Yazarın anlatımı..
Dumrul, Cem’i yavaşça yere bıraktı. Kalp atışı zayıftı, ama yaşıyordu. Gözleri, duyduğu son sözlere kilitlenmişti:.
“...tuzak...”
Telsiz tekrar sustu. Patlama sesinden sonra ne Hasan’dan ne de Ali’den bir ses gelmişti. Bu bir sinyaldi. Ya düşman etki altına aldı ya da iletişim bozuldu. Dumrul’un zihninde anında üç farklı senaryo oluştu. Ve sadece saniyeler içinde karar vermesi gerekiyordu.
Zeki, silahını pencereden çıkarıp etrafı kolaçan ediyordu.
“Komutanım, doğu tarafı toz duman. Birileri yaklaşıyor olabilir. Ya bizimkiler ya da... onlar.”
Dumrul, hızla karar verdi. Görev artık üçe bölünmüştü:
Cem’i güvenli bir noktaya taşımak,
Hasan ve Ali’nin durumunu öğrenmek,
Tünel tehdidini analiz etmek.
Dumrul, gözünü Cem’in gösterdiği yere çevirdi. Evin zemininde eski bir kilim vardı. Onu kaldırınca altında paslı bir kapak göründü. Kapak üstten sürgülüydü. Açmak birkaç saniye sürdü. Aşağı doğru inen dar bir tünel vardı. Derin, karanlık ve sessiz...
“Zeki, Cem’i al, Kadir’le birlikte kuzey yamaçtaki mevziye taşıyın. Ben tünele iniyorum.”
Zeki karşı çıktı.
“Komutanım, tek başınıza olmaz.”
Dumrul, gözleriyle onu susturdu.
“Bu timde her adım hesaplanır Zeki. Eğer ben çıkmazsam, raporu sen yazacaksın.”
Zeki istemeden başını salladı. Cem’i sırtına aldı ve geri çekilmeye başladı.
Yüzbaşı Dumrul, omzundaki tüfeği sırtına aldı. Tabancasını çekti. Tünelin başında bir an durdu. Derin bir nefes aldı.
Ve karanlığa adım attı.
Tünel dar ve rutubetliydi. Tavandan sarkan kökler, toz kokusu ve metalik nem havası... Sanki bu tünel sadece fiziki bir geçit değil, geçmişin karanlığıydı.
İlk on metre boyunca hiçbir şey yoktu. Sonra zemine yerleştirilmiş kablolar gözüne çarptı. Bunlar el yapımı patlayıcı sistemlerine bağlı olabilirdi. Dumrul dikkatle ilerledi. Her adımı ölümle randevu gibiydi.
Tünelin sonunda, soluk bir ışık huzmesi vardı. Bir tür odacığa açılıyordu. Dumrul yavaşça yaklaştı. Kapalı bir kapı vardı. Kulaklarını dayadı.
Fısıltılar.
İki, belki üç kişi... Türkçe konuşmuyorlardı. Aksan Arapça’ya yakındı ama farklıydı. Profesyonel değillerdi, ama tehlikeliydiler. Odanın içinde biri haritadan söz ediyordu.
“...görüşmeleri engelledik... İki kişi hâlâ yakalanamadı... ama biri ağır yaralı.”
Dumrul’un gözleri büyüdü. Cem ve Yusuf’tan bahsediyorlardı. Demek ki Yusuf hâlâ hayattaydı.
Ve o anda içeriden bir çığlık sesi geldi.
Bu Yusuf’tu.
Dumrul, cebindeki ses bombasına uzandı. Tetikleyiciyi hazırladı. Ardından kapının üst köşesinden bir aynayı uzatarak içeriyi gördü.
Üç kişi vardı. Biri makineli tüfekle kapıya bakıyordu. Diğer ikisi haritaya eğilmişti. Yusuf, elleri bağlı şekilde bir köşede diz çökmüş durumdaydı.
Dumrul’un planı netleşti:
Ses bombası ile dikkat dağıtmalıydı. En önemlisi Yusuf’u sağ bir şekilde çıkarmak.
Derin bir nefes aldı.
“Sessiz sınır bitti.” diye mırıldandı. Sonra pimi çekti, bombayı attı.
Patlama sesiyle oda toza boğuldu. Dumrul hızla içeri daldı. Birincisini dizinden, ikincisini omzundan vurdu. Üçüncüsü silahını kaldırmaya çalışırken, Dumrul’un tekme darbesiyle yere yığıldı.
Yusuf’un yanına geldi. Gözleri kan içindeydi ama yaşıyordu.
“Komutanım...” diye fısıldadı.
“Konuşma. Çıkıyoruz.”
Tünelden çıkarken, telsiz tekrar cızırtıyla çalıştı.
