Askerler, kralı bıraktılar. Kral yere yığıldı. Mustafa başını sağında olan Helen'e çevirdi. Gözlerini kapatmıştı. Yere yığılmış krala baktı Mustafa. Ayaklarına kan bulaşmasın diye geri doğru çekildi.
"Kızı saraya getirin." dedi Mustafa odadan çıkarken. Kılıcını yanında ki askere verdi. "Temizleyin."
Koridor boyunca hızla ilerledi. Dışarı çıkınca etrafı bir sürü insan sarmıştı. Mustafa'yı gören herkes eğilmeye başladı.
"Kral ölmüş." diye bir cümle işitti Mustafa. Sesin nerden geldiğini anlamamıştı. Merakta etmemişti. Kralın öldüğünü bilmeleri Mustafa'nın yararına olurdu. Mustafa gelen atına bindi. İnsanların arasından geçip saraya doğru ilerletti Mustafa.
Her geçtiği yerde insanlar eğiliyor, selam veriyorlardı. Mustafa'nın kralı öldürmesi İtalya halkını daha fazla korkutmuştu. Halk aralarında konuşuyor, kimse kralın öldüğüne inanamıyor. Kralın öldüğünü düşene bazı kişiler ise korkularından ne yapacaklarını bilmiyordu. Fatih Sultan Mehmet öldü diye sevinen herkesin sevinci kursağında kalmıştı. Onun kadar güçlü bir hükümdar başa geçmişti. Mustafa'nın atının üstünde duruşu bile herkesin küçük dilini yutmasına sebep olacak kadar gaddar biri gibi görünüyordu.
İnsanların korku dolu bakışları Mustafa'yı sevindirmişti. Halk ne kadar Mustafa'dan korkarsa isyan çıkarmaya kimsenin cesareti olmazdı.
Saraya geldiğinde dizginleri çekti, atını durdurdu. Askerlerin biri gelip atı tuttu. Mustafa atta indi. Hızla bir asker geldi yanına. Az önce ki kanlı kılıcı tertemiz olmuştu. Kılıcı askerin elinden alıp, belinde ki kılıcın kınına yerleştirdi.
Saraya girip, tahtına oturdu. Artık kral ölmüş bu savaş burda bitmişti. Bu ülkenin Osmanlı Devleti'nin olmasından gurur duyuyordu.
Biraz sonra kapı çalındı. İçeri Osman girdi.
"Hünkarım prensesi getirdik ne yapalım?" diye sordu Osman.
"Getirin huzuruma." dedi Mustafa.
Osman kapıdan çıktı. Prensesi getirip geri dışarı çıktı.
"Beni bırakacağınızı söylediniz. Ama bana yalan söylemişsiniz Sultan. Kral beni öldürecekti." dedi Helen kızgın bir şekilde.
Mustafa geri doğru çekti kendini. Bakışlarını Helen'e çevirdi.
"Aile işleriniz beni alakadar etmez prenses. Siz burdan çıkınca eğer ki kral sizi bulmasaydı gitseydiniz yolunuzu kesmezdim. Ama doğru tahminde bulunmuşum ki kralın ilk işi sizi bulmak oldu. Bana kız olamazsınız. Babanız sizi esir aldı. Şimdi de bana esir etti. Bundan sonra sarayda kalacaksınız." dedi Mustafa düz bir ses tonuyla.
"Neden Sultan?" diye sormadan edemedi Helen.
Mustafa boğazı kurumuştu. Tahtın yanına koyulmuş bardağı eline aldı. Bir iki yudum su içip bardağı yerine koydu.
"Siz bana ne demiştiniz prenses. Kral beni düşmanıyım diye yayında tutuyor. Düşmanlar en yakında olmalı ki kontrol edilmesi kolay olsun." dedi Mustafa, Helen'den gözlerini ayırmadan.
Helen bir şey söylemedi, başını önüne eğdi. Kralı bile öldüren bir adam kendine bile acımaz diye düşündü. Sessizliğini korumak istedi.
Kapı açıldı, Osman içeri girdi. Mustafa başıyla Helen'i işaret etti.
"Sarayda harem kurulsun, prenseste hareme girecek. Ne yapılması gerekeni iyi biliyorsunuz. Validem buraya getirtin." dedi Mustafa. Osman, Helen'in kolundan tutup dışarı çıkardı.
Mustafa ayağa kalktı, pencere kenarına doğru yürüdü. Pahitahtan daha güzel görünüyordu etraf. Helen'in bakışları aklına düştü. Gözlerini kapattığında yeşil gözler onun gözleriydi. Bugün Helen'in gözlerine baktığında fark etmişti. Yeşil orman yeşili gibi parlak, su yeşili kadar açık renkteydi. Ne zümrüt gibiydi, ne de ucuz bir bir renkti. Mustafa'nın gözleri uzakta olana ama saraydan gayet net görünen denizi buldu. Bir İstanbul denizi kadar güzeldi. Bu şehir babasının fethediği şehir gibiydi. Mustafa'nın huzur bulduğu şehir.
*********
Osman, Helen'i yeni odasına bıraktı. Kapıya iki asker koydu. Helen buraya nasıl düştüğü bilmiyor, nasıl kurtulacağının yollarını düşünmek istiyordu.
Daha önce önünde bile geçmediği bir odanın içindeydi. Etraf gayet güzel görünüyordu. Ama kendi odası kadar güzel değildi. Bir balkonu bile yoktu. Kapının yanına ilerledi açmaya çalıştı, kapı kilitlenmişti. Buraya hapsedilmişti. Ya burdan kurtulmanın bir yolunu bulmalıydı ya da sonsuza kadar burda tutsak olarak kalmaya kendini şimdiden alıştırmalıydı.
Kapını yanında dizlerinin üstüne oturdu. Gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Sesli bir şekilde ağlıyordu artık. Kendi sarayında, kendi ülkesinde bir tutsaktı. Kimsesi yoktu. Kimsesiz kalmıştı. Ellerini yere koydu. Gücü tükenmiş gibi hissetti. Ellerinin üzerinde duramadı, kendi yere bıraktı. Yere boylu boyunca uzandı. Ayaklarını kendine doğru çekti. Gözlerini kapattı. Şimdi burda yok olsaydı diye düşündü.
Bu hayatta tutunduğu tek dal annesi vardı o da gitmişti. Annesini görmek onun varlığını hissetmek istiyordu.
"Anne, sen bari yardım et bana. Ne diye beni bırakıp gittin ki. Bak bir saray prensesi iken mutlu değildim, şimdi ise bir saray kölesi oldum. Tanrım beni burdan kurtar." kendi kendine ağlayarak konuşuyordu.
Elini yumruk yaptı, yavaşça yere doğru vuruyordu elini. Hıncını yerden anlamak istiyor gibiydi. Bu adam şimdi kim bilir ona ne yapacaktı. Üvey babasını gözleri önünde hiç acımadan öldürmüştü.
Bir süre düşüncelere boğularak yerde yatmıştı Helen. Üşüdüğünü hissedince ellerinde destek alarak kalktı. Yatağa doğru ilerledi, eğer uyursa bir süreliğine her şeyi unutacaktı. Yorganı kaldırıp yatağın içine girdi. Gözlerini sımsıkı kapattı. "Tanrım rüyaysa bir an önce bitsin lütfen. Daha fazla dayanacak gücüm kalmadı ölecekmiş gibi hissediyorum." diye söyledi.
Gözleri ağlamaktan şişmiş, kapatınca ağrıyordu. Helen ise gözlerini her şeyi unutmak için daha sıkı sıkı kapatıyordu. Yatağın sıcaklığına kendini bıraktı.
*********
Mustafa pencere kenarından hâlâ etrafı izliyordu. İtalya'nın havası, güzelliği ona çok iyi geliyordu. Aklında yeni yaptıracağı cami tasarımı geliyordu. Hemen arkasına döndü. Kendisi için hazırlanmış masaya oturdu. Eline kağıtları aldı. Bir şeyler çizmeye başladı. Babası sayesinde çok şey öğrenmişti. Onu örnek aldığı için çizimlere de merak salmıştı.
Aklına gelen tasarımı çizerse ortaya güzel bir şey çıkacağına emindi. Bu şehir hayalindeki gibi güzelleştirmek istiyordu. Osmanlı devletinden gelecek olan halkın gözü önce cami arayacaktı. Önce tasarımı bitsin, her şekilde mimarisi başlardı.
Hevesle aklına gelen çizimi yapıyordu Mustafa. Uzun süren çizimler olacaktı. Her şeyi düşünecekti, eksiz muazzam bir cami olacak, herkes bakınca dönüp bir daha bakacak diye düşündü Mustafa. Bu aklından geçenler onu daha da heyecanlandırıyordu. Kağıtlara çizim yapıyor beğenmeyip kağıdı atıyordu. Yeniden çiziyor, yine aklında olan görüntü olmayınca sinirlenip kağıdı atıyordu.
Ellerini sıkmaya başladı, gözlerini kapatıp derin bir nefes çekti. Tertemiz bir kağıt aldı eline. Yeniden çizmeye başladı. Bu sefer yavaşça, telaşsız çiziyordu. Elindeki kalem ona uyum sağlıyordu şimdi. Aklına düşen tasarım yavaşça önündeki kağıda işleniyordu. Kaşları çatılı bir şekilde çizdiği tasarıma baktı.
"Şimdi daha güzel oldu." dedi.
Çizime devam etti. Kalemin her çizgisini düzgün çıkması için elini sıkıyordu. Sanki elindeki kalemi sıkı tutmasa çizim bozulacakmış sanıyordu. Kapı çalınca elindeki kalemi kenara bıraktı. Bir iş üzerindeyken rahatsız edilmekten hiç hoşlanmıyordu. İçeri Ahmet paşa girdi.
"Hünkarım. Önemli bir malumatım olmasaydı sizi rahatsız etmezidim." dedi Ahmet paşa başını eğerek.
"Söyle Ahmet paşa malumatın nedir?" diye sordu Mustafa.
"Hünkarım, savaş uzun sürünce Haseki Ayşe Sultan yollara düşmüş. 2 gün veyahut yarın burda olurlar. Gönderdikleri elçi onlardan önce gelmiş." dedi Ahmet paşa sesi titriyordu konuşurken.