Bir süre yatağımda oturup düşündüm. “Bu kadar zayıf olamazsın, Narin.” dedim kendime. Beni sevmediklerini biliyordum ama buna boyun eğmek zorunda da değildim. Değildim değil mi? Ama hep boyun eğdirildim. İstemediğim şeylere zorlandım, iradem kırıldı. Kendi kararlarımı verebilecek gücüm elimden alındı. Direndim, ama yetmedi. Onlar kazandı, ben sustum. Sessizlik, yenilginin en acıtan tarafı oldu.
Ayağa kalktım ve pencereden dışarı baktım. Ay ışığı, köyün toprak yollarını aydınlatıyordu. Bu köyün hikayelerinde hep kadınlar kurban verilirdi. Erkeklere genelde bir şey olmazdı. Berdeller, kan davaları, zoraki evlilikler... Ben de bu hikayelerden birinin kahramanı mı olacaktım? Ya da kurbanı? 18' imde ölüp gidecek miydim?
Ablamın odasının ışığı yanıyordu. Gözlerim o tarafa kaydı. Fısıltılar geliyordu, belli ki Fırat gitmeden önce ablamla konuşuyordu. Penceresine tünemişti herhalde. Çekinmiyordu. Belki de yakalanmak istiyordu. Gerçekten beni öldürüp cansız bedenimi bir mezara bırakıp, içleri bile sızlamadan kendi hikayelerine devam mı edeceklerdi?
O sırada içeri annem girdi. Yüzünde her zamanki gibi bir ciddiyet vardı. Gözlerindeki yorgunluk beni hep üzerdi. Annem konuşmadan yanıma oturdu ve saçlarımı okşamaya başladı. Bu, çocukluğumdan beri bana yaptığı bir hareketti ama artık teselli etmiyordu.
“Bu dünyada kadın olmak zor, kızım.” dedi sonunda. “Ama sen güçlü olacaksın. Olmak zorundasın. Sen çocukluğundan beri savaştın kızım. ”
Ben artık yorgundum.
“Beni öldürmelerine izin mi vereceksin, anne?” diye sordum. Sesim titriyordu ama ağlamamaya çalışıyordum.
Annem bir süre sustu. Sonra derin bir nefes aldı. “Kimse seni öldüremez, Narin. Sen benim kızımsın. Ama kendi savaşını kendin vermen gerekiyor. Kimsenin sana acımasını bekleme.”
Bu sözler bana cesaret vermekten çok, içimdeki yalnızlık hissini daha da artırdı. Annemin bile beni koruyamayacağını anlamıştım. Ablam ve Fırat ’ın konuşmaları ise hala zihnimi kemiriyordu. Ama annem sözlerimi manevi bir öldürme olarak anlamıştı. Benimse gerçeği anlatmaya gücüm yoktu.
O gece, odama kapanıp sabaha kadar plan yapmaya çalıştım. Kaçabilir miydim? Ya da bu evliliği kabul edip sessizce katlanabilir miydim? Ya da ölümü kabul edebilir miydim? Ama bir şey kesindi. Kendi hayatımın figüranı olmayı kabul etmeyecektim. Fırat ve Dicle’ nin hikayesinde bir yan karakter olmaktansa, kendi hikayemi yazacaktım.
Kendimi sabaha karşı bahçeye attım. Kendime gelmeye ihtiyacım vardı. Sabah olduğunda güneşle birlikte ablamın odasının penceresinden çıkan Fırat’ ın yüzündeki kararlılığı gördüm. Odaya kadar girmişti yani. Bir göz göze geldik ama umursamadı. İmam nikahlı kocamın umrunda bile değildim. Dicle ’nin de arkasından ona baktığını izledim. Bu hikaye onların planlarına göre yazılacaksa, benim de bir sözüm olacaktı. Ama bunun için biraz daha zamana ihtiyacım vardı. Yaşamaya ihtiyacım vardı. Hayır. Onların planlarında yok olmayı kabul etmiyordum. O gün ablamın eli değen hiçbir şey yemedim. Gece hep tetikte uyudum.
Ertesi gün abimle Zerda ’nın nikahı kıyılacaktı. Zerda henüz ortada yoktu; onu almaya gideceklerdi. Ama abim çoktan başka bir dünyaya dalmış gibiydi. Gözlerinde bir zafer havası vardı, dudaklarının kenarındaki kıvrım ise gurur ve sahiplenme duygusuyla geriliyordu. Zerda ’nın bu evliliği isteyip istemediği, abimin umrunda bile değildi. Artık onun karısı olacaktı, mesele kapanmıştı. Yani sanırım böyleydi.
Nikah sonrası hepimiz toparlanırken abim, bizim gece amcamlara gitmemiz gerektiğini söyledi. Bu konuda oldukça netti.
“Sabah çarşafı almaya birini gönderirsin." dedi.
“Gerek yok, oğlum. ” dedi. Ama abimin kararı her zamanki gibi annemin sözünü bastırırdı.
“Yok anne,” dedi sert ama kendinden emin bir tonla.
" Zerda Dicle gibi okuldan eve, evden okula bir kız değildi. Maşallah gezmediği yer, konuşmadığı insan kalmadı. Yarın öbür gün biri çıkıp laf eder. Gelemem ben lafa.”
Abimin bu sözleri odada yankılanırken, içimde bir ürperti hissettim. Annem, belli belirsiz başını sallayarak durumu kabul etmiş gibi göründü, ama yüzündeki ifadeden bu zorbalıktan hoşnut olmadığını anlıyordum.
Gerdek çarşafı... Bu çirkin detay, bu toprakların en utanç verici adetlerinden biriydi bana göre. Midemde bir bulantı hissettim. Abimin bu kadar pervasızca konuşmasına rağmen, Zerda ’nın yarın bu çarşafa ne gözle bakacağını düşündüm. O çarşafın varlığı bile Zerda ’yı rahatsız edecekti, eminim. Eğer o çarşafı abimin suratına fırlatsa, kimse şaşırmazdı.
Abim, tüm bu sözleri söylerken sanki dünyada yalnızca kendi gururu varmış gibi davranıyordu. Zerda ise henüz daha eve bile gelmemişti. Onun bu evliliğe dair ne düşündüğünü bir kez olsun sormamıştı. Çünkü bu evlilik, abim için bir gerçeklik değil, bir zaferdi. Ama zaferler bazen sessiz çığlıkların gölgesinde kaybolur, değil mi?
Abimin bu zafer gülümsemesinin nedenini anlamıyordum. İçten içe Zerda' yı seviyor olmasını diliyordum ama çokta sevgiden gibi değildi.
Nikah kıyılacağı salona girdiğimizde herkes yerini almıştı. Zerda, hala ortada yoktu. Düğün için hazırlık yapanların fısıldaşmaları kulaktan kulağa yayılıyor, herkes bir merak dalgasına kapılmış gibi görünüyordu. Abim, sanki olan biteni hiç fark etmiyormuş gibi bir köşede bekliyordu. Zerda’ nın ne zaman geleceğini kimse bilmiyordu, ama abim bundan hiç endişelenmiyordu. Kendinden ve bu evlilikten o kadar emindi ki, her şeyin planladığı gibi olacağından adeta emindi.
Bir süre sonra herkesin gözleri kapıya çevrildi. Zerda ’nın ailesiyle birlikte salona girişini izledim. Zerda, düğünlerde alışık olduğumuz gösterişli gelinliklerden birini giymemişti. Üzerinde oldukça sade, gündelik bir elbise vardı. Hatta sanki nikah için değil de bir komşu ziyaretine gidiyor gibiydi. Annemin yüzünde bir şaşkınlık belirdi. Fısıltılar artmaya başladı.
“Bu muydu?”
“Daha düğüne bile saygısı yok.” dedi yaşlı bir kadın arkadaki sıradan. Onların akrabasıydı sanırım.
Ama Zerda, bu sözlere kulak asmıyor gibiydi. Dimdik yürüyordu. Omuzları dik, bakışları kararlıydı. Onun bu hali, bu evliliği ne kadar önemsemediğini haykırıyordu adeta. Sanki bu nikah, onun için bir son değil, uzun bir savaştaki zorunlu bir mola gibiydi.
Abim, Zerda ’yı görür görmez ayağa kalktı. Zerda ise bir an bile duraksamadan ilerledi ve kimsenin eline uzanmadan yerine oturdu. Nikah memuru da tam o anda içeriye girdi.
Nikah işlemleri hızlıca başladı. Memur, önce sorularını abime yöneltti. Abim, “Evet.” derken sesi öylesine gür çıkmıştı ki, sanki tüm dünyaya duyurmak istiyordu bu kelimeyi. Ardından Zerda ’ya dönüldü. Zerda’nın “Evet.” deyişini zor duyduk. Kısık, yavaş ve zoraki bir tondu. Bu ses, aslında her şeyi anlatıyordu.
Nikahın bitiminde salonda zayıf bir alkış yankılandı. Abim, gururla Zerda’ nın elini tutup kaldırdı. Fırat ile gözgöze geldiler. İkisininde gözlerinden ateş çıkıyordu. Zerda ’nın yüzü hiç gülmüyordu. O an, bu evlilikle ilgili her şey gözler önüne serilmişti: Abim bu birlikteliği zafer olarak görüyordu, Zerda ise sessiz bir boyun eğiş.
Salondan çıkarken abim bize döndü ve tekrar o meşhur talimatını verdi:
“Amcalarda kalıyorsunuz, tamam mı? Sabah çarşaf için birini gönderin.”
Bu sözleri duyunca bir kez daha midem bulandı. Zerda’ ya göz ucuyla baktım. Gözlerini yere dikmişti, ama dudaklarını sıkıca birbirine bastırmıştı. Bir an için ne düşündüğünü anlamaya çalıştım. Sessizliği, öfkeyle doluydu. Bu evlilik, Zerda için bir son değil, bir başlangıçtı. Ama nasıl bir başlangıç olacağını, henüz kimse bilmiyordu.