Şeyh Ahmed Yasin anısına ithafen...
-Mersin/Erdemli
Saat: 14:21
***
Önümdeki çilek seralarına dalmışken, aklım bekleyişimin başladığı ilk günlere kayıyordu...
Zihnimin içerisi annemin kokusunun sarıldığı o salondaydı.
Ansızın önümdeki sehpaya bırakılan ortanca bir pastayla irkildim. Düşüncelerim bir kanaryanın kanatlarında pusuya yatmış gibi hassasken yapılan hareketle kaşlarım çatılmıştı. Pastayı önüme koyan güzel ellerin sahibi ile göz göze geldiğim an, çehreme yayılan huzursuz sima silinmiş dudaklarıma hafif bir tebessüm konmuştu. Annem usulca yanıma gelip oturdu.
"Kutlamayı sevmediğini biliyorum oğlum. O nedenle mum dikmedim."
Yüzüm bir anda söyledikleriyle aydınlandığında, kendi doğum günümü unuttuğumu o da fark etti. Çatılan kaşlarını havaya kaldırdığında sitemli sesi salona yayıldı.
"Yine mi unuttun? Bir insan son dört senede sürekli doğum gününü unutur mu? Uğraşmama değmiyor gibi hissediyorum."
Çok seyrek birkaç beyaz telin düştüğü saçları çenesinin biraz altında bitiyordu. Teni cam gibi, bembeyaz ve kırışıksızdı. O an her zaman farkında olduğum o güzelliği yeniden gözlerimi doldurdu. Aklımdan ona benzeyen bir kadınla evlenmek istediğimi geçirdiğimde kibarca gönlünü almak istedim. Ama ağzımdan dökülen tek kelime "Kusura bakma." olmuştu.
Bu tarz ritüellerin yapıma ters olduğunu çok iyi bildiğinden o da hemen suratında asılı kalan sitemi geriye attı. Bana göre belki de dünyanın en güzel yeri sayılabilecek dudaklarına yeni bir tebessüm kondurdu. Siması yeniden aydınlanmıştı. Bana baktığında ne olursa olsun aydınlanırdı o sima zaten...
"Neyse sağlık olsun. Anneler hatırlatmak için vardır." Çiçekli elbisesini dikkatle eliyle düzeltti. Tam konuşmaya devam edecekken, aklına başka bir şey gelmiş gibi konuyu değiştirdi. "Geldiğimi fark etmedin. Neye dalmıştın öyle?"
Neye dalmıştım?
Ne zaman çıkıyordu ki aklımdan?
Avuçlarımın arasında sıkıştırdığım telefonu yavaşça ona çevirdim. Amacım aklımdan geçenleri anlatmak değil, yalnızca annemin nabzını ölçmek için kafamı kurcalayan konulara ucundan da olsa değinmekti. Parmak ucumla dokunduğum su yüzeyinin dalga dalga yayılması gibi içimi ona dökeceğimin henüz farkında değildim.
"Rachel Corrie..." dedim yutkunarak. "Bugün ölüm yıl dönümü..."
Anlamamış gibi suratıma baktığında devam etme gereği duydum.
"Amerikalı bir aktivistti. 2003'te bir İsrail buldozeri tarafından ezilerek öldürüldü. Henüz yirmi dört yaşındaydı öldürüldüğünde."
Henüz yirmi dört yaşında iken kocaman bir derdi vardı...
Annem konuya dair bilgimin bu düzeyde olduğuna şaşırmış gibiydi. Ama sırtını geriye iyice yaslarken, ilgime şaşırmadığını göstermeye çalışıyordu. Yüzüne düşen kısa bir tutamı itina ile kulağının ardına itti.
"Çevre ya da iklim aktivisti falan mıydı? Neden öldürüldü?"
Neden öldürüldü?
Neden öldürülüyorlardı?
Sorusunu önemsediğimi daha net belli etmek adına bütün vücudumla tamamen ona döndüm. "Hayır. Barışı savunan bir aktivistti ve insanların haksız yere öldürülmesine karşıydı." dudaklarımın arasından çıkanların ondaki etkisini görmek için can atıyordum. "Filistinlilere yardım etmek için, seslerini duyurmaya çalışırken öldürüldü."