“Ko...ta...m! Tuzak... tepede... geri...!”
Zeki’nin sesiydi. Ama çok geç...
Tünelin çıkışında onları bekleyen keskin nişancı, tam Dumrul tırmanırken ateş etti.
Mermi, omzunu sıyırdı ama Yusuf’u da geriye çekti. Dumrul, dişlerini sıktı. Yusuf’u sırtına aldı, mermilere rağmen onu güvenli alana taşımalıydı.
Tepede Zeki ve Kadir pozisyon almıştı. Anında karşı atışla nişancıyı etkisiz hale getirdiler.
Yüzbaşı Dumrul, Yusuf’u yavaşça yere bıraktı. Gözleri hâlâ çevreyi tarıyordu.
Hasan ve Ali, patlamadan sağ çıkmıştı. Ufak sıyrıklarla atlattıkları patlamanın izleri üzerine giydikleri kamufalajın üzerine bulaşmış kan lekelerinden anlaşılıyordu.
Düşmanın planları bu geceye ait değildi. Asıl operasyon, henüz başlamamıştı.
Gece, sabaha evrilmek üzereydi. Ufukta beliren ilk solgun ışık, yıkık köyün taş duvarlarına çarpıp gölgeleri daha da uzatıyordu. Toprak, patlamanın izleriyle hâlâ titriyordu.
Timin tamamı hayattaydı. Ama yorgun, kanlı ve sessizdi.
Yüzbaşı Dumrul, Yusuf’un başında diz çökmüş, hâlâ bilinci yarı açık olan arkadaşının nabzını kontrol ediyordu. Cem ise, ilk yardım çantasından verilen morfinle kısmen rahatlamış, hafifçe kıpırdanabiliyordu.
O sırada Hasan, tünelde buldukları eski haritayı açtı. Kirli, kan lekeli bir kâğıttı ama dikkatle bakıldığında birkaç yer adı ve sembol seçilebiliyordu. Daire içine alınmış bazı noktalar, eski NATO üsleri, telsiz kuleleri ve askerî radar merkezlerine işaret ediyordu.
Hasan, haritayı yere serdi. Dumrul yanına geldi.
“Bu rastgele bir köy baskını değilmiş,” dedi Hasan. “Bu... daha büyük bir operasyonun parçası. Belki de sadece öncüsü.”
Dumrul gözlerini haritadan ayırmadan mırıldandı.
“Hayalet bir plan. Hiçbir yerde yazılı değil ama izleri var. Ve bu geceyle sınırlı değil.”
Çavuş Zeki, diz çöktü.
“Komutanım, şu haritadaki ‘Çataltepe’ mevkii... O bölgede aktif radar yok ama bir süre önce bölgede inşaat faaliyeti olmuştu. Görünüşte sivil ama askerî raporlarda ‘şüpheli’ diye geçiyor.”
Dumrul, haritanın o kısmına odaklandı.
“Yani düşman, terk edilmiş veya görmezden gelinen yerleri aktif hâle getiriyor. Sınırın içindeki boşlukları dolduruyor. Sessiz, sinsice...”
Ali, gözlerini haritadan ayırmadan sordu:
“Komutanım... Peki bu harita neden bizdeydi? Neden Cem ve Yusuf’un ekibi bu köye çekildi?”
Cevap Dumrul’un sesinde donuk bir yankı olarak geldi:
“Çünkü... bu bir yemdi. Alfa timi bu haritanın varlığını sızdırmıştı. Amaç, düşmanın eline geçmeden önce izlerini sürmekti. Fakat tuzak bizden daha derine inmiş.”
Telsiz yeniden cızırtıyla canlandı. Merkez Komutanlığı'ndan bir ses geldi:
“Yüzbaşı Dumrul. Bölgedeki patlama sesi tespit edildi. Acil durum protokolü devrede. Timiniz görev dışı ilan edildi. Lojistik destek sağlanacak. Konumunuzu sabit tutun.”
Dumrul, telsizi sessizce eline aldı ve kapattı. Askerlerine bakıp konuştu.
“ Görev devam ediyor, birlikte Çataltepe’ye ilerliyoruz. Harita elimizde. Hareketsizlik düşmana zaman kazandırır.”
“Komutanım, bu doğrudan emir ihlali demek olur.”dedi Cem, fısıltıyla..
“Evet,” dedi Dumrul. “Ve bazı emirlere itaat etmek, daha büyük ihanettir."diyerekte ekledi.
Telsiz sessizliğe gömüldü. Artık bu bir resmî görev değil, bir inanç operasyonuydu.
Timin önünde 20 kilometrelik zorlu bir yol vardı. Çataltepe’ye ulaşmak için dağlık bölge, boşaltılmış mayın tarlaları ve eski sınır hattı geçilecekti.
