyim ben, meraklanma,” dedi ve gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı.
Yeniden yola koyulduk. Osman artık biraz olsun rahatlamıştı. Ama eve vardığımızda gördüklerimiz karşısında donup kaldık.
● ● ● ● ●
“Belki şu an her şey üstüne geliyor gibi hissediyorsun, ama bunun da üstesinden geleceksin.”
● ● ● ● ●
Osman’ın evi tamamen yıkılmamıştı, ama üst kısmı çatlamış, duvarlar yarılmıştı. Çevredeki evler de aynı haldeydi. Allahtan deprem öğlen olmuştu; çoğu kişi işteydi, evde kalanlar ise ilk sarsıntıda dışarı kaçmışlardı. Çok şükür, ölen yok gibiydi. Varsa da henüz haberimiz olmamıştı. Birkaç saate net haberler alınırdı.
Hülya’nın anne babasının evi deprem bölgesinden uzaktaydı, çok az etkilenmişlerdi. Bu yüzden Osman ve Hülya gerekli eşyalarını toplayıp evin kapısını kilitlediler. Komşuları da aynı tarafa gidiyordu, aileleriyle birlikte. Onlarla vedalaştım.
Sonra evime doğru yol aldım. Eksi bir apartmanda yaşıyordum. Dışarıdan bakınca sağlam görünüyordu. Ama kalbimde bir tedirginlik vardı.