Cümlem bittiğinde ensemden bedenimin aşağı taraflarına doğru inen soğuk bir ter damlası hatırlıyorum. Böyle bir ölümün hayalim olduğunu bilse ne yapardı acaba? Bakışları bakışlarımda takılı kalırken, oğlunun boş konuşmadığını ve bu konuları öylesine anlatacak bir evlat olmadığını o da iyi biliyordu. Derin bir nefes aldım.
"Ben de gidiyorum anne..."
Siz hiç durmadan yanan bir ateşin içerisine odun olmak için istek duydunuz mu? Boyunuzdan büyük olaylar için karınca olmayı dilediniz mi? Koca koca devletlerin halledemediğini halletmek için gecelerinizi zehir ettiniz mi?
Ben ettim.
Çünkü ben olmayacaksam, başka kim olabilirdi ki?
...
"Jacob, Jacob..."
Arkamdan ismim birkaç kere daha seslenildikten sonra dönüp bakma girişiminde bulunmuştum. Karşımdaki kişinin suratında avare bir gülüş asılıyken, ben yeniden dalga geçeceğinin farkındaydım. Sözlerinin içindeki dalgayı devamlı nasıl muhafaza edebiliyordu? Bu kadar zeki olmasa çekilecek adam değildi aslında...
"Beş yıl oldu kardeşim. Yeni ismine alışmış olman gerekirdi."
İki elini umarsızca havaya kaldırmış, kahve rengi gömleğinin içerisinde pişmiş bir sırıtış ile bana bakıyordu.
Kendince benimde geçtiği dalgasını çattığım kaşlarım bir anda yarıda kesti. Ben dalgadan hiç hoşlanmazdım.
"Dalga geçmek için boş vaktin çok sanıyorum. Ama üzgünüm benim işim başımdan aşkın." Dediğimde, dudaklarındaki gülüşün yerini vakur bir ciddiyet aldı. Biraz daha devam ederse gecikeceğimizi iyi biliyordu. Munzur hallerinin arasında saklanan dehayı hızla ortaya çıkardı. Espritüel halleri yoğunlukta olsa da bu iş için dikilmiş en iyi kaftandı. Liseden beri...
Erdemli'de büyük bir çilek serasının içerisindeydik. Sürekli yer değiştirip, akla gelmeyeceğini umduğum konumlarda buluşuyor, bunu yaparken vakit kaybetmemeye çok önem veriyordum. Beni tanıyan herkes, fazladan tüketilen tek bir kelimeyi dahi israf olarak nitelendirdiğimi iyi bilirdi. Ama bu çocuk, ciddiyetimi ancak çatılan kaşlarımdan anlıyordu.
Bana kafasıyla "Otur" işareti yaptıktan sonra ikimizde toprak zemine çöktük. Boş konuşmayı çok sevse de prosedür ve bilişim işlerinde aramızda en iyi kişinin Said olduğunu çok iyi biliyordum. Bu beş yıl neredeyse tamamen onun eseriydi.
"Yapacağın yeni akademik çalışmanda ara ara kullandığın sivri dil hocaların dikkatini çekiyor. Sıradan bir yüksek lisans öğrencisi olduğunu unutuyorsun Ömer. Seni oraya fikirlerinin ciddiyeti alenen teşhir olsun diye yollamadığımızı iyi bilmen lazım."
Sözleri biraz önceki haline kıyasla bambaşka ve oldukça ciddiydi. Arda bir yüzüne düşen saç tellerini çekerken bile yüzündeki ciddiyete gölge düşmüyordu.
Bu durumumun frenlenmesi gerektiğinin ben de farkındaydım. Ama etrafımdaki insanların da bu kadar hızlı fark etmesi beklediğim bir şey değildi. Demek ki İsrail Teknoloji Enstitüsü'nde (Technion) düşündüğümden daha iyi takip ediliyordum.
"Daha dikkatli olacağım. Başka bir şey var mı?"
Sıkıntı ile iç çektiğinde ikimizin ortak yarasına hafifçe dokundu. Acıtmak istemediğini duruşundan anlayabiliyordum.
"Biliyorum beş yıl sonra ilk kez Türkiye'ye geldin. Ama bunun bir daha tekrarlanmaması gerekiyor." Gözleri üzerimde sarsılmaz bir sabitlikle oyalanıyordu. "Bizim için en sağlıklı olan iletişim havariler vasıtasıyla, sen İsrail'deyken irtibat haline geçmek olacaktır. Bir daha buraya dönmemelisin."
