༄ SIFIR
12 Kasım 2009, 12:39
Kazdağı Milli Parkı, Balıkesir
Altı yaşındaki kız çocuğu, üzerindeki açık pembe montuyla, iki tarafından keçi yapılmış saçlarıyla hazırlanmış, arabanın arka koltuğundan dışarıyı izliyordu.
"Annem neden bizimle gelmedi?"
Adamın direksiyonu sıkı sıkıya tutan parmaklarının boğumları sararmıştı. Aklından binlerce düşünce geçiyordu ve tek dileği kararından vazgeçmemekti.
"İşi uzamış."
Küçük kız çocuğu anlayışla başını salladı ve iri, ela renkli gözlerini birçoğunun yapraksız kaldığı ağaçlara çevirdi. Bugün babasıyla birlikte yürüyüş yapacaklardı ama ağaçların yeşil olmaması hoşuna gitmemişti. Üstelik hava da çok soğuktu, arabada bile yeterince ısınamıyordu.
"Ne olursa olsun, seni çok sevdiğimi biliyorsun değil mi?"
"Biliyorum babacığım, ben de seni çok seviyorum. Annemi de çok seviyorum. İyi ki sizin çocuğunuz olmuşum."
Yüzünde genişçe bir gülümsemeyle dikiz aynasından kendisine bakan babasına baktı. Adam güzel yüzlü kız çocuğuna uzun uzun baktı, gülümsemesiyle gizlendiği yerden çıkan gamzelerini süzdü. Tıpkı kendisinde olanlar gibi yanağının iki tarafında çukurlar vardı. Annesi o çukurları çiçek kuyusu diye severdi fakat şimdi adamım gördüğü tek şey ölüm çukuruydu.
"İyi ki sen babam olmuşsun. Çok iyi bir babasın."
Adam içindeki savaşı kaybetti. Ani bir frenle arabayı durdurdu ve çoktan vazgeçtiği kararına baktı. Belki de en başından beri doğru olan vazgeçmesiydi.
"Seni de götüremem..." diye mırıldandı ardından kendini toparlayarak arka koltukta oturan kızına döndü.
"Hadi bakalım geldik, yürüyüş zamanı. Çantanı ve suyunu alıp in."
Kız çocuğu, babasını ikiletmedi. Suluğunu ve çantasını alarak arka kapıyı açtı ve koltuktan atlar gibi indi ardından kapıyı kapattı.
"Baba ağaçlar üşümüyor mudur?"
Arkasına doğru döndü ama o da ne babası hâlâ arabadaydı. Neden inmediğini sormak için kapıya uzandığında, kilitlenme sesini duydu. Neler oluyordu?
"Baba?" dedi cama yaklaşarak "Neden inmedin?"
Sesini duyurmak gayretiyle bağırmıştı fakat bunu yapmasıyla babasının arabayı hareker ettirmesi bir olmuştu. Elindeki çantayı ve suluğu düşürürken arkasında toz bulutu bırakan beyaz arabanın arkasından koşturdu.
"Baba!"
Babası onu unutmuş muydu? Neden gidiyordu? Bacakları sızlayana kadar koştu ama altı yaşındaki bir çocuğun yarım kulaç olan adımları, arabaya nasıl yetişirdi? Yetişemezdi. Beyaz arabanın görüş açısından çıkışını izledi çocuk, dolu gözleri hâlâ umutla bekliyordu.
Babası indiğini fark etmemiş olmalıydı.
Birazdan gelecekti. Uslu bir kız olup beklemeliydi.
"Bir..."dedi titreyen sesini sabit tutmaya çalışarak "İki...üç...dört..."
Bir insan en fazla kaça kadar sayabilirdi? Peki bir çocuk? İradesi kaça kadar yeterdi?
"Ama ben..." dedi gözyaşları yanaklarına süzülürken "Yüze kadar sayabilirim baba."
Sesli ağlamasını ağaçlardan ve kuşlardan başka kimse duymadı. Kasım ayında kim ormana yürüyüşe gelirdi ki zaten?
Çocuk dönüp suyunu ve çantasını almak için koştuğu yolu ağlaya ağlaya döndü. Akşam olunca ne yapacağını küçücük aklıyla şimdiden düşünüyordu.
"Kimse var mı?" dedi ağlayarak.
Bir çocuğa yapılacak en büyük kötülüklerden birisi onu terk etmekti. Çünkü bir çocuk, bakılmaya ve sevilmeye muhtaçtı. Çünkü bir çocuk korunmaya muhtaçtı.
Bir çocuğun en büyük travmalarından birisi terk edilmekti ve bu çocuklar yetişkin olduklarında kimseye güvenemezlerdi. Çünkü anne ve babaları bile ona ihanet etmişken, başkaları bunu çok daha kolay yapardı.
Güvensiz bir çocuktan, güvensiz bir yetişkine evrilen insanlar, seçtikleri değil mecbur bırakıldıkları yalnızlıkla sınanırdı. Çünkü onlar için tekrar terk edilmek, ikinci kez ölmekti. Bu yüzden ikincinin toprak altında olmasını tercih eder, o güne dek kimseye doğru dürüst güvenemezlerdi.
"Baba!"
Ağlamaktan yüzü üşümüştü, burnu akmıştı ve boğazı kupkuruydu. Neyse ki artık suluğu ve çantası ayaklarının önündeydi. Önce ağlamayı bıraktı, biraz su içti, çantasını sırtına taktı ve etrafına bakındı.
Az önce sildiği yaşlar yerini tazesine bıraktı artık hissettiği dehşet bakışlarına yansımıştı. Babası onu bu korkunç yerde bırakıp gitmişti yoksa bu ağaçlar canavar mıydı? O yüzden mi kocaman ve çirkinlerdi.
Çaresizce yürümeye başladı, belki karşısına birileri çıkardı ya da babası arabayla durmuş onu bekliyor olurdu. Arabayı son gördüğü yere kadar küçük adımlarıyla yürüdü. Arada ağladı arada yorulup sustu.
Bir insan evladını neden terk ederdi? Bir anne ya da bir baba, çocuğunu neden terk ederdi? Terk edecekse neden ormanda terk ederdi? En azından hayatta kalabileceği bir yerde terk edemez miydi? Bir anne ya da baba nasıl bir katil kadar kötü olabilirdi? Hem de çocuğu onu bu kadar severken?
"Baba..."
Ağaçların arasına daldı, birilerini ya da babasını bulma umudu hâlâ tükenmemişti. Belki de babası ona şaka yapıyordu ve bir ağacın arkasından çıkacaktı.
"Bir şey yok..." diye mırıldandı kendisine, ailesi onu hiç erken yaşta olgunlaşmak zorunda bırakmamıştı. Altı yaşındaki bir çocuk nasıl olursa öyleydi. Dünyadan bir haberdi ama şimdi, pembe tozlar yavaş yavaş dağılıyordu.
"Çok soğuk." diye sızlandı. Birkaç adım daha attı, eğimi aşağı doğru olan yola geldiğinde alıp giden suya baktı, çok korkunç görünüyordu sanki içine düşse sürüklenip gidecekti. Bu yol hoşuna gitmedi arkasına dönüp gitmek istedi ama bunu yapmasıyla ayağı kaydı, aşağı doğru kayarken çığlık atarak tutunmaya çalıştı. Tırnaklarının arası çamur dolmuştu ve çenesi çarptığı taş yüzünden çok acıyordu.
"Baba!"
Aşağı doğru yuvarlanırken bile babasından yardım istiyordu ama elini tutan olmadı. Suyun kenarına düştüğünde sırılsıklam olmuştu ve soğuk artık onu ısırıyordu. Sesli bir şekilde yeniden ağlamaya başladığında kendisi kadar olan kayalardan tutunup kalktı, dizleri çok acıyordu.
İlk kez iyileşmeyecek yaralarını almıştı hayattan.
"Küçük...kurbağa..." diye başladı şarkısına, gözleri yuvarlandığı yokuşun tepesine kaydı.
"Küçük kurbağa..." dedi tekrar ve yukarıya çıkmak için bir adım attı "Kuyruğun nerede?"
Birkaç adım daha attı ama çamurda kayıp eski yerine tekrar döndü. Islandığı için daha da ağırlaşmıştı sanki.
"Kuyruğum yok, kuyruğum yok yüzerim derede..." dedi ağlayarak ardından arkasından gürültüyle akan suya baktı. Atlasa mıydı? O zaman toprağın altına gömerlerdi ve Allah'ın yanına giderdi. Ama Allah nasıl biriydi? O da babası gibi bırakıp gider miydi?
"Ku vak vak..."
Suya doğru adımladı, şiddetli akış suyun beline kadar çarpmasına sebep olunca üşüyerek ve korkarak geri adım attı.
"Ku vak vak... Ku vak, ku vak, ku vak!"
Bağırarak devam etti. Suyun sesini duymamak için bağırıp durdu sonsuz kez.
Takati kalmadı, olduğu yere oturdu. Üşümüştü, ayak parmaklarını ve ellerini soğuktan hissetmiyordu artık. Hava kararmaya dem tutmuştu, ağaçlar daha korkunçtu. Belki de akşam olunca canavara dönüşüyorlardı, kim bilir?
"Baba..."
O kadar çok ağlamış ki, bitkinlik soğuk ile bir olmuş onu yere yatırmıştı. Gözlerini kapatmamak için direndi ama soğuğun acısını, tatlı bir sızıya çeviren uykuya hayır demekte zorlanıyordu. Hem suyun içinde boğulmaktan daha iyiydi uyumak. Belki babası onu bulurdu.
"Hey, çocuk."
Garip bir şekilde konuşan adamı duydu ama tepki veremedi. Türkçeyi neden ağzında taş var gibi konuşuyordu acaba? O da mı düştü diye düşündü. Düşerken ağzına taş mı girdi, kendisi de çenesini vurmuştu.
"Oh mein Gott. Çocuk!"
Kendisini sarsan sarışın adama baktı, mavi gözleri şaşkınlıkla açılmış ona bakıyordu.
"Çabuk buraya! Herkommen!"
Üzerindeki montu çıkarıp kendisine saran ve kucağına alan adama baktı. Ne kadar iyi bir babaydı, çocuğu çok şanslıydı. Eskiden kendisi de şanslı olduğunu düşünürdü ama şimdi başkasının babası ona iyilik yapıyordu. Benim babam dünyanın en iyi babası değilmiş diye geçirdi içinden.
"Aman Allah'ım." dedi bir kadın, sonunda hayatındaki herkes gibi düzgün konuşan birisini duymuştu. O düşmeden inmiş olmalıydı.
"Onu burada mı buldun? Kim onu burada bırakmış?"
"Er ist ein kleiner Junge!" dedi adam öfkeyle, konuşurken ağzından buhar çıkıyordu ve acaba ne demişti?
"Evet," dedi kadın onu onaylayarak "O küçük bir çocuk."
Kendisini nereye götürdüklerine dair bir fikri yoktu kız çocuğunun, adamın kendisine sardığı monttan taze bir sıcak geliyordu ve sokak kokuyordu. Hatta soğuk kokuyordu. Bilir misiniz soğuk kokusunu?
"Wir müssen die Polizei rufen."
"Evet, tamam, haklısın. Polisi arayacağım."
Polisler iyi insanlardı değil mi? Annesi kaybolursan polise git demişti, polisler geldiğinde onlara ne olduğunu söylerse evine dönebilirdi.
"Ich kann diesen herzlosen Eltern nicht glauben."
Adamın söylediği hiçbir şeyi anlamıyordu ama önemi yoktu. Zaten anlasa ne olacaktı ki? Babasının onu neden terk ettiğini anlayamamıştı ve her şey bir anda anlamını yitirmişti. Sürekli sorduğu sorular, merak ettiği konular arabanın arkasında bıraktığı toz bulutu gibi yok olmuştu.
"Telefon çekmiyor. Önce onu ısıtalım sonra araba ile şehire ineriz."
Küçük çocuk, kadının söylediğini onaylayan adama baktı baygın gözlerle, bakışlarına karşılık gelen mavi irisler hafifçe gülümsedi. Ona iyi olacağını söylüyorlardı sanki.
Ama babası tarafından terk edilen bir çocuk nasıl iyi olurdu ki?
"Babam beni bırakıp gitti." dedi gözleri dolarken "Babalar çocuklarını terk eder mi amca?"
Alman adam şaşkınlıkla çocuğa baktı ve adımları olduğu yere saplandı. Konuşamasa bile Türkçe'yi anlıyordu ve ilk kez, bu dili anlamak onu bu kadar üzmüştü.
"Bak,sen..." dedi kelime haznesini tarayarak "Ağlamak pek yok tamam? Ben aileni bulurum. Hab keine Angst, vertrau mir."
Anlamasa bile başını aşağı yukarı salladı ona güvenmekten başka çaresi yoktu. Başına gerçekten ne geldiğini idrak edene kadar güvenmeye devam edebildi. Ama sonrasında onu zor bir yetişkinlik bekliyordu.
Çünkü ailesi tarafından terk edilen çocuklar, büyüdüklerinde bunun korkusunu hep yaşardı. Nihayetinde annesi ile babası bile onu terk etmişti, başkası neden yapmayacaktı değil mi?