2. Bölüm "Zarf"

1195 Words
Selvi KARA, Üsküp – Vodno Dağ Etekleri, Güvenli Ev Araba taşlı yoldan yukarı doğru tırmanırken motorun uğultusu içime sızan bir huzursuzluk gibi sürüyordu. Nereye gittiğimizi bilmiyordum ama Demir’in yüzü sakindi. Sanki uzun zamandır planlanmış bir adımı atıyor gibiydi. Dağın eteklerinde ağaçların arasında kalan küçük, taş duvarlı bir evin önünde durduğumuzda içimdeki tetikte olma hali hâlâ sürüyordu. Demir kapıyı açtı. “Burası güvenli. En azından şimdilik.” İçeri girdik. Evin içi sadeydi. Eski ama temiz. Tahta zeminler, küçük bir mutfak ve odun sobası vardı. Duvarlarda haritalar, eski telsiz cihazları ve birkaç silah kutusu göze çarpıyordu. Ceketimi çıkardım, nefes almaya çalıştım. Görev bitmemişti ama bir boşluk oluşmuştu içimde. Duygularım karışıktı. Yorgundum. Kafamda ise hâlâ aynı soru dönüyordu: “Bu adam beni ne kadar tanıyor?” Demir, eski telsizleri kontrol ederken konuştu. “Buraya sadece ben ve bir üst düzey yetkili daha erişebiliyor. Uydu sinyallerini izole ettim. Şimdilik izimiz kayboldu.” “Görevin benimle ne kadar ilgili olduğunu söylemedin.” Sesim kararlıydı ama içinde kırılganlık da vardı. Demir bir an sustu. Ardından yaklaştı. “Seninle ilgili kısmı... ilk başta sırf görevdi. Kimliğin, eğitimin, potansiyelin... Hepsi dosyadaydı. Ama sahaya indiğinde fark ettim. Dosyada olmayan bir şey vardı: içgüdü.” Bana doğru yürürken bakışlarını kaçırmadı. “Bunu çok az kişi taşır. Ve sen o az sayıdan birisin, Selvi. O yüzden seni sadece korumak değil, tamamlamak zorundaydım. Bu görev, bizim gibi ikililer olmadan başarıya ulaşmaz.” Gözlerimin içine baktı. Bu, ilk defa bir adamın sözlerinin altına saklanmadığı bir andı. Sessizlik vardı. Hem huzurlu hem de diken üstünde. “Bu dosya...” dedim, masaya bıraktığım sürücüyü göstererek. “Türkiye’yi de içine alan bir ihanet zincirinin kanıtı. Sence ne olur, bunu Ankara’ya sunarsak?” Demir derin bir nefes aldı. “O dosya bazı koltukları sarsar. Belki bazı hayatları da. Ama biz doğru olanı yaparsak, bir şeyler değişebilir. Seninle.” Birden yakındaki telsizden kısa bir cızırtı geldi. Demir hızla cihazı kontrol etti. “Onedirect hareket etmiş. Balkan hattındaki üç bağlantısı gece ülke dışına çıkmış. Bu bilgi sızmış olabilir.” Birlikte göz göze geldik. Görev devam ediyordu. Ama artık ikimiz de yalnız değildik. Güvenli evden çıkıp yine yola koyulmuştuk. Güvenli evden ayrıldıktan sonra dağ yollarında ilerliyorduk. Hava karanlıktı ama içimdeki düşünceler daha da karışıktı. Demir direksiyon başındaydı, sessizdi. Sanki nereye gideceğimizi çok önceden planlamış gibiydi. “Elimizdeki dosya sadece Onedirect’i değil, eski bir diplomatik bağlantıyı da işaret ediyor,” dedi. “Kim bu bağlantı?” diye sordum. “Babamın yıllar önce görüştüğü biri. Kosova sınırına yakın bir yerde. Oraya gidiyoruz.” Bu görev artık ikimiz için de daha derin bir hâl alıyordu. Sadece bir operasyon değil, ailelerimizle bağlantılı bir sır gibiydi. Kosova Sınırı – Sabah Sınırda, terk edilmiş bir kontrol noktasına vardık. Güneş yeni doğuyordu. Beton barakalar sessizdi. “Burada biriyle buluşacağız. Kod adı Mavi Hat,” dedi Demir. “Babamın diplomatken görüştüğü biriydi.” Bekledik. Az sonra yaşlı bir adam geldi. Üzerinde uzun bir palto vardı. Yavaşça yaklaştı. “Sen Demir Vardar’sın,” dedi. “Baban çok güvendi. Ama bazen fazla güvendi.” Demir karşılık verdi. “Şimdi o güvenin bedelini ödüyoruz.” Yaşlı adam, eski bir çanta çıkardı. İçinde belgeler, haritalar ve CD’ler vardı. “Bu kayıtlar yıllar önce yapılan gizli görüşmelere ait. Onedirect o zaman başka bir isimle sahadaydı. Şimdi yaptıklarıyla bağlantısı var.” Belgeleri karıştırırken gözüm bir isme takıldı: Albay Mehmet Kara. Babam. Bir an nefesim kesildi. “Bu ne demek oluyor?” diye sordum. “Sen onun kızısın demek,” dedi adam. “Bu belgelerde senin ailenle ilgili bilgiler de var.” O sırada telsizden ses geldi. Demir hemen tepki verdi. “Takip ediliyoruz. Biri izimizi bulmuş. Hemen çıkmamız gerek.” Adam, belgeleri zarfa koydu ve bana uzattı. “Bunları sadece