Zoe yavaşça başını salladı. Elinde tuttuğu telefonun ekranına bir kez daha baktı, sonra güç tuşuna bastı. Ekran karardı, odaya yalnızca dışarıdaki solgun abajurun ışığı kalmıştı. Zoe sessizce ayağa kalktı. Dizleri hafifçe titriyordu ama bir şey söylemeden yürüdü; sadece birkaç adım. Sonra, tereddütsüzce Elazia’nın kollarına kapandı. Başını ablasının omzuna yasladığında, boğazındaki düğüm çözülür gibi oldu. Sessizliği, hıçkırıklarla bozuldu. O ince, bastırılmış ağlayışı bir çocuğun değil, dünyası çatlamış bir insanın gözyaşları gibiydi.
Elazia, kardeşini sıkıca sardı. Onu saran kollarında bir koruma içgüdüsü vardı ama aynı zamanda kendini de tutunacak birine ihtiyaç duyuyordu. Zoe’nin başını okşadı, alnına küçük bir öpücük kondurdu. “Tamam,” diye fısıldadı. “Buradayım. İkimiz de buradayız. Her şey yoluna girecek.”
Ama içinden geçen başka şeylerdi. Bu sözleri, Zoe’nin ağlamasını durdurmak için söylüyordu. Kendine bile inanmıyordu belki, ama sözcükler bazen gerçek kadar güçlü olabilirdi. En azından bir süreliğine.
Zoe, ablasının omzuna daha sıkı sarıldı. “Neden... neden başımıza böyle birşey geliyor?” diye sordu, sesi gözyaşlarıyla boğulmuştu. “Onlar... onlar artık insanlar gibi değil. Ya bu her yere yayılırsa? Ya kimse yardım edemezse? Ya... ya biz de-”
“Hayır,” dedi Elazia hemen, sesi daha netti bu sefer. Zoe’nin sırtını yavaşça ovalayarak, “Biz buradayız. Evin içindeyiz. Kapılar kilitli, pencereler kapalı. Buraya kadar gelmeye cesaret edemezler. Bu bizim sığınağımız. Birbirimizi koruyacağız.”
Zoe’nin gözyaşları hâlâ durmamıştı ama kolları ablasının beline daha da sarıldı. Elazia bir an başını kardeşinin saçlarına yasladı, gözlerini kapattı. O an, tüm dünyayı dışarıda bırakmak ister gibiydi. İçinde yankılanan korkuyu susturmak, en azından bu birkaç saniyelik sessizlikte.
Sonra Zoe’nin soluğu yavaş yavaş düzene girdi. Gözyaşları durmasa da, ağlaması yerini yorgun bir sessizliğe bıraktı. Elazia usulca, “Üst kata çıkalım,” dedi. “Salonda fazla kalmayalım. Yanında yatacağım tıpkı sen daha küçükken olduğu gibi.”
Zoe başını ağır ağır salladı, gözyaşlarını avuç içiyle silerken kirpiklerine yapışan tuzlu yaşlar yanaklarına iz bırakmıştı. Gözleri hâlâ titrekti, ama bir şey söylemeden yerinden kalktı. Elazia, onun bakışlarındaki sessiz kabullenişi gördü. Yavaşça kız kardeşinin başını okşadı, parmakları Zoe’nin saçlarında gezinirken kısa bir an nefes aldı. Ardından ağır adımlarla mutfağa doğru yöneldi. Mutfağa vardığında içerisi karanlık ve soğuktu. Tezgahın üzerinde, bıçaklık sabit bir şekilde duruyordu. Elazia, ellerini tereddütle kenarına koydu, parmaklarını en keskin duran paslanmaz çelik bıçağın sapına uzattı. Soğuk metal avucuna değdiği anda içi ürperdi. Bu bir mutfak aracı olmaktan çıkmıştı artık; savunma için bir silah, güvenlik için bir semboldü. Bıçağı kavrayıp gövdesine yakın tuttu, sonra sessizce mutfağı terk etti.
Merdiven başında bekleyen Zoe, hala oradaydı. Ayakları sabit ama vücudu öne eğikti, sanki onu dış kapıya çeken görünmez bir güç vardı. Annesi ve babası dışarıdaydı; bilinmezlik içindeydiler. Kızın gözleri kapıya dönüktü ama adımları ablasının yanında kaldı. Elazia kolunu onun omzuna doladı, kendine doğru çekti. “Gel,” dedi yalnızca.
Zoe iç geçirdi. Gözlerini yere dikti ve başını yana eğdi. Ablasının yanında olmak güvenli hissettiriyordu ama kalbinin bir kısmı o kapının ardında kaybolmuştu. Yine de bir adım attı. Sonra bir tane daha. Elazia’nın kolunun sıcaklığı, gecenin soğuğunu bastırıyordu. Birlikte, yavaş ve sessizce merdivenleri tırmanmaya başladılar. Her basamakta gıcırdayan ahşap, dış dünyanın uğultusuna karşı koyan tek sesti. Evin içindeki o sessizlik; ne bir televizyon, ne bir rüzgar sesi... sadece ikisinin nefesi ve içlerindeki korkunun yankısı vardı. Üst kata vardıklarında Elazia bir an durdu. Bakışlarını odaların üzerinde gezdirdi, sonra kararlı bir şekilde Zoe’nin odasının kapısını açtı. İçerisi tanıdık ama huzursuz hissettiriyordu.
Elazia pencereye yürüdü. Camın hemen dışında yükselen meşe ağacına baktı. Dalları güçlüydü, kalındı. İkisi de o ağacı yıllardır tırmanıyordu; dalları adeta onların gizli yolları gibiydi. Elazie’nin planı netti: Eğer ev savunulamaz hale gelirse, burası onların kaçış noktası olacaktı. Pencereyi kontrol etti, menteşeleri sessizce açılıp kapanıyordu. Sonra perdeyi çekti ve geri döndü. Zoe bu sırada yatağına geçmişti. Yavaşça battaniyenin altına girdi, ama gözleri hâlâ Elazia’daydı. Elazia sessizce yanına oturdu. Elini battaniyenin kenarına uzattı ve dikkatle kız kardeşinin üzerine örttü. Gözleri, Zoe’nin yaşlardan nemli göz kapaklarında takıldı. O sırada diğer elindeki bıçak hafifçe battaniyenin kenarından göründü.
Zoe’nin gözleri istemsizce o parlayan çeliğe kaydı. Korkmadı. Aksine… tuhaf bir şekilde rahatlamıştı. O bıçak, ablası bıçak kullanmayı biliyordu. Amcaları Hector geyik ya da domuz av zamanlarında Elazia’yı da yanında götürürdü. Anneleri Anna tehlikeli olduğu için karşı çıksada, babaları Gordan küçük firarlara izin verirdi. Elazia bu süreçte amcasından silah kullanımını ve bıçak sallamayı öğrenmişti. Zoe bunları düşünürken, sessizce başını çevirdi ama aklının bir köşesinde asıl hâlâ garaj vardı. Av malzemeleri... potansiyel silahlar. Ablası izin vermese de, gerekirse kendi başına ulaşabileceğini biliyordu. Ama o gece için değil. Şimdilik, sadece yanında olmaya ihtiyacı vardı.
Usulca ablasına sokuldu. Başını Elazia’nın omzuna yasladı. Elazia da ona döndü, alnını Zoe’nin saçlarına yasladı. Gözleri kapandı. O an zaman durmuş gibiydi. Konuşmaya gerek yoktu artık. Kelimeler tükenmişti; sadece birbirlerine duydukları güven kalmıştı. Dışarıda karanlık, ağır ve bilinmezdi. Her an bir şey olabilir, her şey değişebilirdi. Ama içeride... sadece iki kız kardeş, birbirine tutunarak sabahı bekliyorlardı. Elazia için Zoe’den öncelikli hiçbir şey yoktu. Zoe’nin nefesi yavaş yavaş düzene girmişti. Titremesi azalmıştı, ama hâlâ her saniye yeniden başlayacak bir ağlamanın eşiğindeydi. Elazia, onun saçlarını okşamaya devam etti, küçük daireler çizerek, tıpkı çocukken kâbus gördüğünde yaptığı gibi. Her dokunuşla biraz daha sakinleşti Zoe.
Ama Elazia’nın içi bir türlü durulmuyordu. Dışarıdan gelen sessizlik, içindeki fırtınayı bastıramıyordu. Her şey kontrol altındaymış gibi görünse de kalbi, göğsünde değil, boğazında atıyordu adeta. Gözleri loş odada, sürekli bir köşeden diğerine kayıyor, uyanık kalmak için kendini zorlamıyordu çünkü zaten uykunun kıyısına bile yaklaşamıyordu. Bir an bile gevşeyemezdi, bir anlık dalgınlık her şeyi değiştirebilirdi. Elini hafifçe yanına götürdü ve bıçağın sapını yokladı. Soğuk, pürüzsüz metal hâlâ oradaydı; eline oturan ağırlığıyla güven veren bir nesneydi. Eğer biri kapıyı zorlarsa, eğer o gölgelerden biri camın arkasında belirirse… tereddüt etmeyecekti. Tereddüt edemezdi. Artık bir abladan fazlasıydı; bir koruyucuydu, bir savaşçı.
Dakikalar, içerideki huzursuzlukla inatlaşır gibi ağır ağır geçiyordu. Odanın köşesindeki saat, her saniyede tıkırtısını biraz daha yüksek çıkarıyordu sanki. O ses, Elazia’nın sinir uçlarında yankılanıyor, zamanın ne kadar yavaş aktığını her vuruşta hissettiriyordu. Bir an, göz kapakları ağırlaştı; gözlerini kapattı ama tüm bedeni dinleme hâlindeydi. Çatıdaki tahta gıcırtısı, rüzgârın pencereyi yalayıp geçen uğultusu, aşağıdaki musluktan düşen tek bir damla su bile onu irkilmeye yetiyordu. Yanında yatan Zoe ise, bir süre sonra derin bir nefes alarak huzurlu bir sessizliğe gömüldü. Omuzları gevşedi, kaşlarındaki çizgiler silindi. Uyku, korkudan arınmış tek kaçış gibiydi. Elazia onu izlerken gülümsedi — yalnızca bir anlığına. İçinde sızıya benzeyen bir sevgiyle doluydu.
Zoe annelerinin fotoğraflarda gördüğü gençliğini anımsatıyordu. Onun bal rengi, gölgede altın gibi parlayan saçları ve gözlerinin badem biçimli yapısı, tam anlamıyla annelerinden mirastı. Gözlerinin rengi daha çok babalarını andıran grimsi mavi tonlardaydı, ama bakışlarındaki sıcaklık, yüzündeki yumuşak hatlar doğrudan annelerini yansıtıyordu. Elazia ise babalarına çekmişti. Saçları açık kumraldı, neredeyse küllü bir ton taşıyordu; yüz hatları daha sert, daha belirgindi. Çenesi hafifçe çıkık, burnu keskin bir çizgideydi. Ve gözleri — tıpkı babalarının öfke bastırılmış bakışları gibi — derin ve tetikteydi.
Ama aralarındaki farklar, onları ayırmak yerine birleştiriyordu. Her biri ailenin başka bir yönünü taşıyor gibiydi. Zoe’nin yüzünde annenin şefkati vardı; Elazia’nın duruşunda babalarının direnci. Şimdi, bu karanlıkta, dış dünyanın bilinmezliğiyle çevriliyken, bu denge daha da önemli hale gelmişti. Zoe, Elazia’nın varlığıyla huzur bulurken, Elazia da kardeşinin varlığından cesaret buluyordu. Dışarıdaki dünya çözülmeye yüz tutmuştu. O güven; anne sıcaklığını, baba gücünü ve kardeşliğin dokunulmaz bağını içinde taşıyordu. Elazia, yanında yatan kız kardeşine baktığında, içindeki korkular ne kadar uğuldayıp durursa dursun, küçük bir umut kıvılcımı da aynı anda yanıyordu. Her şey altüst olabilir, tüm düzen çökebilirdi. Ama şafağı beklemelilerdi. Elazia annesi ve babasının dönmediği bir senaryoda ne karar vereceğini düşünüyordu. Zoe’nin yanına çöküp kısmen başını yatak başlığa yasladı ve gözlerini hafifçe kapattı. Bu uykusuzluğa yenik düşmesi için yetmişti.