Nerede olursak olalım hiçbir iletişim cihazıyla birbirimize ulaşamıyorduk. Aramızdaki iletişimi sağlayan kişilere havariler diye sesleniyorduk. Herkesin itinayla her cihazla takip edildiği bir dönemde bizim için yalnızca güvenilir insanlar vasıtasıyla iletişime geçmek elzemdi.
Söylediği şeyler kalbime ağır gelse de kafa sallayıp onaylamıştım. Başka bir seçeneğim yoktu zaten. Bunca zamandır uğruna emek harcadığım bu davayı özlemime yenik düşerek kaybedemezdim. Kafamdan geçen düşünceleri duymuş gibi Said yeniden konuşmaya başladı.
"Çok özledin değil mi anneni?" Bunu sorarken içerisinden, kendi içinde biriktirdiği özlemini de hesap ettiğine adım kadar emindim. Omuzları çaresizce düşmüştü sorduğunda.
Onu en son doğum günümü kutlarken görmüştüm. O gece yarısı bir mektup bırakıp, bir daha hiç geri dönmedim evime. Ona söylediklerimin ciddiyetini anlamış olacak ki o da beni aramaya çalışmamıştı. Kafamdakileri söylerken özellikle beni ararsa öldürülebileceğim seçeneği üzerinde durmuştum ki, ölüm ihitimalime karşı bir daha asla adımı bile anmaya cesaret olmasın.
Suskunluğum Said'e güzel bir cevap olmuştu. Bir daha eşelemedi. Eşelemenin ikimiz için çıkılmaz bir sokak olduğunu o da biliyordu. Ve hiçbir şey demeden o da susmaya devam etti.
Sessizlik bir süre aramızda uzun uzadıya ilerledi. Ardından davamızın tik takları ensemizde vurmaya başladı. Said yavaşça ayağa kalktığında "Ayrılmanın zamanı geldi." diye mırıldanmıştı. Ben de ayağa kalktım. Ve bir anda birbirimize sıkıca sarıldık. Bizim sarılmalarımız bir anda ebediyete göçme ihtimalinin oluşturduğu akislerdi. Ölüm şehadet kadar heybetli, şah damarımız kadar yakındı hep.
Yavaşça geriye çekildi.
"Yeniden görüşünceye dek hakkını helal et."
Kafamı salladığımda, ayrılığa dair tek kelam etmeyeceğimi o da iyi biliyordu. Ardından seranın çadır kapısına doğru yürümeye başladı. O güzel yiğidin her isteğini ahirete bıraktığı gerçeği bir anda omuzlarımı büktü. Tam kapıdan çıkarken aklına gelen şeyle bana döndü.
"Okulda ortak çalışma hazırlayacağın o kız, tam bir Filistin düşmanı. Aynı zamanda öğretmenlerinden birisinin asistanı olarak çalışıyor. Babası İsrail ordusunun en önemli mühimmat desteği sağlayıcılarından birisi... Özellikle onun yanında dikkatli ol. Keskin fikirlerini kendine sakla Jacob."
Başını ufak bir onay işareti ile salladıktan sonra çadırın kapısından çıktı. Şeffaf tentenin ardındaki gölgesi de uzaklaşırken yeniden yapayalnızdım.
Her zamanki gibi...
Yeni adım dudaklarından yeniden süzüldüğünde aynada, kimlikte, pasaportta, okulda ve hatta bütün Hayfa'da bilinen kendim ile yeniden yüzleştim. Ben İstanbul Baş Hahamının bir yazıyla tescillediği, İsrail bayrağı altında gururlanarak (!) yaşayan ve İstanbul Teknik Üniversitesinin eğitim hayatına İsrail'de devam eden parlak Yahudi öğrencisiydim. Öyle olmak zorundaydım.
Ya ölene kadar ya da zafere ulaşana kadar...
Ve benim ilk tercihim elbette zaferdi.
***
Esselamu Aleykum...
Nasılsınız Güzel Okurlarım?
Yeni bölüm sizlerle, nasıl buldunuz? Ya da gelecek bölümler hakkında fikri olan var mı?
Yarın yeni bölümde görüşmek üzere inşaallah u teala...
Selam Ve dua ile.