Selvi KARA,
Ankara... gri gökyüzüyle karşıladı bizi. Arabada Demir’in yanında oturuyordum ama aramızda kilometrelerce mesafe var gibiydi. Ellerini dizlerinin üzerinde kenetlemişti. Normalde parmaklarını oynatır, koltuğa dirseğini dayar, rahat duramazdı. Şimdi ise dimdik oturuyordu. Buz gibi.
Sessizlik vardı. O buz sessizlik.
Biliyorum, geçen gece söylediklerimiz içimize oturdu. Ama şimdi görev zamanıydı. Hislerimizi kenara bırakmamız gerekiyordu. Her zamanki gibi.
Karargah binasına girdik. Soğuk koridorlardan geçerken içimde anlamını bilmediğim bir sıkışma vardı. Göğsümde değil, sanki ruhumun tam ortasında. Bir şey olacak hissiyle yürüdüm.
Toplantı odasında Cemal Başkan, Duygu ve Yüzbaşı Murat çoktan gelmişti. Duygu göz göze geldiğimde başını hafifçe salladı. Sert bir dosya masasının üstüne bırakıldı.
“Buyurun, oturun,” dedi Başkan. Sesi her zamanki gibi buyurgandı ama bu kez daha ciddi, daha ağırdı.
Başkan konuşmaya başladı.
“Onedirect iç ağı çökertildi. Merkez kadro tutuklandı. Kamuoyuna bilgi verildi. Bu büyük bir başarı, ama aynı zamanda yeni bir kapı aralandı. Konsorsiyum adında çok daha derin bir yapı ortaya çıktı.”
Bir dosya önüme kondu. Fotoğraflar, haritalar, isimler…
İçlerinden biri dikkatimi çekti. Gençti. Gözlerinde tehlikeli bir ışıltı vardı. Sert, kendinden emin. Güçlü biri olduğu her halinden belliydi.
“Lorenzo Salvi,” dedi Duygu. “İtalya merkezli Konsorsiyum’un başkanı. Medyada yardımsever, sanata destek veren bir iş adamı gibi lanse ediliyor. Ama arka planda istihbarat, silah ve para transferleriyle uğraşıyor.”
Başkan bana döndü.
“Selvi, bu görevi sen üstleneceksin. Lorenzo’nun sosyal çevresine sızacaksın. Yakınlaşacaksın. Gerekirse onun özel hayatına dâhil olacaksın.”
Yutkundum. Gözlerim Demir’e kaydı. Kasılmıştı. Bakışları donmuştu. Birkaç saniye sonra patladı.
“Hayır. Bu görevi kabul etmiyorum. Selvi başka biriyle yakın temas kuramaz. Hele hele... sevgilisiymiş gibi davranamaz.”
O an odadaki hava değişti. Cemal Başkan gözlüklerini yavaşça çıkardı.
“Bu bir askeri emir değil Demir. İstihbaratın kararı. Bu görev özel yetkinlik gerektiriyor. Selvi en uygun isim.”
Demir bana döndü. Gözleriyle bana bağırıyordu adeta.
“Sadece bir rol mü diyorsun? Bu adamın kollarında mı olacaksın şimdi? Nasıl dayanayım buna? Bu senin görevin değil. Bu seni riske atmak.”
İçim acıdı. Ona anlayış göstermek istedim ama aynı zamanda görev bilincimi hiçe saydığı için öfkelendim.
“Demir, işimizin gereği bu. Sen de biliyorsun. Biz sahada her türlü kimliğe, her türlü duruma giriyoruz. Bunu senin anlamanı beklerdim.”
Demir başını yana çevirdi. Yumrukları sıkılıydı.
“Sana güvenmiyorum değil… Ama bu başka. O adam... farklı. O sana yaklaşırsa... ben kontrolümü kaybederim.”
İçim parçalandı. Ama görev görevdi. Gitmem gerekiyordu.
---
Roma, İki Hafta Sonra
İtalyan sokağının taş kaldırımlarında yürürken omzumdaki çantadan çok daha ağır bir yük vardı üzerimde. Lorenzo ile tanışmam için plan kusursuzdu. Tesadüfi bir sanat galerisinde karşılaştık. Göz göze geldiğimiz an, onun ilgisini çektiğimi hissettim.
Soğukkanlıydım. Rolümü oynuyordum. Ona bir sanat danışmanı kimliğiyle yaklaştım. Sakin, mesafeli, meraklı… O ise klasik bir güç düşkünüydü. Kontrol etmek isteyen ama aynı zamanda meydan okumaları seven biri.
Yakınlaşmamız günler sürdü. Her temas, her cümle dikkatle planlandı. Arka planda kimseyle bağlantım yokmuş gibi görünüyordum.
Ama bir sabah… Otelin lobisinde Lorenzo ile kahve içerken... bir çift göz üzerimde gezindi. O an içimde bir ürperme oldu. Kafamı kaldırdım.
Demir.
Beni Roma’da izinsiz takip etmişti. Göz göze geldik. Donduğum o saniyede, onun içinde ne koptu bilmiyorum. Ama bir saat içinde operasyon kesildi. Otelin veri ağı çöktü. İtalyan güvenlik birimlerinden şüphe sinyalleri geldi. Lorenzo kuşkulanmadan odayı terk ettim.
Görev başarısızdı.
---
Ankara – Karargah, Dönüş Sonrası
Cemal Başkan’ın sesi karargah koridorunda yankılandı.
“Bu yaptığınız çocukluk! Demir! İki haftalık saha çalışması senin kıskançlık krizin yüzünden çöp oldu!”
Ben susuyordum. Demir’e bakamıyordum. Ne desem, içimdeki öfkeyi anlatamazdım.
O ise sadece başını eğmişti.
Birden o öfke dile geldi:
“Seni o adamla aynı karede görmek… dayanamadım. Delirdim. Gözüm karardı.”
Dudaklarımı ısırdım.
“Ben senin gibi kıskançlıktan görevini mahveden biri değilim Demir. Sana güvenebileceğimi sanmıştım. Ama sen, beni görevimle yargıladın.”
Gözlerimin içine baktı. Çaresizdi.
“Ben seni kaybetmekten korktum. Oraya gittiğinde... onun sana dokunabileceğini düşündüğümde… içim yandı.”
Sessizlik oldu. Sonra fısıltıyla bir cümle söyledi.
“İkimiz de aynı dava uğruna savaşıyoruz Selvi, vatan için.”
Ama o cümle, o an… Yüreğime dokunmadı. Çünkü ben o savaşı verirken, arkamdan değil, yanımda yürüsün isterdim. Sahada değilse bile kalbimde.
"Madem ikimizde aynı dava uğruna savaşıyoruz Demir , Neden o zaman operasyonumun içine ettin? Ben ne yapıyordum ha? Vatan için görev için yakınlık kurdum o herifle ama sen benim görevime bile saygı duymadın." demiştim gözüm kararak.
O an anladım. Bir insanın seni sevmesi yetmiyor bazen. Seni anlayacak cesareti de olmalı.
***
İtalya’daki görev devam ederken, içimde garip bir boşluk vardı. Lorenzo’ya her yaklaştığımda sanki ruhum bedenimden ayrılıyor gibiydi. Sıcak sözler, gülümsemeler, hafif dokunuşlar… Hepsi bir oyundu ama Demir’in yokluğunda bu oyun bana cehennemi yaşatıyordu.
Yüzbaşı Murat ve Cemal Başkan karargâhta karar almıştı: Konsorsiyum herhangi bir şüpheye kapılmamıştı, dolayısıyla görevde kesinti olmayacaktı. Ben Lorenzo’nun sevgilisi gibi davranmaya devam edecektim. Lüks restoranlarda yemek yiyecek, toplantılarda el ele görünecek, bazen kameralara “aşık bir çift” gibi poz verecektik.
Oysa ben her gece otel odama çekildiğimde Demir’i düşünüyordum. Gözlerindeki öfkeyi, beni o gün karargahta nasıl kıskandığını, sesinin nasıl titrediğini… "Selvi’yi o adamın yanına gönderemezsiniz!" diye bağırmıştı. O an kalbimde bir şey çatlamıştı. Ama görev, kişisel hislerden büyüktü.
Sonra Demir, ansızın ortadan kayboldu. Duyduğuma göre İran’a göreve gönderilmişti. Belki uzaklaşması gerekiyordu, belki de benden... Beni başka bir adamın yanında görmek ona ağır gelmişti. Benimse görev boyunca içim içimi yedi. Lorenzo'nun bana her yaklaşmasında sanki bir uçurumun kenarındaydım. Soğukkanlılığımı korudum, rolümü mükemmel oynadım ama içimde Demir’in sesi yankılanıyordu: “İkimiz de aynı dava uğruna savaşıyoruz, Selvi. Vatan için.”
Görev başarıyla tamamlandığında, Lorenzo hakkında kritik belgeler temin edilmiş, konsorsiyumun kara para ağı çözüme kavuşturulmuştu. Türkiye’ye dönüşüm sessiz oldu. Karargâhta alkışlarla karşılandım ama ben tek bir yüzü aradım: Demir’i.
Günler sonra geldi. Yüzü yorgundu, gözlerinin altı mor. Ama hâlâ o gururlu duruş, dik bakışlar... Baş başa kaldığımızda kelimeler boğazımda düğümlendi. O konuştu.
“Beni affet,” dedi sadece. “Seni orada görmek... yapamadım Selvi. Profesyonellik falan hikâyeydi. Sen benim için bir görevden çok daha fazlasısın.”
Yutkundum. Ona bağırmak istedim, ağlamak, sarılmak... Ama sadece baktım. Birkaç saniye sessizlik oldu. Sonra yavaşça yaklaştı, sesini alçaltarak söyledi:
“Ben seni kıskandım çünkü seni seviyorum. O adamın gözlerinin içine bakmana, elini tutmasına dayanamıyorum. Ama en çok, benim yanında olmayışıma kızdım.”
Gözlerim doldu. “Ben de seni sevdim, Demir,” dedim. “Ama biz bu işi birlikte seçtik. Ve ben senin gibi, bizim gibi insanlar için savaşmaya razıyım. O adamla rol yaparken içimde hep sen vardın. Kalbim bir tek sana ait.”
Başını eğdi. Sonra ellerimi tuttu. Uzun zamandır ilk kez o an gerçek bir dokunuşun sıcaklığını hissettim.
“Seni kaybetmek istemiyorum,” dedi kısık sesle. “Ne bu görevler, ne karanlık insanlar, ne kıskançlıklar... hiçbiri bizi ayıramaz.”
O gece, karargâhın sessiz koridorlarında adımlarımız yankılanırken, içimde ilk kez huzur vardı. Çünkü artık aşkımız da, savaşımız da aynı saftaydı.
Ve biliyordum... bu yolun sonunda ya zafer ya birlikte bir düşüş vardı. Ama biz birlikteydik. Bu yeterdi.