Cem ve Yusuf taşınamayacak durumdaydı. Zeki ve Kadir, onları taş duvarlarla çevrili eski gözetleme noktasında korumaya karar verdi. Geriye kalan üç kişi: Dumrul, Hasan ve Ali... operasyona devam edecekti.
Hasan sırt çantasına son bir kez baktı, haritayı yerleştirdi.
“Tim yarılsa da yürek tam komutanım,” dedi.
Dumrul sadece başını salladı.
Ve yola koyuldular. Hayalet Ağı çözmek için... önce hayalet gibi olmaları gerekiyordu.
Çataltepe’ye yaklaştıkça işaretler netleşti.
Eski bir askeri depo binasına dönüştürülmüş sivil yapı, gecenin ortasında çok az ışıkla çalışıyordu. Dron benzeri küçük cihazlar çevreyi tarıyordu. İçeriden gelen hafif jeneratör sesi, yapının boş olmadığını gösteriyordu.
Ve içeride...
Uydu bağlantılı sinyal kesiciler, Bir dizüstü bilgisayar, harita yazılımları açık. Çeşitli yabancı ülkelere ait mühimmat kutuları...ve Arapça yazılmış bir not..
"(El-Ramād El-Eswed) - "Kara Kül"
Hasan notu okuyup Dumrula'a baktı.
"Komutanım...! Bu şifre, yada başka bir eylem kodu mu?"
"Hayır.. " dedi Dumrul... ciddî ve sertti bakışları.
"Kara Kül, direk eylemi yapanın kod adı. bir tür psikolojik oyunla manipüle etmeyi planlayan bir düşman."
"Nasıl komutanım? Bu kadar düzenek, bilgi..?"
Dumrul'un gözleri bilgisayara sabit bir şekilde kafasını salladı.
"Kara Kül’ün stratejisi...Bizi bir tuzağa çekmek için eski askeri bağlantılarını ve taktiklerini kullanıyor....yani attığımız yada atacağımız adımları hesaplıyor."
Hasan öyle bir şaşkınlıkla Yüzbaşının yüzüne baktı ki. Ama Dumrul'da mimik kıpırdamadan öyle duruyordu. Soğuk kanlı ve soğuk hisleri asla onu yanıltmazdı.
"Ne demek bu?"
"Kara Kül, eski bir asker demek.. aslanım."
Yüzbaşı Dumrul, gözlerini dizüstü bilgisayardan ayırmadan mırıldandı:
“Bu adam sadece geçmişimizi değil, geleceğimizi de okuyor. Ve biz, onun oyununun tam ortasındayız.”
Ali, odanın köşesindeki mühimmat kasalarını kurcalarken bir şey buldu.
“Komutanım… Burada zamanlayıcılı bir sistem var. Sayı geriye doğru sayıyor. 23 dakika kaldı.”
Hasan hemen ekranın diğer tarafındaki dosyalara göz attı. Bir program çalışıyordu. Harita üzerinden bölgede sinyal karıştırma yapan cihazlar, belli aralıklarla yeniden aktif oluyordu.
“Bu sadece bir tuzak değil komutanım… Çataltepe’yi kullanarak sınır ötesi iletişimi kesmeye çalışıyorlar. Belki bir saldırı hazırlığı bile olabilir.”
Dumrul bilgisayarın USB portuna mini bir veri cihazı taktı. Elindeki eski haritayı kaldırıp Ali’ye uzattı.
“Tünelde bulduğumuz haritayla buradaki dijital koordinatlar birebir örtüşüyor. Kara Kül, bu ağı yıllardır örüyor olabilir.”
Hasan fısıldadı:
“Peki şimdi ne yapacağız?”
Dumrul sertçe ayağa kalktı. Gözleri dışarıdaki sessiz dağlara takıldı.
“Bu yeri havaya uçuracağız. Ama öncesinde içerideki verileri merkeze ulaştırmalıyız. Kara Kül’ün planını ancak böyle çözebiliriz.”
Ali şüpheyle sordu:
“Merkez bizi görev dışı ilan etti, komutanım. Sinyaller karışıyor. Nasıl aktaracağız?”
Dumrul’un bakışları sabitti:
“Kod 17’yi kullanacağız.”
Hasan ve Ali aynı anda başlarını çevirdi. Sessizlik oldu. Çünkü Kod 17, ölüm riski yüksek, tek taraflı, tek şifreli bir iletişim yöntemiydi. Kullanıldığında mesaj gider ama kullananın yeri düşmana da açık hâle gelirdi.
“Komutanım, bu...”
“Geriye dönüşü olmayan bir yol evet. Ama bu bilgileri kara kutuya ulaştırmalıyız. Kara Kül’ün kim olduğunu bulmadan sınır güvenliği diye bir şey kalmaz.”