saatler gece yarısı bir, Yaman elinde bir çanta ile karakolun önünde Tahir albayı beklerken, solda kalan lojmanlara gözü kaydı. belki bir veda, belki bir umut, geçmişini öldüren kahve gözleri son bir kez görmeyi istedi. baktıkça daldı, daldıkça içi ezildi...
şuan uyuyor mudur ? yada kitap okuyordur. yada pencereyi açıp gecenin karanlığını izliyordur. içinden bir ses"oğlum sen akılanmazsın, kadın geçmişini bırak geleceğini sikip attı...
daha acaba ne yapıyor, uyuyor mudur derdindesin. yazık kafana Yaman, cidden çok yazık"
kafasını sağa çevirip girişteki kuleye baktı, bir asker elinde silahıyla hazır ol da, etrafı izliyordu birden arkadan Tahir albayın sesi duyuldu.
" Yaman evladım"
Yaman hemen asker selamı verip "emredin komutanım " diyip gelecek olan emirleri bekledi. biliyordu, bir şey olmuştu, ya görev iptal olmuştu, ya da görev yeri değişmişti
Tahir albay, elinde tuttuğu dosyayı açıp kısa bir göz gezdirdikten sonra, Yaman'a bakıp
" görevde ciddi bir değişikliğe gidildi, biz seni gözlemci, muhbir olarak sahaya sürecek, kendini asla belli etmeyen bir hayalet misali konumlandırmıştık. ama bunun senin için riskli ve tehlikeli bir karar olduğu kanaatine varıp, sana Bir kimlik oluşturduk"
Yaman sadece dinliyor, itiraz etme şansı olmasına rağmen, gelecek olan her kelimeye hazırlıklı bir şekilde bekliyordu.
" köyde çok varlıklı, hayvan alım satımında adı tanınan bir köylünün üç yüz küçük baş hayvanı için çoban aradığı bilgisine ulaştık. olayların bu köyden çıktığını ön gördüğümüzden bu kimliğin bizim için biçilmiş kaftan olduğunu düşünüyorum" Tahir albay sıkıntılı bir nefes verip başını kuleye kaldırıp kısa bir süre düşündü. sonra tekrar dosyayı açıp baktı.
" dilsiz bir çoban olacaksın evlat, kimseye niyetini belli etmeden, bir ajan gibi. olan biteni kendi uydu ağımızdan bize aktaracaksın. İlk on gün dikkat çekmemek için seninle iletişime geçmeyeceğiz sende bu esnada toplayabildiğin kadar bilgi topla. eğer zorlanır da bırakmak isters-
" uydu ağının şifresini nasıl alacağım komutanım" Yaman, albayın sözünü hızla kesmiş, artık içsel olarak ta bu görevi kabul ettiğini göstermek istiyordu.
Tahir albay, ciddi bir yüz ifadesiyle ile "merak etme, yakında şifre elinde olur. kendine dikkat et, selametle oğlum. dilerim şanın kirlenmeden aramıza tekrar dönebilirsin" bu sözlerden sonra Tahir albay, asker selamı verip, bir adım geri çekilmişti. Yaman'da aynı şekilde selam verip, bir adım geri giderken, arkasına, sol taraftaki lojmanlara bakıp askeri araca bindi.
ve Ankara bir yalan aşk'a böylelikle mezar olmuştu. on iki yıl boyunca evlilik hayali kurduğu kadın, şuan koğuş arkadaşının yatağını ısıtıyordu. kendini daha nasıl bitmiş, tükenmiş, ezik hissedebilirdi, bilmiyordu. son kez araba camından lojman katına baktı. ışık açıktı, ve pencerenin arkasında bir silüet öylece durmuş aşağıya bakıyordu. o silüeti nerde görse tanırdı, bilirdi. göz pınarlarından sesiz, dilsiz bir gözyaşı döküldü. kimse bilmedi, kimse görmedi.
kapıdaki asker selam verip kapıyı kapatıktan sonra, tekrar yukarı, binanın penceresine baktı. işte bu görüntüyü ölse de unutamazdı. iki silüet birbirine sarılmış hafif hafif salınıyorlardı. Yaman kendini tutamayıp elini ağzına götürüp sıkıca bastırdı. avucunun içini öyle bir ısırdı ki; acısını ta yüreğinde hissetti. araba hareket ettiğinde, Yaman o silüetleri geride bırakıp, askeriye duvarlarına bitkin, ama öfkeli bakışlarla bakıyordu. içinden bir nevi bu şehire, bu sadakatsizlik kokan geçmişine veda ediyordu...
bunu hak etmemişti, bu yaşanılanlar sanki bir kabus gibiydi. ama hayır suratına suratına söylenilen onca gurur kırıcı kelimeler, asla kabus olamazdı.
kafasını kaldırıp, deniz mavisi gözlerini Arabanın kamuflaj desenli tavanına dikti . aşk her zaman, en diri duyguları bile öldürüyordu. bunu yüreği yana yana deneyimlemişti.
dayanamayıp cebinden bir sigara çıkarıp dudaklarına yerleştirip, ucunu yaktı. dumanı arabanın tavanına üflerken, kafasının içindeki sesler bir nebze susmuştu. tek bir ses hariç, o ses susmak nedir bilmiyordu.
"zambaklar mı? laleler mi? güller mi? papatyalar mı? beni hangi çiçek yansıtıyor? beni sana hangi çiçek hatırlatıyor, Yaman?
lanet ses susmak nedir bilmiyordu. bir duman bulutunu daha tavana üfledi. araba hafif salanıyor, karanlık gecede onlara öncülük eden sadece sokak lambalarıydı. camdan dışarı baktığında, elektrik direkleri birer birer yer değiştirircesine hızlı akıp gidiyordu.
aklına geçmişten bir anı canlandı.
" bir mevsim olsam kesin ilkbahar olurdum. nedenini sorma. çevremdeki insanlar bana " sen hep çiçek açıyorsun" diyorlar. peki ya sence, sence ben hangi mevsimi andırıyorum Yaman.
hangi mevsim olduğunu bilmiyordu, ama ömrü karara kışa dönmüştü bu ihanetle...
Yaman, dağlara, taşlara sığamıyordu.
ona yapılan bu kalleşliği unutamıyordu.
unutacağınıda sanmıyordu. şayet unutursa, ki bu imkansız gibi görünüyordu, ama eğer unutursa onu artık devirecek bir acının, bir savaşın olmadığına inanacaktı.
" evimizin kapısına koccamaan, hani böyle altın varaklı olanlarından " ÇEVİK ailesi " yazdırıp asacağım"
derin bir iç çekip yürek sızısını bastırmaya çalıstı. nefes alamıyor darlanıyordu. radyodan yükselen sesle Yaman kendini tutamayıp, hafif mırıldanarak eşlik etti şarkıya.
"oy Yarê, oy hevalê" ( oy yarim, oy arkadaşım)
" stêrkan şevên tarî"(karanlık gecenin yıldızı)
"hêvya dilên sarı"( soğuk kalplerin umudu)
"nabinim tü jimın duri"(göremiyorum, benden uzaktasın)
" ji bo hêvina azadiye"(özgürlüğün umudu için)
"şin buye ser zegrosi"(yeşerdi segros üzerinde)
ihaneti iliklerine kadar yaşıyordu. ve hiç bir şey yapamıyordu. düşünceler susmak bilmiyor, kurulan hayaller adeta intikam almak için sürekli zihninde dolanıyordu. koltuk başlığına başını koyup kendini rahat bırakmayı denedi. olmuşlar, olacaklar birer tercih diyerek kendini avutmayı seçti...
gözleri hafiften kapanırken, aklında dönüp duran kadının gülüşme sesi onu bir kez daha yaralamıştı...
bitmeyen bir ızdırap, bitmeyen bir kabus gibi...
***
Yaman Çevik, üsteğmen Yaman Çevik. Ankara'dan Şırnak'a görev için gelen üsteğmen Yaman Çevik. otuz üç yaşında, 1.98 boyunda, kumral, mavi gözlü üsteğmen Yaman Çevik. peki yanında duran bir eş, bir yareni var mıydı?
vardı. hemde ölümüne sevdiği bir yareni vardı. daha yirmili yaşlarının başından beri sevdiği bir kadın, bir yara vardı ...
ama kader mi yoksa şans mı bilinmez bir türlü yüzüne gülmemiş, ne aileden, ne de aşktan umduğunu bulamamış, bir yaralı gibi ordan oraya savrulmuştu.
en sonunda kendisi için en iyi yolu seçip bütün duygularını tam anlamıyla dondurup, mesleki aşkına yönelmişti.
bu kamuflajda hayat vardı. barut kokan, is kokan beresinde hayat vardı.
en azından mesleki aşkı sorgulanamaz bir derinlikte olduğu için, buna şükür ediyordu.
ya tam anlamıyla bu kötü günlerde mesleğinden soğusaydı
aklına dolan düşüncelerle yüzü buruşmuştu. bu mesleği hak edebilmek için nasıl bir eğitimden geçtiğini hatırlayınca bir hiç için mesleğini asla yakamazdı. bu meslek değildi, bu vatan sevdasıydı, bu hilalin aşkıydı.
daldığı düşüncelerden sıyrılıp etrafına baktığında, minibüsün, çakıl taşlarıyla bezenmiş yola saptığını gördü. oldukça sarsıcı yolculuğun tadını çıkarmaya çalışıyordu" ne tad ama Yaman" dedi iç sesi.
birden araba durmuş, az sonra da, en önde bir adamın sesi duyulmuştu.
"Cizre son durak, bundan sonra tekrar merkeze dönülecek" diyip, kapıları açtı.
Yaman, çantasını alarak yavaş adımlarla herkes çıktıktan sonra oda inmiş, etrafına bakınmıştı. burası çarşı olmalıydı. ama Düzova (Girbêsipî) köyüne nasıl gideceğini bilmiyordu. kaldı ki, çobanlığını yapacağı şahıs hala ortalarda yoktu. "demek ki gerçekten bir piçe çobanlık yapacağız" diye geçirdi içinden.
bıkkın bir nefes verip, çantasını sırtına aldıktan sonra çarşının içine doğru ilerledi. yabancı gözler onu gölgeler de izliyor, süzüyordu. Yaman haliyle, hal ve hareketlerine dikkat ederek temkinli olmaya çalışıyordu.
etrafa biraz göz gezdirdikten sonra küçük bir telefon dükkânın önünde durdu, vitrindeki servis edilen kaçak telefonlara baktığında ufak bir şok yaşamıştı. "burda her suç açık bir şekilde işleniyor demek"
diyerek içeri adım attı.