EYLÜL
Koltuğu gördüğüm anda psikopat olduğuna kafamın içinde çoktan karar vermiştim. Güçlü, sarsılmaz, kendinden emin bir adamın beni kaçırmakla ne işi olur diye düşünmüştüm ama koltuğu gördükten sonra bu fikrimi de değiştirmişti. Ruh hastası birinin mantıklı olmasını bekleyemezdim sonuçta.
Dehşetimi yansıtmamaya çalışırken zorlanıyordum. Buradan bir an önce kurtulmak için böbreğimi sökmek isterlerse ona bile razıydım. Annemi şimdilik kurtarmıştım ama kendimi nasıl kurtaracağım konusunda bir fikrim yoktu.
Onun koltuğa yürümesini ve oturmamı emretmesini dikkatle izlerken derin bir nefes aldım. Çıldırmış gibi saçlarımı çözüyormuş gibi yapıp kalemi başımdan söküp çıkardım.
Gizli bir silah olan kalemim her daim çantamda olurdu. Polis olan ve hayatıma giren Deniz sayesinde silahımı toka olarak kullanmaya uzun zaman önce alışmıştım. Çantamda taşımaktan daha ulaşılabilir olmuştu böylece.
Kendimi her daim korumam gerektiğini on yedi yaşında, İnci ile kaçırıldığımız o kahrolası günlerden sonra öğrenmiştim. On iki yıl sonra yeniden kaçırılmış olmak, bana geçmişi hatırlatan kara bir mizah gibiydi.
Birkaç kez saldırıya da uğrayınca silahsız gezmemek alışkanlık haline gelmişti bende. Herkes evden çıkarken son aksesuar olarak çantasını kontrol ederken, ben bir silah olan kalemimin başımda olup olmadığından emin olurdum.
Babam zamanında beni eğitirken ölümcül yaraları nereye atabileceğimi de öğretmişti. Yakın dövüş konusunda biraz zayıftım ama bıçak ve silah kullanma konusunda iyiydim. Atış yapmak, dövüşmekten daha fazla zevk vermişti bana her zaman. Biriyle yakın mesafe dövüşüp terlemekten ziyade, uzaktan nişan alıp hedefi vurmak hep daha cezbedici ve pratik gelmişti.
Bir kere yapmıştım. Yine yapabilirdim. Onu hallettikten sonra belindeki silahı alabilirsem hepsini indirecek güce sahiptim. Dolma kalemin ortasındaki mekanizmayı gevşetip sivri uçlu hançer kısmını ortaya çıkardım.
“Otur, ya da seni kendim oturturum. Hangisini tercih edersin?” Alaycı üslubu, küstah tavrı, arsız sözleri sinirlerimi bir kez daha yerinden oynatmıştı.
“Allah'ın belası,” diyerek üzerine atıldım. Hedefim şah damarıydı. Fakat karşımdaki adam benden daha profesyonel olduğunu kanıtlarcasına elime hamle yapamasa da son anda kendini kaydırmayı başardı. Hançerin sivri ucu şah damarı yerine omzuna saplandı. Beni kendine çekip bedenimi tamamen bedenine hapsetti.
“Hırçın! En sevdiğim!” dedi sarıya yakın kahve gözleri neşeyle parlarken. Donup kalmıştım. Daha önce hiç ıskalamış biri değildim.
Hayal kırıklığı içimi ezerken gözlerine esir kalmıştım. Çok farklı bir rengi vardı. Doğrusu bir renk değil de bir renk cümbüşü hakimdi gözlerinde.
Siyaha yakın çevresi açık kahveyken, bir sonraki çember sarı gibi duruyordu. Onu yeşille sarının ara bir tonu takip ediyor ve sonra su yeşili bir renk dönerek derin bir yeşille son buluyordu. Belki bir gökkuşağı renklerine sahip değildi ama gökkuşağı gibi rengarenk bir seyir zevki sunuyordu gözleri…
“Kocamı da vurmadım demezsin. Benim hedefim kalbin Mia Bella! Şimdiden söyleyeyim.”
Sözleriyle kendime geldim.
“İyi fikir,” dedim gözlerine bakarken. “Net bir ölüm daha iyi olur. Bakarsın ben senden önce şah damarını tuttururum.”
“Bahsettiğim ölüm değildi ama,” dedi dudakları kıvrılırken. “Aşk da bir ölüm çeşidi olabilir. Haklısın.”
Bu kez ben sırıttım. “Manyak sevmiyorum.”
Kahkahası havaya karıştı. Sanki omzundaki yara onu hiç rahatsız etmiyormuş gibi davranıyordu.
“Bugünden itibaren eski olan sevgilin manyağın önde gideni Cara! Sana kendini nasıl tanıttı bilmiyorum ama onun gerçek halini sana göstereceğim ve sen, seni kurtardığım için bana teşekkür edeceksin.”
Elini uzatıp tüy gibi dokunuşla yanağımı okşadı.
“Sancak Bey, yemek hazır,” diyen bir ses odayı doldurunca benden usulca ayrıldı ve bakışlarını kapıya çevirdi. Sonunda adını da öğrenmiş oldum.
“Masaya bırakıp çık,” dedi adama. “Malik’e haber var. İlk yardım çantasını getirsin.”
“Sen de otur,” dedi bana bakarak.
“Asla o koltuğa isteyerek oturmayacağım.”
Gözleri parladı. Beni bir hamlede kucağına alıp koltuğa bırakırken itirazım onu memnun etmiş gibi davranıyordu.
Koltuğun soğuk deri yüzeyi tenime değdiğinde, içimdeki öfke bir an için buz gibi bir korkuya dönüştü. Sancak’ın gözlerindeki alaycı, kendinden emin parıltı, sanki her hareketimi önceden hesaplamış gibiydi. Kollarımı kelepçelemek için hamle yaptığında, bileklerimi son bir çabayla geri çektim, ama gücü karşısında çabam nafileydi.
Parmakları demir gibi sıkı, ama bir o kadar da kontrollüydü. Ne iz bırakacak kadar sert davranıyordu, ne de kaçmama izin verecek kadar gevşek.
“Bu kadar debelenme, Mia Bella,” derken sesinde iğneleyici bir sakinlik vardı. “Koltuk senin için özel tasarlandı. Rahatına bak.”
“Benim için çok zahmet etmişsin,” dedim iğneleyici bir sesle. “Bu kadarına gerek var mıydı kaçırmak için?”
“Öyle deme sevgilim. Daha sonra özel şeyler için de kullanırız. Hem özel bir mekanizması da var. Yatay pozisyona da geçiyor,” dedi göz kırparak.
“Ancak cehennem buz tuttuğunda!” Dudaklarını kıvırıp gülümsedi. Her hareketi, her bakışı sinirlerimi daha da geriyordu.
Sol bileğimi nazikçe kelepçeledi. Kadife kaplamanın yumuşak dokunuşu tenimi okşadı. Koltuğun tasarımı, her detayıyla bir güç gösterisiydi gerçekten. Sancak, koltuğun kolçağına yaslanıp beni süzdü. Yüzünde, bir avcının avını izlerken duyduğu o iğrenç tatmin vardı.
Ayaklarımı da kelepçelerken sağ elimi bana bırakmıştı ne hikmetse.
“Şaşırma Cara. Her ne kadar seni beslemek benim için bir zevk olsa da, şu an izin vermeyeceğini bildiğimden yemeğini yemen için bıraktım.”
“Çok naziksin,” dedim tükürürcesine.
“Öyleyimdir,” diye onaylarken göz kırptı. O sırada içeriye, elinde ilk yardım çantasıyla bir adam girdi.
Bize doğru yürüdü. Sancak koltuğa oturup adamın yarasını incelemesine izin verdi. Adam omzuna saplanmış kalem hançeri incelerken bakışları bana döndü.
“Gözlerini karımın üzerinden çeksen iyi edersin Malik. İşime yarayan bir adamı öldürmek istemem.”
Tanrım! Şimdiden ‘karım, karım,’ deyip duruyordu. Sahiplenişi midemi bulandırıyordu.
Adamı uyarıyı alıp bakışlarını yeniden yaraya çevirdi. Kalemi çıkarmak için hamle yaparken “acıyabilir,” diye uyardı.
“Karımın tokasına zarar verme,” dedi bakışları üzerimdeyken.
Malik homurdanarak kalemi dikkatle omzundan çekip çıkardı. Sancak'ın yüzünde tek bir değişim olmamıştı ama ben yüzümü buruşturmuştum. Acımış olmalıydı fakat onun yüzüne bakarken insan acı hissi duymadığını düşünürdü.
Kalemi çıkardıktan sonra gömleğin düğmelerini açmasını ve yaraya pansuman yapıp dikmesini boş gözlerle izledim. Anestezi bile uygulamamıştı ve Sancak omzu dikilirken dahi suratında tek mimik hareket etmiş değildi. Aldığı sık nefesler olmasa acıya karşı duyarlılığı olmadığına yemin edebilirdim.
“Bitti.”
“Çıkabilirsin,” dedi adama bakmadan. Kalemi eline alıp hançer ucunu temizledikten sonra yerdeki kapak kısmını da alıp bana uzattı.
“Al, yine lazım olabilir.”
Bana geri vermesi kadar dehşet verici bir şey var mıydı? Onu gerçekten yeniden kullanmayacağımı falan mı düşünüyordu?
“Kullanabilirsin sevgilim,” dedi alaycı bir sesle. “Ölürsem annen de ölür. Annenin hatta belki babanın bile ölümü, benim hayatta olup olmamama bağlı. Bir düşün sadece.”
Tehdidi buz kesmeme neden oldu. Öyle bir konuşuyordu ki, blöf olmadığını sözcükler ağzından dökülürken anlıyordunuz.
Masaya doğru yürüdü, masadaki yemek tepsisini alıp orta sehpa ile birlikte önümüze koydu ve yanımdaki boş koltuğa oturdu.
“Afiyet olsun Mia Bella!”
Nasıl başarmıştı bilmiyorum ama en sevdiğim İtalyan kelimelerden sayesinde nefret etmeye başlamıştım. Onları kullanırken yüzümü buruşturmam dikkatini çektiği için mi özellikle sürekli kullanıyordu anlayamadım.
Önündeki tabaktaki eti kesip ardından tabaklarımızı değiştirdi ve kesilmiş eti önüme koydu.
“Yemeyeceğim. Sen ye!”
“Sana bir seçenek sunduğum fikrine kapılman çok güzel. Fakat bilmeni isterim ki yemezsen, kendim yediririm.”
Sinirle çatala uzanıp etten bir parça alarak ağzıma attım. Sonuçtan memnun bir şekilde gülerek kestiği etten bir parça alarak o da ağzına attı. Sanki hiç bitmeyecek bir kabusun ortasına düşmüş gibiydim.
“Şimdi,” dedi, sesi bir anda ciddileşerek, “konuşalım. Seninle geçireceğim bu güzel akşamda, bazı gerçekleri öğrenmenin vakti geldi.”
“Gerçek mi?” dedim, alaycı bir kahkaha atarak. “Senin gibi bir ruh hastasının ağzından gerçek mi çıkacak? Annemi tehdit ettin, beni kaçırdın, bir de evlilik masalı anlatıp duruyorsun!”
Sancak’ın gözleri karardı ama gülümsemesi kaybolmadı. Yavaşça koltuğun yanındaki masaya yürüdü, bir bardak viski aldı ve kehribar renkli sıvıyı bir yudumda içti. “Tüm bu şeylerin Matteo ile bir ilgisi yok. O benim için sadece sana ulaşmaktaki bir engeldi. Benim hedefim baban.”
Babamdan bahsetmesi, içimde bir şeylerin kırılmasına neden oldu. “Babamla ne işin var?” diye sorarken sesim titremese de kalbim göğsümde deli gibi çarpıyordu. “Babamla sorunun varsa bir korkak gibi kızıyla uğraşmak yerine, babamla halletmelisin.”
Sanki sözlerimi tartıyormuş gibi bir süre beni süzdü. Sonra yavaşça bana doğru eğildi, yüzlerimiz arasında sadece birkaç santim vardı.Nefesi viski ve baharat kokuyordu.
“Sen,” dedi, “sadece bir araç değilsin, Mia Bella. Sen, bu oyunun en güzel parçasısın.”
Kelimeleri, bir bıçağın keskin ucu gibi zihnime saplandı. Ne demek istiyordu? Babamla ne alıp veremediği vardı? Ve ben, bu intikam planının neresindeydim? Sorular beynimde dönüp duruyordu. Benimle evlenerek ne elde etmek istiyordu? Babamın bu evliliği öylece sindireceğini falan mı sanıyordu? Beni bir evlilikle tutsak edebileceğine inanıyor muydu gerçekten?
“Şimdi,” dedi, “biraz yemek yiyelim, biraz sohbet edelim. Sonra da yarınki düğünümüzü konuşuruz.”
“Düğün mü?” dedim, sesimde alay ve öfke karışımı bir tonla. “Sen ciddi misin? Beni bağlayıp tehdit ederek mi evleneceksin? Ne kadar iğrenç bir adamsın!”
“İğrenç mi? Belki de öyleyimdir. Fakat seninle geçireceğim her an, buna değecek, Mia Bella. Ve inan bana, bu evlilik sadece bir başlangıç.”