15. Bölüm "Kırgınlıklar"

1170 Words
Evde tek başımaydım. Demir işteydi; annem dün uğradığı için bugün yalnızca arayıp hâlimi sormuş, kısa ve net cevaplar verip kapatmıştı. Salondaki sehpanın üzerindeki eski fotoğraflara, açık kalmış laptoptaki donmuş ekrana son kez göz gezdirdim. Kalbimde uğuldayan bir his vardı: Mete’yi bulmalıyım. Dolabın içindeki yedek silahı alıp belime yerleştirdim. Montumu giyip apartman kapısını çekerek sokağa çıktım. Ankara’nın Temmuz akşamı ağır bir sıcaklıkla şehri sarmıştı; Kızılay’ın kalabalığı bu saatte bile azalmamış, trafiğin uğultusu sokağa dolmuştu. Hızlı adımlarla durağa yürüdüm. Otobüs camının buğulu yüzeyinden dışarı bakarken, içimdeki soru işaretleri büyüdü: Demir’e sorsam da bir şey söylemeyecek… Ama Mete… o adam… belki de hafızamı geri getirebilir. Telefonumdaki eski kayıtları karıştırırken bir adres kırıntısı yakalamıştım. Şehir merkezine pek uzak olmayan eski bir depoya işaret ediyordu. Bir zamanlar askeriye lojistik birimi olarak kullanılan, sonra özel depolara kiralanan bir bölge… Şimdi ise neredeyse kimsenin uğramadığı ıssız bir yer: İskitler tarafı. Otobüsten inip tozlu, aydınlatması bozuk sokaklardan geçerken parmaklarım istemsizce belimdeki silaha dokundu. Beton binaların arasından geçen rüzgâr, asfaltın üzerine toz savuruyordu. Karanlık bir köşede, paslanmış bir demir kapının önünde durdum. Kapının üstünde silinmiş bir tabela: Kule 17. Yutkundum. Kalbim gürültülü atarken avuçlarım terledi. Etrafıma baktım; sessizlik çökmüş, uzaklardan yalnızca siren sesleri duyuluyordu. Elimi kapının koluna uzatmak üzereydim ki içeriden bir ses duydum. Boğuk, uzak, ama tuhaf şekilde tanıdık: “Geç kaldın…” Olduğum yerde irkildim. Nefesim hızlandı. Sesi tekrar duydum, bu kez daha net: “Selvi… buraya kadar geleceğini biliyordum.” Kapı ağır bir gıcırtıyla aralandı. Karanlığın içinden bir siluet belirdi. Sarı saçlar… keskin bakışlar… Mete. Şaşkınlıkla bir adım geri çekildim, elim silaha gitti. O ise iki elini havaya kaldırarak yavaşça öne çıktı. “Dur… sakin ol. Sana zarar vermeyeceğim.” Titreyen bir sesle sordum: “Mete… beni tanıyor musun? Bana ne oldu?” Mete gözlerini kısarak bana baktı, dudaklarının kenarında acı bir gülümseme belirdi. “Keşke buraya gelmeseydin Selvi. Çünkü bazı sırlar seni hayatta tutar… bazılarıysa seni öldürür.” Boğazım düğümlendi. “Demir… bana hiçbir şey anlatmıyor. Ama sen… sen biliyorsun, değil mi?” Mete başını yavaşça salladı. Ardından etrafa göz gezdirerek kısık bir sesle konuştu: “Evet… biliyorum. Ama burası konuşmak için güvenli değil. Seni izliyorlar.” Tüylerim diken diken oldu. Gözlerimle çevreyi taradım. Sokağın karşısında siyah bir sedanın farları yanıp söndü. Biri vardı. “Şimdi ne yapacağız?” dedim fısıldayarak. Mete yanıma yaklaşıp alçak bir sesle söyledi: “Beni takip et. Ama dikkatli ol… çünkü artık Ankara’daki hiçbir köşe senin için eskisi kadar güvenli değil.” Ve o an, uzaklardan bir motor sesi duyuldu. Gölgeler hareket etti. Kalbim deli gibi çarparken, nefesimi tutup Mete’nin peşinden dar bir sokağa doğru ilerledim… Mete’nin yüzü bir an karanlığa gömüldü, sonra gözlerini bana dikti. “Selvi… bazı şeyler sana ağır gelecek. Ama artık bilmen gerek.” Titreyen sesim zor çıktı: “Anlat… ne olursa olsun duymaya hazırım.” Mete derin bir nefes aldı, gözleri dolu dolu oldu. “Kuzey Irak’ta, o görevde… hedefimiz Zafir Rezvan’dı. İsrail ve Amerika’nın uzantısı gibi çalışan, kendi bölgesinde ölüm saçan bir örgüt lideriydi. Ona ulaşmak için haftalarca uğraştık. Ama o seni fark etti.” Boğazımda bir düğüm oluştu. “Sonra?” diye fısıldadım. Mete yutkundu, dudaklarını ısırdı. “Zafir seni yakaladı, Selvi. Sorgu bahanesiyle günlerce işkenceler yaptı. Hem bedenine, hem zihnine saldırdı. Amacı bilgi almak değil, seni kırmak, iradeni yok etmekti. O adam… sıradan bir düşman değildi. Senin gözlerinde gördüğü dirence takıntı yaptı.” Nefesim kesildi, ellerim titredi. “Peki Demir?” dedim hıçkırığımı tutamadan. “O… neredeydi?” Mete’nin bakışları acıyla doldu. “Demir oradaydı. Seni gördü. Ama operasyonun ortasında, seni kurtarmaya kalksa bütün ekip ölecekti. Emir beklemek zorundaydı. O çaresizliği hâlâ anlatamaz… seni o halde görüp hiçbir şey yapamamak onu mahvetti.” Gözyaşlarım yanağımı yaktı. Dişlerimi sıktım. “Sonra… hafızamı… nasıl sildiler?” Mete başını yana eğdi. “Zafir, seni serbest bırakmadan önce zihnine müdahale ettirdi. Özel bir teknik… işkence kadar acımasız. Hafızanı kazıdılar. Seni geçmişinden kopardılar. Demir’i senden uzaklaştırmak için ekibi yanlış yönlendirdi… sonra seni, Erbil’e bağlı Berxwedan köyüne bıraktılar. Seni orada bulduk, paramparça bir halde… ve hiçbir şey hatırlamadan.” Bacaklarım titredi, sandalyeye tutundum. “Demir… sonra Zafir’i…?” Mete’nin gözlerinde öfke parladı. “Demir o adamı kendi elleriyle öldürdü. Operasyonun sonunda, Zafir Rezvan öldü. Ama senin hafızanı geri getirmek… onun elinde değildi.” O an içimde bir şey koptu. O karanlık günlerin ardından, Demir’i görür görmez ona söylediklerim aklıma geldi. O an, o mahvolmuş hâlimle, dudaklarım kan içinde titreyerek ona fısıldamıştım: “Seni… asla affetmeyeceğim…” Çünkü gözlerimde gördüğüm şey… onun gözleriydi. Ve o gözler bana hiçbir şey yapamayacağını fısıldıyordu. Ben yanarken… o bakıyordu. Şimdi, Mete’nin anlattıklarıyla bu anılar birbirine karıştı. O an, o köyü anımsadım. Toprak yollar… bir kadının bana su uzatışı… geceleri korkuyla uyanışlarım… Mete derin bir nefes aldı. “Biz seni haftalar sonra bulduk. Demir’le nasıl karşılaştın, o anı bilmiyorum… ama seni bulmak için ne kadar uğraştığını biliyorum,” dedi. Onun sözleri, aldığım tedavilerin ve parçalanmış anıların birleşmesiyle zihnimde yankılandı. Bir anda karanlıkta kalmış o anlar aydınlanmaya başladı. Demir… bana yapılan her işkenceyi görmüştü. Görevdeydi, eli kolu bağlıydı belki… ama yine de ona kırgındım. Ve o sahne… zihnime bir bıçak gibi saplandı: “Seni asla affetmeyeceğim, Demir!” O sözlerimi, o çığlığı hatırladım. O acı dolu günler, aldığım darbeler, bedenime kazınmış her yara… hepsi birer birer geri döndü. Gözlerim büyüdü, nefesim kesildi. Artık her şey açıktı. Artık Mete’nin bana verebileceği bir bilgi kalmamıştı. Ve ben, hatırladıklarımın ağırlığıyla yalnız kalmıştım. *** Eve döndüğümde üzerimdeki ceketi çıkarıp askıya astım. Bitkindim, yorgundum… öğrendiklerimin ağırlığı omuzlarıma çökmüştü. Belimdeki silahı çıkarıp sehpanın üzerine usulca bıraktığımda, bir çift parlak gözle karşılaştım. Kendimi tekli koltuğa ağır bir külçe gibi bıraktım. Demir, ifadesiz yüzüyle beni süzmeye devam ediyordu. Belli ki o da benden önce çok kısa bir süre önce eve gelmişti; üzerinde hâlâ takım elbisesi vardı, oysa gün yeni yeni ağarıyordu. “Her şeyi öğrendin mi, Selvi?” diye sordu sonunda. Başımı sadece hafifçe salladım. “Peki… hatırlıyor musun olanları?” dedi, oturduğu yerden öne doğru eğilerek, gözlerindeki merakı gizleyemeden. “Tam değil… ama bölük pörçük, evet,” dedim sessizce. Mahcup bir ifadeyle, “Selvi… bana kızgın mısın?” diye sordu. Başımı iki yana salladım. O an yüzü hafifçe gevşedi, derin bir nefes alıp geriye yaslandı. “Kızgın değilim, Demir… kırgınım. Kendime… sana… içinde bulunduğum teşkilata… hepsine çok kırgınım,” dedim, bakışlarımı kaçırmadan. “Biz güya evliyiz, bir aileyiz… ama bak, ben senden gizli görevlere gidiyorum, görevde seninle karşılaşıyorum. Meğer kocam da benden habersiz görevlere gidiyormuş…” Sözlerim boğazımda düğümlendi ama devam ettim: “Üstelik bana, ‘Demir’in haberi olmayacak’ diye uyarıda bulundular. Oysa sen… orada sanki her şeyi biliyormuşsun gibi duruyordun.” Bir an sustum. Gözlerimi yere indirdim. “Beni en çok yaralayan ne oldu biliyor musun?” dedim kısık bir sesle. Demir’in bakışları üzerimdeydi. “Görev icabı bir adamı kıskanıp operasyonumu mahvettiğinde… o zaman tepki vermiştin… ama bu defa…” Sesim titredi. “Bu defa canımı yakarlarken… sadece baktın.” Ayağa kalktım. Demir de yerinden doğrulup bana doğru bir adım attı. “Selvi, ben…” dedi, ama elimi kaldırıp sözünü kestim. “Artık tartışmak istemiyorum. Uykum var,” dedim sertçe. Sonra arkamı dönüp odama yürüdüm ve kapıyı sertçe kapatarak ardımda bıraktım.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD