4

1335 Words
Zoe, loşlukta kaybolurken arkasında yalnızca silueti kaldı. Elazia, kardeşinin merdivenlerde kaybolan gölgesine kısa bir süre baktı. İçinde hem gurur hem endişe vardı. O hâlâ bir çocuktu… ama şimdi bir gecede büyümek zorundaydı. Derin bir nefes aldı, göğsü yavaşça indi kalktı. Gözlerini kapatıp birkaç saniye orada durdu, sonra kendini toparladı. Alt kata yöneldi. Her adımını dikkatle atıyordu. Kendine itiraf edemese de düşüp, bayılacak kadar korkuyordu. Önce salonun ışığını kapattı. Ortalık bir anda karanlığa büründü. Ardından yemek odasının ve mutfağın ışıklarını söndürdü. Her seferinde birkaç saniye durup kulak kesiliyor, dışarıdan gelen en ufak sesi ayırt etmeye çalışıyordu. Pencerelere yöneldi. Uzun, kalın perdeleri iki eliyle kavrayıp sessizce çekti. Kumaşın sürtünme sesi bile o anda fazlaydı. Perdeler kapanınca, dışarıdan gelen ay ışığı da evin içine sızamaz oldu. Sokak lambalarının titrek ışığı camın dışında kaldı, içerisi daha da loşlaştı. Elazia, salon penceresinin kilidini çevirdi. Klik sesi yankı gibi kulaklarında çınladı. Sonra sırayla diğer odaların pencerelerini kontrol etti. Hepsinin kilitlerini elinden geldiğince sessizce çevirdi. Kapıların mandallarına dokundu, her biri kapalı mı, kilitli mi kontrol etti. Ön kapının zincirini de taktı. Her ayrıntı, içindeki panikle yarışan dikkatini biraz daha keskinleştiriyordu. Ev artık karanlıktaydı. Her köşe, gölgelerle doluydu. Ama o bu karanlıkta daha güvende hissediyordu. Dışarının ne olduğunu bilmiyorlardı ve belki de içerideki karanlık, dışarıdan daha az tehlikeliydi. Son olarak salona döndü. Köşede, eski ahşap bir sehpa üzerinde duran abajurun ışığını açtı. Sarı, yumuşak bir ışık yayıyordu. Parlak değildi ama o loşluk, bir nebze olsun huzur veriyordu. Işığın altında duvarda belli belirsiz bir gölge dans ediyordu. Elazia lambaya dokunmadı. Onu açık bıraktı. Belki Zoe, yukarıdan baktığında o ışıkla bir sığınak hissederdi. Belki bu küçük parıltı, geceye karşı bir direnç olurdu. Bir süre hareketsiz kaldı. Nefesini tuttu. Uzaklardan hâlâ yankılanan çığlığın tınısı zihninden çıkmamıştı. Her şey hâlâ bilinmezlik içindeydi. Elazia kanepenin ucuna ilişmiş, sırtını tam dayamadan öylece oturrdu. Elinde tuttuğu telefon parmaklarının arasında neredeyse donuklaşmış gibiydi; ekran ışığı yüzünü solgun gösteriyor, göz kapakları ise yorgunluktan ağırlaşmıştı. Ekranda hâlâ rehberin en üstünde “Anne” ve “Baba” yazıyordu, altlarında ise “Yanıtlanmadı” ibareleri. Birkaç dakika önce yapılan aramaların hâlâ sesi kulaklarında çınlıyordu. Ardından mesajlar sekmesine geçti—birkaç arkadaşı yazmıştı. “Güvende misiniz?” “Biz markete zor kaçtık, herkes delirmiş gibi.” “Tanrı aşkına olanları gördün mü?” Ama Elazia’nın gözü bu mesajlarda değildi. Parmakları otomatik olarak ekranı kaydırıyor, ama zihni hâlâ aynı cümleye takılı kalıyordu: Neredeler? Neredeler? Neredeler? Bir içgüdüyle sosyal medya uygulamasına girdi. Ana sayfa, ilk saniyede bile tuhaf bir şekilde farklı görünüyordu. Alışılmış fotoğraflar, tatil paylaşımları ya da kedili videolar yoktu. Her şey yerini bulanık, titreşen görüntülere, kesilen yayınlara ve sansürlenmiş içeriklere bırakmıştı. Algoritma, tek bir şeye odaklanmıştı. İlk karşısına çıkan videoda, sokağın birinde titrek kamera görüntüsü eşliğinde bir adam beliriyordu. Yürüyüşü, dengesiz ve ani—sanki bacakları kendine ait değilmiş gibi savruluyordu. Ceketinin önü açık, ağzından sarkan salyalar boynuna kadar akıyordu. Sarsak adımlarla yürürken, karşısına çıkan bir başka adam ne olduğunu anlamaya çalışarak ona yaklaşıyordu. Ama daha cümlesini bile kuramadan, sarsak adam aniden saldırıya geçti. Pençeleme sesi ve ardından gelen et yırtılır gibi bir ses, Elazia’nın midesini bulandırdı. Videonun arka planında bir kadının çığlığı duyuldu, ardından hızlı nefesler, ağlayan bir çocuğun sesi ve telefonun yere düşerken çıkardığı tok bir gürültü. Elazia irkildi, telefonu bir an yere bırakacak gibi oldu ama kendini tuttu. Ekranı aşağı kaydırdı. Sonraki videoda bir kreş bahçesi görünüyordu. Küçük çocuklar—belki dört, beş yaşlarında—bahçede amaçsızca dolanıyordu. Ama yürüyüşleri tıpkı bir önceki adam gibiydi: denge yoksunu, uyumsuz, ama garip bir şekilde ısrarlı. Bir kadın çitlerin ardından onları çağırıyor, panikle bağırıyordu: “Maya! Buraya gel! Lütfen!” Ancak çocuklar cevap vermiyordu. Biri, çitin altından geçmeye çalışan adama atıldı ve küçük bedeninin beklenmedik bir vahşetle saldırdığını gösteren bir boğuşma sesi yükseldi. Elazia gözlerini kapattı ama videolar zihnine kazınmıştı bile. Elleri titreyerek ekranı yeniden kaydırdı. Şimdi karşısına gelen videolar, kent merkezindeki kargaşaları gösteriyordu. Ana yollar tıkanmıştı. Arabalar ezilmiş, devrilmiş, bazıları birbirine girmişti. Korna sesleriyle çığlıklar birbirine karışıyordu. Bazı araçların içinde hareketsiz yatan insanlar dikkat çekiyordu. Bir videoda, askeri araçlar bir köprünün üzerinden şehre doğru ilerliyordu. Arkalarında ise tam teçhizatlı askerler yürüyordu. Kalabalığın ortasında bir kadın, telefona dönüp sadece şunu söylüyordu: “Artık şehir kontrolü kaybetti… Ne olduğunu bilmiyoruz. İnsanlar çıldırmış gibi!” Elazia’nın göz bebekleri karanlıkta hafifçe parladı; telefon ekranından yansıyan solgun ışık yanaklarına düşüyor, yüzüne kararsız ama keskin bir ifade veriyordu. Başını usulca kaldırdı, salona hâkim olan derin sessizliğe kulak kesildi. Sadece kendi nefesini duyabiliyordu—hızlı ve yüzeysel… ama bilinçli. Gözleri karanlık merdiven boşluğuna kaydı. Zoe’nin gölgesi orada bir hayalet gibi görünüyordu. Elazia’nın kalbi hızla çarpmasına rağmen içinde tuhaf bir netlik belirmişti. Korkunun altında bastırdığı o içgüdü tüm varlığını ele geçirmişti: Zoe’yi korumalıydı. Ne olursa olsun. Merdivenlerden yavaşça gelen adım sesi, bu kararın yankısı gibiydi. Tahta basamakların gıcırtısı, gecenin ağır sessizliğini deldi. Zoe, çıplak ayaklarıyla hızla inmeye başladı. Omuzlarının üstünde hâlâ küçük bir titreme vardı, ama artık ağlamıyordu. Gözleri büyük, dikkat kesilmişti. Son basamağa bastığında doğrudan Elazia’nın yanına geldi ve kanepenin köşesine oturdu. Duruşu tedirgindi ama içinde bir şeyleri bastırmaya çalıştığı belliydi. Elleri avuçlarının içinde kenetlenmişti. “Dışarıda…” dedi sesi neredeyse fısıltı gibi, “…sarsak yürüyen birini gördüm. Sokakta yürüyordu. Sence yaralı olabilir mi? Yardım etmeli miyiz?” Elazia’nın başı, soruyu duyduğu anda yavaşça sağa döndü. Bakışları hâlâ telefondan kopmamıştı ama gözlerinin içi boşalmış gibiydi. Az önce izlediği videolar, kadının çığlıkları, çocukların saldırıları, sokaklarda