Mustafa'nın gözüne gece bir damla bile uyku girmemişti. Tabanı izlemişti sabaha kadar. Sabah ezanıyla kalkıp namaz kıldı.
Odasının oturup kalmıştı. Yeşil gözlerde boğulup gitmişti sanki. Düşüncelere dalıp gitmek istemedi. Ama göz kapakları ne zaman kapatsa gözlerine yeşiller geliyordu. Boğazında bir şey düğüm vardı gibi yutkunamıyordu.
Ayağa kalkıp odasından çıktı. Saray bahçesine doğru yürüdü. Arkasında askerler Mustafa'yı takip ediyorlardı. Mustafa çiçeklerin olduğu yerde durdu. Ellerini arkasına koydu. Bir süreliğine içini kemiren saçma duyguyu unutmak istiyordu.
"Hünkarım." dedi arkasında olan bir asker. Mustafa bıkkın bir halde arkasına baktı. "Valide Sultan geldiler."
Mustafa başını aşağı yukarı salladı. Saray kapısına baktı. Kapının önünde bir hengame vardı. Mustafa kapının önüne doğru adımlamaya başladı. At arabasından validesi indi. Mustafa'yı görünce gözleri doldu.
"Hünkar oğlum." boynuna sarıldı Mustafa'nın Valide Sultan. "Sana bir şey oldu diye çok korktum oğlum."
"Benden habersiz gelmeniz hiç doğru değildir validem. Bana haber vermeniz gerekirdi." dedi Mustafa geri çekilirken.
"Çok bekledim oğlum. Kötü bir haber gelecek diye bekleyemezdim." dedi Valide Sultan. Mustafa'nın yüzüne elini koydu. "Oğlum. İyi ki hayattasın. Baban gibi güçlü bir hünkar olmayı da başardın."
Mustafa, valide sultan'ın ellerlerini tuttu."Hadi saraya geçelim."
Saraya girdiler. Valide sultan etrafı inceliyordu. Oğluyla gurur duyuyordu. Bakışları etrafta gezindikten sonra oğlunu buldu. Gurur duyduğunu söylemek istiyordu. Ama Mustafa'nın böyle şeyler duyması hoşuna gitmiyordu. Sesini çıkarmadı.
"Odanız hazır validem. Dün geldiginizi duyunca hazırladılar." dedi Mustafa sakın bir ses tonuyla.
"Sarayın en güzel odasını benim için hazırlatmışsındır. Zira sevemediğim bir odada kalamam bilirsin." dedi Valide Sultan.
"Hiç şüpheniz olmaya validem." dedi Mustafa odanın kapısını açarken.
Valide sultan önden Mustafa arkadan odaya girdiler. Valide sultan odanın güzelliğine hayran kalmıştı. Gözlerini ışıl ışıl parlıyordu. Yanında bulunan carilerin dışarı çıkmaları için başıyla işaret etti valide sultan. Cariyeler başlarını eğerek dışarı çıktılar.
Valide sultan odasındaki balkona doğru yürüdü. "Harem kurulmaya başlansın o zaman."
Mustafa başını olumlu anlamda salladı. Biliyordu ki olumsuz bir yanıtta verse, validesi bildiginden şaşmazlar. "Şehzadelerim nasıllar validem?"
"Hepsi çok iyiler Mustafam. Dört gözle senin gelmeni bekliyorlar. Sarayda herkesin gözleri yollarda." yatağının üstündeki örtülere bakıyordu valide sultan. Titizlikle düzenlememiş diye aklında geçirdi.
"Siz istirihat edin validem. Daha sonra konuşmaya devam ederiz." dedi Mustafa.
"Peki Mustafam." dedi Valide Sultan oğluna doğru tekrar sarıldı.
Mustafa odadan ayrıldıktan sonra, koridor boyunca ilerlerken Helen'in odasının önünde durdu.
"Prenses içerde mi?" diye sordu kapında duran asker. Asker başını salladı. Kapıya elini götürdü Mustafa.
Asker tam kapıyı açacakken Mustafa askere izin vermedi. İçerde ağlama sesi geliyordu. Kapıyı açıp içeri girdi.
Helen yatağa uzanmış ağlıyordu. Kapının açıldığını bile duymamıştı. Burdan kurtulmak istiyordu. Sağ eliyle Mustafa'nın çizdiği boynunu tutuyordu. Acısı boynunda değil kalbindeydi. Keşke sıradan biri olarak gelseydi hayata. Burnunu çekti, sesli bir şekilde hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Kendi ülkesinde hiç bilmediği dilini bile anlamadığı insanların arasında kalmıştı.
Mustafa yavaş adımlarla yanına yaklaştı. Arkası dönük olduğu için Mustafa yüzünü göremiyordu. Saçlarına dokunmak için sol elini uzattı. Sonra eli hava da kaldı. Elini yumruk yapıp sıktı. Bu kıza karşı içinde neden merhamet duygusu Mustafa'yı tetikliyordu anlam veremiyordu.
"Mamma portami con te." dedi Helen sesli bir şekilde. Mustafa ne yapacağını bilemedi. Bu kız kendine bir şey yapabilir diye düşündü. Annesinin yanına gitmek istiyordu.
Mustafa sessiz adımlarla geldiği yoldan geri döndü.
Kapıyı açacakken durdu. Geri dönüp son kez hüngür hüngür ağlayan kadına baktı. İçinden bir parça kesilmiş gibi hissediyordu. Önüne döndü. Kapıyı açıp çıktı. En uzağa gitti ama Helen'in ağlama sesleri hâlâ kulaklarında yankılanıyordu. Koridorda sessizce ilerlerken birden bire durdu. Sağ elini kaldırıp boynuna götürdü. Çizik belli olmayacak kadar azdı. Ama içine işlemişti sanki acısı. Mustafa yukunurken boğazında düğümlenip kalmıştı tükürüğü.
"Bana silahtarı çağırın?" dedi yanındaki askerlere. Odasına doğru hızlı adımlarla yürüdü.
Odasına girince, odanın içinde volta atmaya başladı. Kolay karar verebilen biriyken Helen konusunda başarısız kalıyordu. Onu saraydan uzaklaştırmak istemiyor bir yanı, ama bir yanı onu en uzağa göndermesini istiyordu.
Kapısı çalındı, silahtar içeri girdi.
"Beni emretmişsiniz hünkarım." dedi başını egerken.
Mustafa bir şey demeden bekledi. Ne diyeceğini kendisi bile kestiremiyordu. Biraz düşünmesi gerekken neden silahtarı çağırdığını da bilmiyordu. Silahtarın yanına doğru yürüdü.
"Prenses hakkında sen ne düşünüyorsun silahtar?" diye sordu Mustafa. Sanki birinden sarayda kalması için onay almak istiyordu.
"Padişahım siz daha iyi bilirsiniz. Lakin sarayda tutmanız doğru bir karar. Eğer serbest bırakırsanız halkın içinde isyan çıkartabilir. En nihayetinde burası onun eski ülkesiydi. İktidarı geri almak için bir şeyler yapabilir başıboş olunca." dedi silahtar. Mustafa bakışlarıyla onayladı silahtarı.
"Gözünüz üstünde olsun o vakit bir daha kaçmaya kalkışmasın silahtar." dedi Mustafa. Silahtarın yanında ayrıldı. Elini kaldırdı ileri doğru salladı, çıkması için işaret etti.
Silahtar selam vererek dışarı çıktı. Mustafa onayı almış gibiydi. Bir daha Helen'i saraydan göndermek için aklına bir şeyler gelmezdi diye düşündü.
**********
Helen yatağından kalktı, az önce kaçtığı camlar artık yoktu. Başka bir odaya koymuşlardı. Ağlamaktan heba olmuştu. Kendini çok bitkin, yorgun hissediyordu. Bu dört duvarı kapalı odada ne yapacağını düşündü. Artık kaçmak için bir şansı bile yoktu.
Çaresizce odanın köşesinde olan minderlerin üzerine oturdu. Dizlerin kendine doğru çekti. Gözleri ağrıyordu. Çenesini dizlerinin üzerine koydu. Düşünmekten yorulmuştu. Artık hiçbir şey düşünmek istemiyordu. Ağlamak istemiyordu. İfadesizce karşındaki yatağa bakıyordu. Eski günler aklına geldi. Annesinin yaşadığı günler geldi gözlerinin önüne. Dudakları yavaşça iki yana kıvrıldı.
"Helen kızım gel buraya." diyordu annesi. Ama Helen yağan yağmurun altında duruyordu.
"Helen hasta olacaksın. Gel buraya." annesi konuşuyor ama Helen yağmurun sesini dinliyordu. Gözlerini kapatıp kendi etrafında dönüyordu. Birden elinde biri tuttu, çekiştirmeye başladı.
"Ahh Helen ah! Gördün mü bende sırılsıklam oldum sayende." Helen elini sıkıca tutmuş annesinin elinden elini çekmeye çalışıyordu ama annesi sıkıca tutuyordu.
"Anne biraz daha yağmurun altında kalmak istiyorum lütfen." dedi Helen, elini çekmeye çalışırken.
Annesi zorla Helen'i saraya sokmuştu. Üstü başı sırılsıklam olmuş çocukluğu geldi gelmişti Helen'in aklına geldi. Keşke annesi olsaydı da yağmuru bir daha görmeseydi. Artık yağmuru bile göreceğinden emin değildi. O adam kendi penceresi bile olmayan bir odaya hapsetmişti.
Aklına gelen şeyle yeniden kendine kızdı. Gözlerini kapatıp yeniden eski günlerin hayalini kurmaya başladı. Eski günleri hatırlamaktan başka bir çaresi kalmamıştı.
Kapı açılınca Helen gözlerini açtı hemen. İçeri birkaç tane genç kızlar girmişti. Ellerinde tepsiler vardı. Helen tepsileri görünce karnın açtığını yeni hissetti.
"Tanrıya şükür biri yemek yedigimi düşünebilmiş." deyince genç kızlar şaşkın bir şekilde Helen'e bakıyorlardı. Tepsileri oturduğu minderlerin yanınadaki masaya koydular.
Helen minderleri çekip sofraya doğru yaklaştı. Genç kızlar, Helen'e tuhaf gözlerle bakıyorlardı.
"Prenses artık sizi eğitim için hareme alacaklar." dedi arkadan gelen bir kadın İtalyanca.