güvendiğin birine ver. Herkes bilmemeli.” Demir kolumdan tuttu. “Haydi, Selvi. Zaman yok.” Ormanın içinden başka bir yola saptık. Peşimizde kimseyi göremiyorduk ama Demir sürekli çevreyi kontrol ediyordu. Bir süre sonra durdu ve bana döndü. “Selvi... Babandan sonra birine güvenebildin mi?” diye sordu. Sessiz kaldım, sonra başımı salladım. “Hayır. Ama belki artık olur.” Demir yavaşça başını eğdi. “Belki bu görev, bizim için bir başlangıçtır.” Göz göze geldik. Aramızda sessiz bir bağ vardı artık. Görev sürüyordu ama bu kez yalnız değildik. Arabada sessizce ilerliyorduk. Yollar dar, toprak ve ıslaktı. Ağaçların arasından sis gibi bir sessizlik sızıyordu. Demir gözünü yoldan ayırmıyordu ama ben onun içini okuyabiliyordum artık. Aklı doluydu. Benimki de öyle. “Elimizdeki belgeler sadece geçmişi anlatmıyor. Gelecek için de çok tehlikeli olabilir,” dedi sessizce. “Ankara’ya gidecek miyiz?” diye sordum. “Evet. Ama direkt değil. Bu bilgiler bazı güçlü insanları rahatsız edebilir. Önce sınırdan çıkmamız gerek. Sırbistan tarafına geçeceğiz.” Başımı salladım. Yol uzundu ama elimizdeki bilgiler buna değecek kadar önemliydi. Yarım Saat Sonra – Sınır Yolunda Demir bir anda aynaya baktı. Suratındaki ifade değişti. “Biri peşimizde.” Hızlandı. Ben de hemen arkamı dönüp baktım. Uzaktaki siyah bir araç toz kaldırarak bizi takip ediyordu. “Hazır mısın?” dedi. “Hazırım.” Arabayı ormanın içine doğru kıvrılan bir patikaya sürdü. Taşlar lastiklerin altından fırlıyordu. Bir yandan telsizi açtı. “Kod 17 aktif. Ara bağlantı hattı: Belgrad geçişi. Konum: 42.0065 kuzey, 21.0057 doğu.” Bu Demir’in destek istediği anlamına geliyordu. Takip eden araç daha da yaklaşmıştı. Sonra silah sesi duyuldu. Aracın arka camına bir mermi isabet etti. Hemen eğildim. “İnmemiz gerek!” dedi Demir. Arabayı kenara çekti, zarfı aldı, bana uzattı. “Ne olursa olsun, bu belgeleri koru.” Silahımı çıkarıp başımı salladım. Demir’le birlikte ormanın içine koşmaya başladık. Ayak sesleri ve kurşun sesleri arkamızdan geliyordu. Ağaçlar arasında nefes nefese kalmıştım. Kalbim göğsümden fırlayacak gibiydi. Ama duramazdık. Demir önümdeydi. Birden durdu. “Şuraya, kayanın arkasına!” dedi. İkimiz de oraya sığındık. Nefesimizi tuttuk. Ayak sesleri yakındı. Düşmanlarımız konuşuyordu. Yabancı bir dil… Belki de Sırpçaydı. Demir fısıldadı: “Üç kişiler. Silahları var. Sessiz kal.” Ben başımı eğdim, zarfı siperimin içine sakladım. Ellerim titriyordu ama korku değil, kararlılık vardı içimde. O an düşündüğüm tek şey, Babam. Bir zamanlar sınır hattında görev yapan, onurlu bir askerdi. Şimdi onun izinden gidiyordum. Belki de sonunda gerçekten onun kızı oluyordum. Düşmanlar uzaklaştı. Sessizce yeniden hareket ettik. Ormanın diğer tarafındaki küçük bir köye ulaştık. Demir cebinden bir harita çıkardı. “Buradan bir tren geçiyor. Belgrad’a kadar gider. Oradan Ankara hattına geçebiliriz. Ama tek şansımız bu.” Yorgundum ama kararlıydım. “Ne zaman gidiyoruz?” “Bu gece.” *** Küçük köy istasyonunda trenin sesi duyulduğunda, gökyüzü yıldızlarla kaplıydı. Soğuk, tenimize dokunan sessiz bir uyarı gibiydi. Demir biletleri aldı, ben elimdeki zarfı sıkıca tuttum. Trene bindiğimizde kimse konuşmadı. Sessizlik, hem yorgunluk hem de geçirdiğimiz saatlerin ağırlığıydı. Camdan dışarı bakarken, karanlığın içinde yanıp sönen ışıklar, bana hayatın hâlâ akmaya devam ettiğini hatırlatıyordu. Demir karşıma oturdu. Yüzü solgun ama kararlıydı. “Bu sadece bir başlangıç, biliyorsun değil mi?” dedi. Başımı salladım. Gözlerim doldu ama ağlamadım. “Evet. Babamın bıraktığı yerden devam ediyoruz.” Demir, zarfı işaret etti. “Bazen geçmiş, geleceği korumak için tek kalkan olur.” Tren ilerlerken içimde bir huzur vardı. Ne olacağını bilmiyordum ama artık yalnız değildim. Ve bu, en büyük farktı. Tren raylarının sesi, kalbimde yeni bir yolculuğun ritmi gibiydi. Ve ben… Artık sadece bir polis değil, Bir kız evlat, bir iz sürücü, bir tanıktım. Görev sürüyordu. Ama şimdi, umut da vardı.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD