16

1113 Words
Seo-Yun’un nefesi kesik kesikti, gözleri dolu ama bakışları Anna’ya kilitlenmişti. Dudakları titredi, sonra başını hafifçe salladı. “Hayır... o artık insan değildi. Gözlerinde hiçbir şey yoktu. Sanki... içi boştu. Normal biri... bunu yapamazdı.” Sözleri bıçak gibi indi Anna’nın zihnine. Derin bir sessizlik çöktü. Sadece dışarıdan gelen uzaktaki siren sesleri ve binanın içindeki güvenlik sisteminin boğuk uğultusu duyuluyordu. Seo-Yun aniden iki eliyle karnını kavradı. Acıdan bir inleme daha yükseldi. Gözleri yeniden yaşla doldu. “Ben... hamileyim Anna.” dedi çaresizlikle. “Onlardan biri olamam. Bebeğim var! Bebeğime ne olacak?” Anna, onun yanına diz çökerek bir kolunu omzunun altına yerleştirdi. “Onlardan biri olmayacaksın. Henüz değil,” dedi. Sesi hem kendine hem Seo-Yun’a bir inanç fısıltısı gibiydi. “Ama zamanımız yok. Önce seni bağlamalıyım.” Seo-Yun şaşırmıştı. “Ne?” Seo-Yun’un gözlerinde beliren şaşkınlık ve korku, Anna’nın içini bıçak gibi kesti. Kadının yorgun bedeni bir anlık güçsüzlükle Anna’nın kollarına daha çok yüklendi. Ama Anna, kararını vermişti. Bu sadece bir önlem olacaktı. En azından... şimdilik. “Ne demek istiyorsun?” diye sordu Seo-Yun, sesi boğuk, panik dolu. Nefesi hızlanmıştı. “Beni buraya kurtarman için geldim... beni bağlaman için değil! Bir şey bulabiliriz. Bilim insanlarıyız biz.” Anna elini Seo-Yun’un omzuna koydu, yumuşak ama baskılayıcı bir şekilde. “Seni zincirlemiyorum. Ama kontrol altında tutmalıyım. Henüz bilmiyoruz, bu şeyin bulaşma süresi nedir, etkisi ne kadar hızlı yayılır, kuluçka dönemi var mı. Bunların hiçbirini bilmiyoruz. Ama seni kaybetmek istemiyorum, Seo-Yun. Seni ve...” bakışları istemsizce kızın karnına kaydı, “...bebeğini korumak istiyorum.” Seo-Yun sessiz kaldı. Sadece hıçkırıkları vardı artık. Gözleri dolmuştu ama bu kez korkudan çok çaresizlik vardı içinde. Kafasını yavaşça salladı, bir onay mıydı, pes ediş mi... Anna anlayamadı. “Bana güveniyor musun?” diye sordu Anna. Sesi bu kez daha yumuşaktı. “Burada seni yalnız bırakmayacağım. Gerekirse bütün gece başında beklerim. Ama bunu yapmam gerek.” Seo-Yun, gözlerini yere indirdi. Sonra başını yavaşça salladı. “Güveniyorum...” dedi kısık bir sesle. “Ama lütfen... eğer bir şey olursa... bebeğimi kurtar. Ne olursa olsun. Onu bırakma.” Anna’nın boğazına bir yumru oturdu. Başını sallayarak, “Sana söz veriyorum,” dedi. “Sonuna kadar savaşacağım.” Hemen ardından, laboratuvarın arkasındaki küçük ekipman dolabına yöneldi. Orada, bir zamanlar güvenlik prosedürleri için sakladıkları kelepçeler, steril bezler ve medikal sabitleme bantları vardı. Yavaşça bir sedye hazırladı, üzerine yumuşak bir örtü serdi. Seo-Yun’un üstünü titizlikle örttü, vücudunu yarı oturur pozisyonda sabitledi. Kollarına zarar vermeyecek şekilde, ama hareket edemeyeceği biçimde yumuşak sabitleme bantlarını yerleştirdi. Tüm bunlar olurken Seo-Yun tek kelime etmedi. Sadece arada bir burnunu çekti, karnını tuttu ve gözlerini Anna’dan ayırmadı. Kapalı alanda bir an için rüzgarın uğultusunu andıran bir ses duyuldu. Hemen ardından, laboratuvarın acil durum paneli kendi kendine ışık verdi. Yapılan anonsu duydu. ”Dış kapı erişimi devre dışı bırakıldı. Sızma algılandı. Lütfen yerinizde kalın. Katların güvenlik kapıları kapatılacak.” Anna başını panele çevirdi. Soluğu kesildi. Bu ses... binanın artık güvenli olmadığını söylüyordu. Dahası güvenlik kapıları aktiveydi, burada hapsolacaklardı. “Siktir,” diye fısıldadı. Seo-Yun’un titreyen sesi geldi hemen ardından: “Ne oluyor? Dışarıdan biri mi geliyor? Yoksa... onlar mı?!” Anna, içinde büyüyen panik duygusunu zorla bastırarak derin bir nefes aldı. Titreyen ellerini kısa süreliğine yumruk yaptı, sonra gevşetti. Zihninde beliren her senaryo bir öncekinden daha karanlıktı, ama şimdi eyleme geçme zamanıydı. Laboratuvarın girişine yöneldiğinde, duvara monte edilmiş acil kilitleme panelini çevirdi. Parmak uçları, ekranın yanındaki küçük paneldeki tanıdık soğuk metal tuşlara değdi. “Otomatik kilitleme devrede” ibaresi zaten yanıyordu, ama Anna tatmin olmadı. Manuel olarak da kilidi devreye soktu. Küçük bir klik sesiyle, kalın kapının kilit çubukları devreye girdi. Artık içeriden çıkmak da dışarıdan girmek de zordu. Ardından, hızlı adımlarla yan tezgâha ilerledi. Orada, acil cerrahi müdahaleler için hazırlanan steril metal bistüri kutusu duruyordu. Kapağını açarken, içindeki düzenli sıralanmış aletlerin ışıkta parlaması, Anna’nın boğazında sert bir düğüm oluşturdu. “Bilim kadını ya da anne... fark etmez,” diye geçirdi içinden. “Eğer gerekirse, öldüreceğim.” Kutudan en ağır ve kavranması en kolay olan bistüriyi seçti. Bıçağın ince ama keskin ucu ışıkta bir an parladı. Cebine yerleştirdiğinde, ağırlığı anında hissedildi. Sanki bir sınır geçmiş, bilim insanı kimliğinin yanına hayatta kalmak için silah taşıyan biri daha eklenmişti. Ceketinin cebindeki metalin soğukluğu, içinde büyüyen sıcak korkuyu dengeleyen bir gerçeklik gibiydi. Ardından bir kez daha arkasına baktı. “Buradayım,” dedi kararlı bir sesle. “Ve seni bırakmayacağım.” Anna, son bir kez Seo-Yun’un gözlerine baktı. Kadının içinde kıyamet kopsa da artık direnmiyordu. Bu, güvenin en ağır ve en kırılgan haliydi. Anna ona yaklaştı, Seo-Yun başıyla hafifçe onay verdi ve kollarının altına girdi. “Yavaşça kalkacağız,” dedi. “Ağır ağır, birlikte.” Seo-Yun acıyla inledi, ama Anna’nın desteğiyle doğrulmayı başardı. Omzundaki bandajdan kan sızıyordu, yüzü ölüm kadar solgundu. Her adımında titredi ama yürümeyi başardı. Laboratuvarın ortasında duran paslanmaz çelik çalışma masasına vardıklarında, Anna onu dikkatle oturttu. Masanın yüzeyine steril bir çarşaf serdi, ardından Seo-Yun’u sırt üstü yatırdı. Vücudu hâlâ hafifçe titriyordu. “Bu sadece önlem,” dedi Anna, göz temasını hiç kesmeden. “Sana zarar vermem.” Seo-Yun’un yanıtı fısıltı gibi geldi: “Biliyorum... bana güvendiğin kadar, ben de sana güveniyorum.” Anna içinden yükselen duyguyu bastırdı, dudaklarını sıkıca birbirine bastırarak gözlerini kaçırdı. Hemen ardından steril medikal sabitleme bantlarını aldı. Önce Seo-Yun’un bileklerini masanın yan kenarlarına yumuşakça sabitledi. Bantları çok sıkı değildi, ama yeterince sağlamdı. Aynı şekilde ayak bileklerine de uyguladı. Seo-Yun hiçbir şey demedi. Sadece gözlerini tavana dikti ve derin derin nefes almaya çalıştı. Arada bir çenesinden bir titreme geçiyor, omuzları istemsizce sarsılıyordu. Anna, son olarak kadının omuzlarının altına ince bir destek yerleştirdi. Vücudu çok zayıflamıştı; rahat nefes alması gerekiyordu. “Bana bir şey olursa...” dedi Seo-Yun, sesi sanki uzaktan gelen bir yankı gibiydi. “Lütfen... bebeğim için beni öldürme. O doğana kadar yaşayayım. Lütfen...” Anna, onun yanında eğilerek yüzünü yaklaştırdı. “Sana bir şey olmayacak,” dedi. “Sen buradasın, yaşıyorsun. Ve ben burada olduğum sürece, ikiniz de güvendesiniz. Söz veriyorum.” Tam o anda, binanın alt katlarından metal bir şeyin devrilme sesi duyuldu. Ardından tiz bir çığlık—insan ama bozulmuş, sanki içi boşalmış bir ses. Anna başını aniden kaldırdı. Yüreği ağzına geldi. Bu... yaklaşıyordu. Hızla laboratuvarın arka paneline yöneldi. Güvenlik ekranlarını kontrol etti. Bina içi termal harita bozulmuştu ama iki kat aşağıda anormal hareketler vardı. Kalabalık bir grubun ilerlediği kesindi. Renk yoğunluğu hızla yükseliyordu. Geri döndüğünde, Seo-Yun’un gözleri kısılmıştı. Acı artıyordu. Vücudunda soluk mavi damarlar belirginleşmeye başlamıştı. Isırığın etrafındaki deride renk değişimi genişliyordu. Nabzı daha hızlıydı ama zayıf atıyordu. Anna, bu sürecin ne kadar hızlı işleyeceğine dair hiçbir bilimsel veriye sahip değildi. Sadece gözlem yapabilir, müdahale edebilirdi. Elini yavaşça Seo-Yun’un alnına koydu. Terle kaplıydı, ateşi yükseliyordu. “Sakın uyuya kalma,” dedi. “Beni dinle. Sesimi duyduğunu söyle. Hadi, Seo-Yun!” Kadın zorlukla gözlerini kırptı. Dudakları aralandı. “Buradayım... hâlâ buradayım...”
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD