
“Sen de kimsin?” diye bağırdım, sesim öfkeyle titriyordu. “Ne işin var pastanemde?”
Ama o asker tek kelime etmeden, hareketsizce bana baktı. Yüzü donuk, ifadesizdi. İçimde yükselen öfkeyle bağırdım:
“Manyak mısın nesin? Derhal pastanemden çık!”
Sonra kapıya yöneldim, gözlerim kilide takıldı. Ellerimle hızlıca kontrol ettim, kapı kırılmamıştı, zorlanmamıştı, hâlâ sağlamdı.
“Hey! Duymuyor musun beni?” diye bağırdım, sesim daha da sertleşti.
Ama o asker hâlâ sessizdi, gözleri bana kilitlenmişti, hareket etmiyordu. İçimde hem korku hem öfke büyüyordu.
Çayından ağır ağır bir yudum aldı, ama bana tek kelime bile etmedi. Elimdeki silahı sallamayan, hiç istifini bozmayan o adama doğru adım adım ilerledim. İçimde fırtınalar kopuyordu. Tam karşısında dururken, sakince kenarda duran poğaçadan bir tane kopardı ve ısırdı. Sanki benim varlığım hiç umurunda değilmiş gibi.
“Deli misin nesin? Cevap versene!” diye bağırdım, sesim sert ve kırılgandı.
O ise alaylı bir tavırla, hafifçe yayılarak bana baktı ve dedi ki: “Sakin ol, indir onu. Şeytan doldurur.”
Bir an duraksadım. Bu nasıl bir ciddiyetsizlikti? O an öfkem daha da büyüdü.
“Konuşsana!” dedim, sesi biraz daha sertleştim. “Bundan sonra senin korumanım...” diye ekledim.
Bu sözler karşısında gözlerimi şaşkınlıkla kıstım. O an ne diyeceğimi bilemedim. Karşımdaki askere afallamış, şaşkın bir şekilde baktım.
“Ne saçmalıyorsun sen? Senin görevin devleti korumak değil mi?” dedim sitemle.
O yumuşak ama kesin bir sesle cevap verdi: “Görevim bu. Seni korumak, vatanı korumak...”

