Zoe, Elazia’nın fısıltısıyla biraz gevşedi; ama gözleri hâlâ uyanıktı. İçindeki korku, kelimelere sığmayacak kadar derindi artık. Elazia, onun göz kapaklarının yavaşça kapanışını izlerken, yüreğinin bir parçası hâlâ tetikteydi. Zoe uyumaya çalışıyor gibiydi ama bedenindeki titreme geçmemişti. Her an yeniden sıçrayabileceğini biliyordu. O yüzden bir an bile kıpırdamadı, nefesini bile kısarak kardeşinin bedenini sarmaya devam etti. O karanlığın içinde, yalnızca onların nefesleri vardı şimdi—iki ayrı ritim, aynı korkunun içinden geçmeye çalışan iki kalp.
Birden, Elazia’nın gözleri yeniden pencereye takıldı. Bu kez tereddüt etmeden ayağa kalktı. Sessizce perdenin kenarına yürüdü. Camın soğuk yüzeyine yaklaşırken dışarıya, sokağın loş ve ıssız yüzüne baktı. Sokak lambası titriyordu. Ancak bu kez titremenin nedeni rüzgâr değilmiş gibi geldi ona. Gölge değil, bir silüet hareket etti sanki. Kalbi bir anlık boşlukta çarptı. Gözlerini kısıp dikkatle baktı ama orada hiçbir şey yoktu. Ya da öyle görünüyordu. Camda kendi yansımasını gördü bir an. Gözlerinin altında uykusuzluğun mor halkaları, yüzünde Zoe’ye yalan söylemenin suçluluğu vardı. “Gelecekler” demişti. Ama nasıl ve ne zaman?
Yavaşça pencerenin önünden çekildi. Zoe’nin yanına döndüğünde onu yatakta oturur halde duruyordu. Elazia yanına oturup battaniyeyi kız kardeşinin kucağına çekti. Kız kardeşinin elini tuttu parmakları hâlâ soğuktu. Zoe, Elazia’nın elini sıkıca kavradı. Gözleri hâlâ uyanıktı, sanki uykudan çok uyanıklıkla savaşıyordu. Dudakları hafifçe aralandı, ama ne söyleyeceğini bilemeden kapandı yine. Elazia, onun çatılmış kaşlarına, yüzüne sinmiş ince ter tabakasına baktı. Kalbinde bir sancı vardı, adını koyamadığı bir iç burkulması. Korkudan çok daha eski bir şey… bir kayıp, bir suçluluk, belki de yaklaşan bir kıyametin kokusu.
“Kamp ve av malzemelerini almalıyız.” dedi Zoe aniden. Sesi cılızdı, ama içinde kararlılık vardı. “Silah ve telsiz ihtiyacımız var.”
Elazia bir an durdu. Başını eğip onun gözlerine baktı. “Evet,” dedi. “Biliyorum.”
Zoe başını salladı. “O zaman gidip alalım. Birbirimizi koruruz. Garaj yakında.”
Elazia elini kardeşinin başına koydu. “Biz güçlü değiliz.” dedi yavaşça, “Eğer dışarı çıkarsak seni koruyamayabilirim.”
Zoe irkildi. “Bıçağımız var, okulda atletizm kulübünde koşu takımında olduğumu biliyorsun, hızlı koşarım.” Gözleri açıldı. “İzin verirsen hemen gidip alıp gelirim. Arkamı kollarsan yapabilirim.”
“Ya da yem oluruz.” dedi Elazia. “Evden bir adım dahi dışarı atmayacaksın. Unut bunu Zoe…” Sustu. Gerisini söyleyemedi.
Zoe başını kaldırdı. Gözleri doluydu ama içindeki korkunun yerini başka bir şey almıştı şimdi—bir tür sezgi, bir anlayış. “Eğer birden fazla kişi başımıza üşüşürse, annem babam gelmezse ne olmasını bekliyorsun!? Silaha ve telsize ihtiyacımız var!”
Elazia derin bir nefes aldı. Ayağa kalktı, Zoe’ye yukarıdan bakıyordu. “Yat ve uyumaya çalış.”
Zoe gözlerini kapadı bu kez, ama yüzünde bir kararın izi vardı. Uyuyamayacaktı, bunu ikisi de biliyordu. “Hayır.” diyerek ayağa kalktı. “Eğer korkaklık edip gelmeyeceksen, benim gitmeme engel olma.”
Elazia’nın gözleri Zoe’ye kilitlendi. İçinde fırtınalar koptu; hem kızgınlık hem de korku doluydu. Kardeşinin bu yaşta böylesine bir cesaret göstermesi… ya da delilik, tam karar veremiyordu. Ama ne olursa olsun, onu yalnız bırakmak fikri içini delik deşik ediyordu.
“Bir adım bile atarsan seni bağlarım.” dedi sertçe.
Zoe başını dik tuttu. Dudakları titredi, gözyaşı yanaklarına süzüldü ama geri adım atmadı. “Beni bağlasan da fikrim değişmeyecek. Burası artık güvenli değil. Dışarıdakiler Elazia. Olanları sende gördün. Çıldırmış gibi insanlara saldırıyorlardı. En kötüsü olmasını istemem ama en kötüsüne hazırlıklı olmalıyız. Bir av tüfeği bir bıçaktan daha çok işimizi yarar.”
Elazia bir an sustu. Kalbinin atışı kulaklarında yankılanıyordu. İçindeki korku, kardeşini kaybetme korkusu, gerçeklerden bile büyüktü. Gözlerini pencereden dışarı çevirdi. Loş sokakta hâlâ hiçbir şey yoktu ama o da hissetmişti; orada bir şey vardı. Birileri vardı.
“Hayır.” dedi yeniden. Sesi buz gibiydi. “Risk almak yok. Tehlikeye atılmak yok. Ablana meydan okumak yok. Anladın mı?”
Zoe’nin gözleri büyüdü. “Amma da korkaksın be!”
Elazia, Zoe’nin bu sözleriyle bir tokat yemiş gibi sendeledi. Bedeni atletikti, hızlı olabilirdi ama ondan gelen meydan okuma, içinde bastırmaya çalıştığı panik duvarını paramparça etmişti. Gözlerini kardeşine dikti, uzun bir süre hiçbir şey söylemedi. Sadece baktı. Ardından sertçe konuştu:
“Bu korkaklık değil,” dedi. “Bu, seni hayatta tutma çabası. Annem ve babam yokken benim görevim bu, Zoe. Anlıyor musun? Seni korumak.”
Zoe gözlerini yere indirdi ama yüzündeki öfke kaybolmamıştı. “Peki ya sen?” dedi. “Birden fazla kişi olursa hepsini nasıl bir bıçakla alt edeceksin?”
Elazia’nın gözleri parladı, ama bu defa öfkeyle değil—hayal kırıklığıyla. “Sen benim her şeyimsin,” dedi boğuk bir sesle. “Bu yüzden otur oturduğun yerde.”
Zoe’nin çenesindeki kaslar gerildi. Birkaç adım geri attı. “Ve sen de benim her şeyimsin. Ama öylece duramam!”
Ablasının uyarılarını umursamayan Zoe, ani bir hamleyle Elazia’nın dengesini bozdu. Bir çelme, ardından kuvvetli bir itiş... Elazia’nın yere düşmesi bir anda olmuştu. Zoe, onun toparlanmasına fırsat tanımadan hızla kapıya yöneldi. Kapının kilidini çevirdi, tokmağı bastırdı ve hiç düşünmeden dışarı adım attı. Düşünseydi geri döneceğini biliyordu. O yüzden düşünmedi. Soğuk hava yüzüne çarptığında içgüdüsel bir ürperme yaşadı ama tereddüt etmedi. Gözleriyle sokağı taradı. Sokak lambaları soluk birer gölge gibi titriyordu. İnsan sesi yoktu. Arka bahçeye giden tek yol ön bahçeden geçiyordu. Zoe, ciğerlerini havayla doldurdu ve atletizm kulübündeki gibi, hedefe odaklanarak koşmaya başladı. Cebinden telefonunu çıkardı, el feneri modunu açtı. Işık titrek ama yeterliydi. Ayakları kaldırıma vurdukça yankı sokakta çınladı.
Elazia, kendine gelir gelmez kız kardeşinin peşinden merdivenleri inmişti. Kapının açık olduğunu görünce içi buz kesti. Zoe’nin adı dudaklarına kadar geldi ama sesi çıkmadı. Yalnızca koştu. Ayakları çimenleri ezdiğinde, Zoe’nin garaj yönüne yöneldiğini görmüştü. Zoe, garaja ulaştığında el yordamıyla kepenkleri açan metal düğmeye bastı. Mekanizma önce inat etti, sonra gıcırdayarak çalışmaya başladı. Gecenin sessizliğinde bu ses bir tabanca kadar dikkat çekiciydi. Zoe içinden küfretti. Kepenk tam açılmadan, aralıktan içeri süzüldü. Her şeyi biliyordu. Her şeyin yeri zihnine kazınmıştı. Kamp çantalarını raftan aldı, bir çırpıda koluna geçirdi. Sonra av malzemelerinin olduğu tahta kasalara yöneldi. Elazia’nın bıçağından çok daha keskin, taşlanmış çelikten yapılmış bıçakları gördü. İkisini de çantasına tıkıştırdı. Sonra duvardaki kilitli dolaba yöneldi. Anahtar asılıydı. Çevirdi. Kapak hışırtıyla açıldı. Ve orada... tüfekler. Av tüfekleri. Sanki silahlar bile ona umutla bakıyordu. Gözlerinde bir an parıltı belirdi. İkisini de kavrayarak sol koluna astı. Ağırlık canını yakıyordu ama umurunda değildi.