“Doktor Dawn, öğle yemeği için ara vermek istemediğinize emin misiniz?” diye sordu Seo–Yun.
Laboratuvarın cam kapısı, hafif bir tıslamayla otomatik olarak açıldı. Sesi nazikti ama içinde endişe taşıyan o dikkatli tonda, alışılmışın dışında bir ısrar vardı. İçeride, soğuk bir düzen hâkimdi. Santrifüj ritmik bir şekilde vınlayarak dönüyor, laminar akış kabininden gelen homurtulu hava akımı, mekânın steril kokusuna eşlik ediyordu. Parlak beyaz floresan lambalar, paslanmaz çelik tezgâhlarda dizili cam kapları gölgesizce aydınlatıyordu. Tüm ortam, laboratuvarın klinik doğasının ötesinde bir şey taşıyordu: huzursuz edici bir düzen. Sanki burada yalnızca deneyler değil, insanlar da çözülüyordu.
Mikroskop başındaki Doktor Dawn, omuzları hafifçe öne eğilmiş, sırtı alışkanlıkla gergin bir şekilde duruyordu. Mikroskobun lensine sabitlenmiş bakışları, görünürde yalnızca bir damla sıvıyı izliyordu; ama o damla, onun için bir evrendi. Milyonlarca mikro organizmanın sürüklendiği, birbirine karşı savaş verdiği, büyüdüğü, öldüğü; her biri kendi içinde bir mantık taşıyan bir kaos... Laboratuvarın köşesinde yer alan -iç yüzeyleri buğulanmış- -80 derece derin dondurucuda, özel kutular içinde sınıflandırılmış virüs örnekleri bekliyordu. Her biri etiketlenmiş, zaman damgası vurulmuş, içerikleri yalnızca yetkili birkaç kişinin bildiği, ölümün moleküler tanımını taşıyan cam tüpler… Hareket etmiyor, konuşmuyor, yaşamıyorlardı. Ama bir hücrenin içine girmeleriyle birlikte, genetik düzeni altüst edebilecek potansiyeldeydiler. Ne canlı ne ölüydüler—ama ikisinin arasındaki en ölümcül şeydiler.
Doktor Dawn, bakışlarını mikroskoptan ayırmadan, dudaklarını oynattı. Kulağının arkasına sıkıştırdığı birkaç isyankâr saç teli yeniden yanağına düşmüştü. “Üzgünüm, çalışmam gerekiyor Seo–Yun,” dedi. Sesi yorgundu ama kararlıydı. Gözleri, yanında açılmış olan yeni bir petri kabına kaydı. “Yeni gelen kan örnekleri üzerinde inceleme yapacağım. Belki...” kısa bir duraklama verdi, "belki bu kez, içlerinden birinde tahmin ettiğimi bulurum.”
Seo–Yun, kapının eşiğinde bir an daha durdu. Parlak ışıklar altında yüzü solgun görünüyordu; endişesi, gözlerinin çevresindeki çizgilerde ve kaşlarının arasındaki ince kırışıklıkta belirgindi. Ellerini önünde birleştirmiş, başparmağıyla avucunu ovalıyordu. Derin bir nefes aldıktan sonra, sesi alışıldık yumuşaklığından sıyrılmış, yerini hafif bir siteme bırakmıştı:
“Aylardır söylentiler dolaşıyor,” dedi, gözleri hâlâ mikroskopa eğilmiş olan Doktor Dawn’a takılmıştı. “Ama hâlâ somut hiçbir şey yok. Ne gönüllüler üzerinde kullanılan ilaçlarda, ne genetik aşı dizilerinde, ne de bu zamana kadar aldığımız kan örneklerinde olağan dışı bir bulguya rastlandı. Hiçbir şey…”
Dawn’ın parmakları mikroskobun ince ayar düğmesini çevirirken, yüzünde fark edilmesi güç, donuk bir ifadeyle duruyordu. Dinliyordu—ama belli etmeden.
Seo–Yun birkaç adım daha attı, sesi biraz daha yumuşadı ama kararlılığını koruyarak sürdürdü:
“Sizi tanıyorum. Alanınızda en iyisiniz, bunu inkâr edecek biri yok. Üniversitede size hayranlıkla bakardım, şimdi aynı laboratuvarda çalışmak, inanın bana hâlâ büyük bir ayrıcalık gibi geliyor.” Gözleri yere kaydı, sonra tekrar kaldırdı. “Ama tam olarak neyi arıyorsunuz? Virüs mutasyonu mu? Gizlenmiş bir gen dizilimi mi? Bir dış müdahale izi mi? Hiçbirimiz neye baktığımızı bilmiyoruz.”
Sessizlik çöktü; sadece santrifüjün vızıltısı konuşuyordu. Seo–Yun son kez cesaretini topladı. “Vazgeçin,” dedi fısıltıya yakın bir tonla. “Belki... belki de bunun zamanı geldi, Doktor Dawn.”
Seo–Yun’un sesi kesildiğinde, laboratuvar bir kez daha sessizliğe gömüldü. Doktor Dawn, mikroskop başında kıpırdamadan duruyordu, ama zihni sessizleşmişti.
“Vazgeç.”
Bu kelime, kafasının içinde yankılandı. O kadar tanıdık, o kadar basit… ama taşıdığı ağırlık, yılların çalışmasını bir kalemde silip süpürebilirdi.
Vazgeçmek? Hayır... Çok geç. Geri dönüşü olmayan noktayı çoktan geçtik.
Gözlerini mikroskoptan çekmeden konuşmadı. Ama düşünceleri bağırıyordu içinden:
Onlar bilmiyor. O ilk gönüllü... vücut ısısı 38’in altına hiç inmedi. Uyku döngüsü normaldi, evet, ama gözlerinde derinlik kalmamıştı. Kas refleksleri hızlıydı, fazlasıyla hızlı. Tespit edilemeyen o genetik kırılmayı gördüm. Hepsi fark edilmeden tasarlandı. O kadar mükemmel gizlenmişti ki standart testlerle yakalanamazdı. Doktor Friedrich Von Auster neyin peşinde? Öğrenmem gerekiyor.
Eli, lam üzerindeki örneğe kaydı. Başparmağı titredi. Bu örnek... içinde o nüve var. Henüz tam anlamıyla uyanmamış olabilir, ama orada. Sessiz, bekleyen bir parazit gibi. Zamanı geldiğinde ne olduğunu herkes görecek. Seo–Yun hâlâ kapının yanındaydı, ayrılmakta kararsız. Dawn, sonunda doğruldu, gözlüklerini çıkardı ve tezgâha bıraktı. Solgun yüzünde bir yorgunluk vardı ama gözlerinde bir takıntının parıltısı.
“Araştırma merkezinden ayrılan gönüllülerin evlerine gidip, çıldırdıklarını ve ailelerini katlettikleri yerel haberlere çıktı,” dedi Doktor Dawn, sesindeki sakinlik soğuk bir taş gibi düşüyordu havaya. Kelimeleri düşük bir tonda, neredeyse fısıltıyla söylüyordu; ama her harf, içerdiği vahşetin ağırlığını taşıyordu. “Ulusal ölçekte büyük bir skandal yaşanmadı. Ne hükümetten resmi bir açıklama geldi, ne de kamuoyu bu olayların büyüklüğünü fark etti. Ama... olanları biliyorum. Her şeyin üzeri ustalıkla örtüldü. Ve ters giden bir şey var. Hem de çok ciddi bir şey.”
Sözleri, laboratuvarın steril havasını keskin bir bıçak gibi yardı. Seo–Yun, bulunduğu yerden bir adım geri çekildi, gözleri istemsizce yere kaydı. Yutkundu. Ardından siyah, düz saçlarını sinirle bir araya toplayıp omzunun üstünde düğüm yaptı. Gözleri kısa bir süreliğine Dawn’ınkilerle buluştu; inanç ile kuşku arasında bir yerde asılıydı bakışları.
“Adamın cinnet geçirdiğini söylediler,” dedi sonunda. Sesi kararsızdı, sanki söylediklerine kendisi de tam inanmıyordu. “Sağlık veri tabanında geçmişinde bipolar bozukluk olduğu yazıyordu. Ailesiyle daha önce de sorunlar yaşamış.”
Bir an durdu, ardından sol eliyle dikkatlice büyüyen karnını tuttu. Beyaz laboratuvar önlüğü altından belli belirsiz kabaran karın, içindeki yeni hayatın kanıtıydı. Dört aylık gebeydi; hareketleri daha ölçülü, düşünceleri ise her zamankinden daha derindi.
“Eğer GeneWorld Projesi başarılı olursa,” dedi nazik ama kararlı bir sesle, “gelecek nesilleri hastalıklardan ve ölümden uzak bir hayat bekliyor. Bu sadece bizim için değil… onun için de bir umut.” Parmakları hafifçe karnında dolaşırken gözlerinde bir anlık yumuşama oldu.
Ama ardından yüzüne yeniden gergin bir ciddiyet yerleşti. “Belki bazı şeyler kontrol dışına çıktı, evet. Ama bu, çalışmamızdan vazgeçmemiz gerektiği anlamına gelmez. Sadece daha dikkatli olmalıyız.”
Doktor Dawn bir şey söylemedi. Sadece gözlerini Seo–Yun’un ellerine, sonra da soğutucuda duran numunelere çevirdi. Sessizliğin içinde, laminar akış kabininden gelen sabit hava sesi daha da boğucu hale geldi.
Doktor Dawn sonunda, “Sanırım ilk kez yanılmayı bu kadar çok istiyorum.” diye mırıldandı.
Seo–Yun, Dawn’ın o son cümlesini duyduğunda, içindeki bütün direncin bir anlığına çatırdadığını hissetti. Yüzündeki ifade yumuşadı, bakışlarında bilimsel disiplinin ötesinde bir şey vardı artık—insani bir endişe.
“Ben de,” dedi sessizce. “Tanrım, ben de… O raporları ilk gördüğümde, belki de yanlış bir analiz olduğunu düşündüm. Belki de insanlar... dış etkenlere karşı savunmasızdı. Gönüllüler aşırı stres altındaydı, deneysel ilaçlar etkilerini karmaşıklaştırmış olabilir. Biliyorsunuz ki herkesin biyolojik direnci farklı...”
Doktor Dawn kaşlarını çattı. Mikroskop başından kalktı ve bir bezle gözlük camını sildi. Ardından soğutucuya doğru yürüdü, içinden dikkatle bir numune çıkardı. Küçük, mühürlü bir cam flakonun içinde zararsızmış gibi görünen soluk bir sıvı vardı.
“Hayır, Seo–Yun. Bu yalnızca bireysel vakalarla açıklanamaz. İlaç her bünyeye uyum sağlamak için yaratıldı. Üstün insanlar için.” Şişeyi işaret ederek devam etti. “Geçen hafta bu örnekte genetik bazda tanımlayamadığım bir mutasyon buldum. Bağışıklık sistemine müdahale ediyor, hatta sinir sisteminde ilginç bir biçimde yeniden yapılanmaya yol açıyor. Prefrontal korteks -davranışları düzenleyen bölümünü- etkiliyor. Hatta doğrudan Lateral Hipotalamus -açlık- bölümünü ele geçiriyor. Bu, yalnızca bir tedavi değil... bir evrim zorlaması. Açlığı, yorgunluğu, stresi ya da korkularımızı yok edecek bu ilaç ters etki yapıyor.”
Seo–Yun’un dudakları aralandı ama bir şey söyleyemedi. Ellerini karnının üzerinde kenetledi.
“Bunu halka açamayız,” dedi tereddütlü bir tonda. “Henüz değil. Hükümete bildirirsek, projeyi tamamen kapatırlar. Bunu bildirsek bile hayatımızı tehlikeye girebilir. Bunu göze alabilir misiniz? Bir aileniz ve iki kızınız var. Ve... belki de gerçekten iyi bir şeye yakınız. Eğer kontrol altına alınabilirse... ”
“Kontrol altına alınamayan her şey, sonunda yıkıma yol açar.” Anna Dawn’ın sesi, her zamanki analitik netliğinden farklı olarak duygusal bir sertlikle çıkmıştı. “İlk örnekleri zaaf sayılan insan özelliklerini törpülemiş olsa da, mutasyon dediğimiz evrimin kötü ikizi olan gerçeği unutamayız.”