parçalanan insanlar gözünün önünden silinmiyordu. Kafasında, “yardım” kelimesi anlamsızlaşmıştı. Kime? İnsana mı? Yoksa o şeylere mi? “Hayır.” dedi. Sesi ne sertti ne de yumuşak. Sadece düz, kararlı ve ürpertici biçimde duygusuzdu. İçinde acının ya da korkunun tonu yoktu; sadece gerçekle baş başa kalmış birinin kabullenmiş soğukluğu vardı. Zoe bir an sessiz kaldı. Gözleri Elazia’ya döndü, o ifadesiz yüzü izledi. Elazia devam etti, sesi aynı düz çizgideydi: “Yaralıysa, kendi başının çaresine bakmalı. Bizim bakacağımız gibi, Zoe.” Zoe, Elazia’nın sözlerinin ardından içine çekildi, sessizliğe gömüldü. Omuzları hafifçe düşmüştü; artık bir şey söylemenin anlamı kalmamıştı. Sadece başını yavaşça eğdi, dudaklarını birbirine bastırdı ve ablasının yanına, birkaç santim daha yaklaştı. Sessizliği bir kalkan gibi üzerine geçiriyordu. Elazia onun bu tepkisini fark etti ama gözlerini kaçırmadı. Başını yavaşça çevirdi, kardeşine kısa bir bakış attı—ama sarılmadı. İçinden geçen binlerce duyguya rağmen, kollarını kaldırmadı. Bedeni kaskatı kesilmişti. Sanki hareket ederse kırılacakmış gibiydi. Derin ama zorlanmış bir nefes aldı, ciğerlerine dolan hava bile onu rahatlatmıyordu. Zoe ise, o boğucu sessizlikte cebine uzandı. Parmakları telefona uzanırken bile kararsızdı. Küçük bir umut arar gibi, bir cevap, bir açıklama… Belki de sadece dikkatini dağıtacak bir şey. Telefonunun ekranını açtı ve sosyal medya uygulamasına dokunmak üzereydi ki Elazia’nın eli yavaş ama kesin bir hareketle onun elinin üzerine kondu. Zoe duraksadı, şaşırarak ablasına baktı. Gözlerinde hem merak hem de küçük bir itiraz vardı. Ne yapmaya çalıştığını anlayamamıştı. Elazia, gözlerini Zoe’ninkilerle buluşturmadı. Bakışları sabit, sesi ise o tanıdık donukluğuyla yankılandı. “Bakmasan daha iyi,” dedi neredeyse fısıltı tonunda. “İnan bana… gördüklerini kaldıramazsın.” Zoe’nin kaşları hafifçe çatıldı. Tepki vermek istedi ama Elazia’nın gözlerinde bir tür boşluk vardı, daha öncesinde ablasının gözlerinde hiç böyle bir bakış görmemişti. Kız kardeşinin elleri hâlâ titriyordu ama sesi sakin kalmıştı. Bu bile, Zoe’ye yetmişti. Elazia kendi soğuk kanlılığını kaybederse, kendisi de korkmaya başlardi. Telefona bir kez daha baktı, sonra tereddütle ekranı kararttı ve sessizce kucağına bıraktı. Başını, Elazia’nın omzuna yasladı. İkisi de bir süre hiçbir şey söylemedi. Sadece loş salonda, arka planda çalışan buzdolabının ve uzakta duyulan tek tük siren seslerinin yankısı vardı. Zoe uzun bir süre sessizliğini korudu. Derin bir nefes aldı ve başını hafifçe yana çevirerek mırıldandı: “Annem ve babam da o şeyler gibi olmuşsa ne yapacağız?” Elazia, soruya hemen yanıt vermedi. Gözlerini azıcık aralık bıraktığı perdenin dışına çevirdi, karanlığa, sokak lambasının titrek ışığında hareketsiz duran ağaçlara baktı. Dudaklarını sıktı, sonra içini çeken bir nefesle cevapladı: “Daha hiçbir şey kesin değil. Sadece bekleyeceğiz.” Zoe başını kaldırdı. Ablasının tek düze cevap vermesi onu şaşırtmıştı. “Bu kadar mı?” Elazia gözlerini devirmedi, kaçırmadı da. Sadece bir noktaya sabitledi. “Beklemek dışında başka ne yapabileceğimizi bilmiyorum.” “Beklememeliyiz.” dedi Zoe usulca. “Arabaya binip araştırma merkezine gitmeliyiz. Beklemek aptallık!”
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD