DAĞLAR

1390 Words
Atı gönderdim. Geri döner dedim içimden. Sadıktı. Yolu da bilirdi. Benim peşimden gelirse yakalanırdım. O da, ben de. Elimi usulca yelesine koydum. “Git.” dedim fısıltıyla. “Git, kurtar kendini.” Bir an gitmeyecek sandım. Başını eğdi, göz göze geldik. Sonra birden döndü, geldiği yönden yavaşça uzaklaştı. Yalnızdım artık. Gerçekten yalnız. Yürümeye başladım. Ayağımda kalın bir çizme yoktu, bileğim inceydi, toprağın üstündeki sivri taşlar acı veriyordu. Ama ne önemi vardı? Acı, zaten ben doğduğumdan beri içimdeydi. Sabah olmuştu. Gökyüzü aydınlanırken, kuşlar ötüyordu. O an garip bir şey hissettim. Sanki kuşlar bile daha özgürdü benden. Ben kaçıyordum. Onlar uçuyordu. Ben gizleniyordum. Onlar ötüyordu. Bir kayanın dibine oturdum. Bohçamdan bir lokma ekmek, biraz peynir aldım. Su çok azdı, yudum yudum içtim. Her yudum, içimde başka bir dua gibiydi. Güneş yükseldikçe ısı arttı. Başımı örttüm. Ama terlemeye başladım. Gölgede yürümek istedim ama dağ gölge vermez insana, bazen acımaz. Taşlar kızmıştı. Ayaklarım sızlıyordu. Aylardan Eylül' dü. Gündüzler sıcak geceler soğuk geçiyordu. Kuş seslerinin arasına bir an sessizlik karıştı. Tüm vücudum gerildi. Dizlerimi büküp çöktüm. Yerden sürünerek bir çalının altına girdim. Kulak kesildim. Bir şey yoktu. Belki rüzgar. Ama bu dağda insan rüzgarın bile niyetinden şüphe ederdi. Bir süre yürüdüm. Sonra bir su sesi duydum. Minicik bir dere. Ellerimle avuçladım, yüzüme çarptım. O an ağlayasım geldi. Sanki ilk kez bir şey bana zarar vermiyor gibiydi. Sanki su bile benden kaçmıyordu. O serinlik, annemin elini alnıma koyduğu zamanlara götürdü beni. Unuttum sandığım bir şefkati hatırladım. Ama hemen unuttum tekrar. Çünkü burada, yumuşak duygulara yer yoktu. Öğleye doğru gökyüzü açık, ama içim karmakarışıktı. Ayaklarım ağırlaştı. Her adım bir geçmiş… Her adım bir vazgeçiş… Bir taşın üzerine oturdum. Ayağımı uzattım. Gizlice morarmaya başlamıştı bile. Ama duramazdım. Durmak, bulunmak demekti. Akşamüstü oldu. Hava yavaş yavaş serinlemeye başladı. Gölgeler uzadı. Dağ kendi sessizliğine döndü. Yorgundum. Ama gece olmadan bir yer bulmalıydım. Küçük bir oyuk, ağaç kovuğu, taşlık bir aralık… Gözüm bir kayalığın dibindeki çökük zemine ilişti. Sürünerek yaklaştım. Yılan, böcek olur diye korktum. Ama korkuyu çoktan aşmıştım. Uyumam gerekiyordu. Birkaç saat bile olsa, gözümü kapatmam gerekiyordu. Güneş battı. Ben dizlerimi karnıma çektim. Kolumda hala bileziklerim vardı. Boynumdaki ince zinciri elimle kavradım. Sıcak değildi ama içimi ısıttı. Sanki annemin sesi geldi: “Oku kızım… Oku ki kaderinde söz hakkın olsun.” Ben okuyamadım belki… Ama kaderime söz söyledim bu sabah. “Dur” dedim. “Yeter.” Ve bu dağda… Belki ilk kez kader benimle sessizce aynı hizaya yürümeye başladı. Belki bir yere ulaşmayı başarırsam ileride okula devam ederdim. En azından açıktan liseyi bitirirdim. .... Gece çöktü. Öyle aniden değil. Sinsice. Yavaş yavaş her şey karardı. Güneş, gökyüzünden kayarken son bir ışıkla vedalaştı. Sanki bana “Umarım sabaha çıkarsın” der gibi. Dizlerimi karnıma çektim. Kayalığın dibi, rüzgardan biraz koruyordu ama… Yine de serinlik iliklerime işliyordu. Omzuma sardığım örtü yetmiyordu. Üşümekten çok, tedirgindim. Karanlık… Başka bir şey. Dağ gündüz insana meydan okur, Ama gece… İnsanı un ufak eder. Bir ses bile yüreğini parçalayıp içine girer. Bir baykuş öttü. İlk başta anlamadım neydi. Sonra tanıdım. Ama alışamıyorsun işte. Karanlıkta her ses başka bir anlam taşır. Her çıtırtı ölüm gibi gelir. Bir süre gözlerimi açık tuttum. Ama uyku ağırlaştı. Göz kapaklarım titredi. Bir ara sızmışım. Sonra… Bir sesle sıçradım. Adeta kalbim, kaburgalarımdan çıkıp dağa yayılacaktı. Ayak sesiydi bu. Net. Rüzgarın savurduğu bir yaprak değil. Bir hayvanın koşuşu da değil. İnsan sesiydi bu. Toprağa hafifçe basan, alışkın, temkinli bir adım. Nefesimi tuttum. Ellerimle ağzımı kapattım. Bedenim taş gibi oldu. Kıpırdamadım. Zihnimden bin şey geçti. Buldular mı? Peşimden mi geldiler? Yoksa buralarda başka biri mi vardı? Ayak sesleri kesildi. Ama ben kıpırdayamadım. Sanki o kişi, o adım… Hala içimdeydi. Beni görmüş, ama oyun oynar gibi saklanmıştı sanki. Dakikalar geçti… Sonra… Bir hışırtı. Bir dal kırıldı. Tam o an dizlerimin titrediğini fark ettim. Soğuktan değil. Korkudan. İçimdeki çocuk ağlamaya başladı. Annemin dizine başımı koyduğum o eski günlere döndüm. “Anne, beni burada bırakma…” Ama annem yoktu. Sadece ben vardım. Ve karanlık. Ay yüzünü gösterdi. Yarı, gri, solgun. Ama o bile teselli oldu. Ay ışığında etrafı inceledim. Hiçbir hareket yoktu. Ama gece sessizliğinde bir sessizlik varsa… O, her zaman en gürültülüsüdür. Bir dua mırıldandım. İçimden değil, dudaklarımla sessizce. Belki beni bulmasınlar diye fısıldayarak. “Allah’ ım, ne olur… Bu gece geçsin. Sabah olsun. Söz veriyorum, bir daha hata yapmayacağım… ” Bir tilki sesi duydum. Yakındaydı. Sonra bir çığlık. Küçük bir hayvanın belki. Doğa acımasızdı. Ve ben onun ortasındaydım. Tüm zaaflarımla. Zaman geçmiyor gibiydi. Her saniye bir saat… Her dakika bir ömür. Sonunda… Ufukta hafif bir grimsi ton belirince… İçime biraz cesaret geldi. Gözlerim doldu. “Sabaha çıktım galiba.” dedim. Ama bu, bir gün daha yaşadım demek değil. Bir gün daha kaçabildim demekti. Ama belki… Bir gün kaçmaktan öteye geçeceğim. Belki… Saklanan değil, savaşan olacağım. Bu dağ bana geçit verirse. .... Sabah oldu. Ama umut gibi doğmadı güneş. Yorgun bir gecenin, üşümüş bir bedenin üzerine zorla serilmiş gibi doğdu. Gözlerimi açtığımda, uyanmamış gibiydim. Sanki bütün gece uyuyamamış olan bedenim, sabaha inat yeniden kapanmak istiyordu. Ama kalkmalıydım. Çünkü bu dağda uyumak… Her seferinde biraz daha ölmek gibiydi. Ayağa kalktım. Dizlerim titriyordu. Karnım açtı ama daha kötüsü… Suyum bitmişti. O son yudumu dün akşam içmiştim. Şişeyi ters çevirdim, son damlaları dilime düşürmeye çalıştım. Ama yoktu. Sadece soğuk plastik ve çaresizlik vardı. Üzerime baktım. Üstüm başım toz içindeydi. Dün tırmandığım yamaç, gece saklandığım çukur… Hepsi üzerime bulaşmıştı. Tırnaklarımın arasında çamur vardı. Ellerim çizik içindeydi. Sırtımı biraz gerince acı hissettim. Muhtemelen gece taşın üstünde uyuyakalmıştım bir ara. Veya dikenli bir ot batmıştı. Gözlerim yanıyordu. Ağlamış mıydım gece? Belki. Bilmiyorum. Kendime bile itiraf edemediğim şeyleri ağlayarak çıkarıyorum demek ki. Bir taşın üzerine oturdum. Ve düşündüm. Bu kaçış nereye kadar sürecekti? Ne kadar daha bu şekilde yürüyebilirdim? Aç, susuz, uykusuz ve her adımda daha umutsuz. Bir daha su bulabilecek miydim? Ama sonra… Akşam duyduğum o ayak sesleri geldi aklıma. Gerçek miydi hala emin olamıyordum. Ama varsa biri… İzime düşmüşse… O zaman durmak olmazdı. Yürümeye başladım. Ayaklarımın altında taşlar yuvarlandı. Bir ara dengemi kaybettim. Ama yere düşmek istemedim. Sanki bir kez yere düşsem… Bir daha kalkamayacakmışım gibi. Güneş yükseliyordu ama ben titriyordum. Susuzluk başımı döndürmeye başlamıştı. Bir dere aradım. Bir su sesi. Bir kuş bile olsa… Ama sadece rüzgar vardı. Ve kendi nefesim. Yokuş yukarı çıktım. Belki tepenin ardında bir vadi vardır dedim. Belki bir mağara… Belki bir iz. Ama çıkınca sadece… Bir diğer yamaçla karşılaştım. Gözlerim karardı. Bir an oturmak istedim. Ama sonra kendime kızdım. “Yaren.” dedim içimden, “Sen bu dağların çocuğusun. Korktun mu? Ölürsen korktuğun için öleceksin. Kalk ve yürü.” Kendimi bile tanıyamadım bu cümleyi kurarken. Ama demek ki… İçimde bir şey hala direniyordu. Yürümeye devam ettim. Tepenin yamacında durup nefeslenmeye çalışıyordum. Dizlerim titriyordu, içim susuzluktan kavruluyordu. Ellerimi dizlerime koyup öne eğildim. Gözüm, göğsümün ritmiyle sallanan tozlu ayakkabılarıma takılmışken… Birden… BOOM! Yamaç sarsıldı. Toprak altımdan kayar gibi oldu. Kalbim yerinden fırladı sanki. Bir adım geri çekildim. İkinci patlama… Bu sefer daha yakından. Ardından silah sesleri. Tak tak tak! O alıştığım o ses… O metalik ölüm fısıltısı… Seri atışlar. Sanki bir yerde çatışma çıkmıştı. Ve çok da uzakta değildi. Yere çömeldim. Refleks. Kendimi tamamen yere yapıştırdım. Yüzüm taşlara, kuru otlara değdi ama aldırmadım. Sanki o an toprakla bir olursam görünmez olabilirmişim gibi hissettim. Bir dakika geçti… Sonra bir dakika daha… Sesler azalmıyordu. Aksine… Daha da yaklaşıyordu. Bir helikopter sesi geldi mi? Yok, yok hayır, hayal ediyor olabilirim. Belki sadece rüzgar… Belki sadece yorgunluk beynime oyun oynuyor. Ama o mermilerin uğultusu gerçekti. Ve ayak sesleri. Birilerinin bağırdığını duydum. Net seçilmiyordu. Ama bir komut gibiydi. Asker sesine benziyordu. "Yat yere!" "Sağdan dolanın!" "İleride biri var!" Bunları gerçekten duymuş muydum? Yoksa kafam mı çınlıyordu? Korkudan hareket edemedim. Soluk almaya bile cesaret edemedim. Sonra… Bir figür belirdi uzakta. Bir kayanın ardından biri çıkmıştı. Kamuflaj gibi bir şey vardı üzerinde. Ama çabuk geçti. Gördüm mü gerçekten? Yoksa gözüm mü yanıltıyor beni? Ayağa kalkmadım. Sürünmeye başladım. Yavaşça, taşların arkasına… Bir çukur, bir çalı, bir gölge… ne olursa. Yorgundum. Açtım. Susuzdum. Ama şimdi hepsinden daha fazla… Korkuyordum. Bu bir askeri operasyon muydu? Kaçakçılarla çatışma mı? Yoksa… Beni mi arıyorlardı? Kalbim o kadar hızlı atıyordu ki sesimi bastıracağından korktum. Sessizce dualar etmeye başladım. Duyulmayacak kadar sessiz. Ama içimde çığlık gibi. “Allah’ ım beni görmesin, kimse beni görmesin…” Çünkü yaşım tutmuyordu. Beni teslim ederlerdi. Ve orada… Güneşin altında susuz, kirli, yorgun, korkmuş bir kız çocuğu… Görünmez olmaya çalışıyordum. Ama savaşlarda göz görmezdi ki. Kör bir kurşun beni bulursa… Kimin umrunda olurdu? Adım bile unutulurdu.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD