1. Bölüm
Adımı Unuttuğum Gün
Aylin asker olmak istememişti başta.
Bir sabah uyanıp da “Ben asker olacağım,” dememişti kendine.
Onu bu yola sürükleyen ne üniformalardı…
Ne de yüksek sesli vatan nutukları.
Bir insandı. İlk aşkı
Adı Emre’ydi.
Mahallede herkes onu tanırdı; sessizliğiyle, mesafeli duruşuyla, bakışındaki o derinlikle… Liseden sonra herkes üniversite peşine düşerken, o askere yazılmıştı. Son gördüğünde sırtında üniforma, yüzünde alışık olmadığı bir ciddiyet vardı. O günden sonra Aylin için hiçbir şey aynı kalmadı. Aylin onu uzaktan seviyordu her şeyden vazgeçecek kadar. O da askere gitmeye karar vermişti. Sırf onu görmek için.
Askere gitmek isteğini söylediğinde ailesi güldü.
“Sen mi?”
“Sen daha valizi tek başına taşıyamıyorsun.”
“Bak öğretmenlik var, hem garanti maaş…”
Başvuruya gittiğinde görevli başını üzgünce salladı.
“Kadınlar için aktif görev yok,” dedi yumuşak ama kesin bir sesle. “Başka alanlar var istersen, ama cephe görevi… mümkün değil.”
Aylin o gün eve dönerken ağlamadı.
Sokağın arasından esen rüzgâr saçlarını savurdu, gözleri yandı ama yaş dökmedi.
Sadece içinden bir cümle geçti:
Benim için hiçbir kapı açılmıyorsa, ben bir kapı açarım.
O gün, eski Aylin sessizce öldü.
Bir ay sonra saçlarını kesti.
Banyonun ortasında eski, küçük bir tabure. Elinde ucuz bir makas. Aynadaki yansımasına son kez baktı. Uzun, dalgalı saçları omuzlarından dökülüyordu. Her tutamı kestiğinde, sanki geçmişinden bir parça daha kopuyordu.
İlk tutam düştüğünde boğazı düğümlendi.
İkinci tutamda “geri dönebilirim” düşüncesi geçti içinden.
Üçüncü tutamda o ihtimali de kesti.
Bir süre sonra yerde saçlardan küçük bir yığın oluştu. Aynada gördüğü şey, tanıdığı Aylin değildi artık. Yanları kısalmış, üstü dağınık, maskülen görünen, yumuşak hatlarını gizlemeye çalışan bir yüz… Geniş bir gömlek, bol bir pantolon… Ve sıkıca sarmak zorunda kalacağı bir beden.
Aynaya bakıp fısıldadı:
“Geri dönüş yok.”
O cümleyi söylerken bile sesi titredi. Ama artık kararın geri dönüşü yoktu.
Artık sadece saçlarını değil, adını da değiştirmesi gerekiyordu.
Erkek kimliğini bulması, bir anda olan bir şey değildi.
Bir günde delice bir fikir değil; günlerdir kafasını kemiren, uyutmayan, midesine ağrılar sokan bir ihtimaldi.
Her şey, kuzeni Kerem’in salonda savurduğu cümleyle başladı:
“Kimliği de kaybettim ya… Babam duysa gebertecek,” diye söylenmişti televizyonun karşısında.
Aylin o an irkildi.
“Nasıl yani, kayıp mı?” diye sordu, gelişigüzel bir ton takınmaya çalışarak.
“Harçlığım kalmadı zaten, bir de yenisini çıkaracağım,” diye homurdandı Kerem. “Nüfus dairesinde işler ayrı dert… Neyse, yarın gidiyorum işte.”
O gece Aylin uyuyamadı.
Tavanı seyrederken zihni sürekli aynı yere dönüyordu:
Kayıp bir kimlik.
Zaten geçersiz sayılacak bir kart.
Bir erkek ismi.
Yakın akrabalık.
Ya… ya ben o “kayıp”tan yeni bir hayat kurarsam?
Sabaha karşı uyuyakaldı, uyandığında ise içindeki düşünce daha da güçlenmişti.
Kerem’in evi alt kattaydı.
Öğle vakti, ev kalabalıktı. Televizyonda maç açıktı, amcası bağırıyordu, Kerem mutfakta telefonla konuşuyor, annesi çay koyuyordu. Kalabalığın gürültüsü, Aylin’in işine yarıyordu.
Kerem odasına girerken onu takip etti.
“Kimliğin ne oldu?” dedi, duvara yaslanıp çaktırmamaya çalışarak.
Kerem omuz silkti. “Ya çöpte, ya birinin elinde… Zaten iptal ettireceğim. Niye sordun ki?”
“Neye benzediğine bakacaktım. Fotoğrafın nasıldı, merak ettim,” dedi Aylin, sesi olabildiğince hafif.
Kerem çekmeceleri karıştırdı, eski cüzdanını buldu.
İçinde bozuk kartlar, fişler, eski öğrenci kimliği… Bir süre uğraştı, sonra küfrü bastı.
“Yok işte, kayıp diyorum sana. Niye bu kadar merak ettin anlamadım,” dedi, cüzdanı masaya savurup tekrar mutfağa gitti.
Aylin odada yalnız kaldığında, masanın kenarındaki cüzdana baktı.
O kadar masum duruyordu ki.
Elini uzatıp açtığında, arka bölmede sıkışmış eski, bükülmüş bir kart daha gördü. Muhtemelen Kerem’in unuttuğu kimlik kartıydı; eski tip, biraz soyulmuş, köşeleri aşınmış…
Kalbi hızlandı.
Bu… bu olabilir mi?
Karta baktı.
Ad: Kerem.
Soyad: Zaten kendi soyadları.
Doğum tarihi, memleket… Hepsi tanıdık ve resmi.
Çok benzemedikleri açıktı. Kerem daha geniş omuzlu, yüzü daha yuvarlaktı. Ama isim… İsim gerçekti. Fotoğraf eskimişti. Kart yıpranmıştı.
Bu kartla nereye kadar gidebilirdi, bilmiyordu.
Ama bildiği bir şey vardı:
Bu, eline geçen tek fırsattı.
Kartı elinde çevirirken ayak sesleri duydu.
Refleksle cüzdanı kapattı, kartı avucunda sıkıp arka cebine bastırdı. Kerem başını uzattı.
“Ne yapıyorsun burada?”
“Bir şey bakıyordum, çıktım zaten,” dedi Aylin, sesi normalmiş gibi.
Odadan çıkarken kalbi göğsünü yumrukluyordu. Cebindeki kart, sanki ateş gibi yanıyordu.
Sonraki günler, tek bir planın etrafında döndü.
Geceleri internetten fotoğraf stüdyolarına baktı, kimlik için fotoğraf çeken, biometrik çekimler yapan yerlere. Sokak arasında, köşede kalmış, pek de iş yapmayan bir fotoğrafçı gözüne takıldı. İnsanların umursamadığı yerler, genelde en az soru sorulan yerlerdi.
Bir akşamüstü, saçlarını kestirdikten sonra, geniş bir tişört ve bol bir montla o dükkâna girdi.
Fotoğrafçı, orta yaşlı, yorgun bir adamdı.
Tezgâhın arkasından isteksizce baktı.
“Ne için fotoğraf?” diye sordu.
Aylin boğazını temizledi. Sesini bir tık kalınlaştırmaya çalıştı.
“Resmî iş için abi… Kimlik, ehliyet falan lazımdı,” dedi, göz temasından kaçınarak.
Adam omuz silkti. “Otur.”
Bembeyaz bir fonun önüne geçti.
Omuzlarını dikleştirmeye, çenesini biraz sert göstermeye çalıştı. Dudaklarını sıkıp yüzündeki yumuşak ifade yerine daha düz, daha ifadesiz bir şey yerleştirdi.
Şipşak birkaç kare çekildi.
Fotoğrafları bastırıp eline verdi adam.
Aylin fotoğrafa baktı. Bir an irkildi.
O tanıdığı kız yoktu. Erkeksi, sert bakışlı, kısa saçlı bir genç vardı.
Ali… diye düşündü ilk kez.
Bu fotoğraftaki, Ali.
Sonrası, gerilimin en yüksek olduğu kısımdı.
Kayıp, eski bir kimlik kartı…
Yeni çekilmiş bir fotoğraf… illegal yollardan erkek kimliğinin üzerindeki ismi değiştirti.
Ucu açık, pek de temiz olmayan bir süreç.
Aylin, kimseye tam olarak ne yaptığını anlatmadı.
Kimseye “şuraya gittim, bunu yaptım” demedi. Sadece “halletti”.
Bildiği, tek bir cümleydi:
Bu kart artık onun için bir kapıydı.
Evde odasına kapandığında, masanın üzerine bıraktı.
Üzerinde erkek bir isim, erkek bir kimlik numarası…
Ama o, hâlâ Aylin’di.
Kartın üzerine parmaklarını koydu.
“Artık değilsin,” dedi usulca.
“Artık Ali’sin.”
Bu cümleyi söylerken elleri titriyordu. Sanki gerçekten, bir daha kendi adıyla seslenirse tüm plan çökecekmiş gibi geldi.
Ertesi hafta, askerlik şubesine gittiğinde, sıra numarasını eline aldığında nefesi sıklaştı. Etrafına baktı. Herkes rahattı, konuşuyor, şakalaşıyor, telefonlarıyla oynuyordu. Onun içinse burada olmak, her nefeste yeniden doğmaya çalışmak gibiydi.
Görevli masaya çağırdığında, elindeki kimliği ağır çekimle uzatıyormuş gibi hissetti.
“İsim?”
Bir an dilinin ucuna “Ayl…” geldi.
Boğazını temizledi, bakışını masadaki kağıtlara sabitledi.
“Ali,” dedi. “Ali… Karaca.”
Görevli kimliğe göz ucuyla baktı, bilgisayara birkaç şey yazdı, evrakları uzattı. “Şunları doldurun, sonra sıradaki odaya geçin.”
Hepsi bu kadardı.
Ne sorgu.
Ne uzun bakış.
Ne de şüphe dolu bir sessizlik.
Dışarı çıktığında, bacaklarının titrediğini fark etti. Duvara yaslandı, başını geriye dayadı. Kalbi hala hızla atıyordu.
Oldu mu?
Gerçekten… oldu mu?
Evraklara baktı.
Üzerinde yazan isim, ilk kez resmi bir kâğıtta karşısına çıkıyordu:
Ali Karaca.
O an durup derin bir nefes aldı.
Bu, artık sadece bir yalan değildi.
Yeni hayatının resmi başlangıcıydı.
Ve böylece yeni hayatına, askerlik mülakat listesinde girdi.
Kalbinin sesi kulaklarını dolduruyor, nefesi boğazına düğümleniyordu. Etrafındaki herkes erkekti. Sert bakışlar, rahat hareketler, gürültülü kahkahalar… O ise her adımını, her bakışını, her nefesini sayarak atıyordu.
Otururken.
Kalkarken.
Konuşurken.
En ufak bir hata, hem Ali’yi hem Aylin’i bitirebilirdi.
Fiziksel testler başladı.
Koştu.
Terledi.
Canı yandı.
Yere düşecek gibi oldu, ama kendini topladı.
Çünkü durursa, geri dönecek hiçbir şeyi kalmayacaktı.
Ve Emre’yi orada, o dünyada yalnız bırakmak…
Onu ikinci kez kaybetmek demekti.
Buna tahammülü yoktu.
Sonra…
O sesi duydu.
“Toplanın!”
Aylin’in (artık Ali’nin ) kalbi yerinden fırlayacak gibiydi.
Başını kaldırdı.
Ve onu gördü.
Emre.
Ama bu, mahallenin köşesindeki sessiz çocuk değildi artık.
Omuzları dik, bakışları soğuk, sesi emreden bir adamdı. Üniforma bedenine değil, sanki ruhuna dikilmişti. Eskiden uzaktan izlediği o suskun yüz, şimdi onlarca askerin kaderini belirleyen bir komutana aitti.
Ali, başını eğmeye çalıştı. Göz göze gelmekten kaçındı.
Ama kalbi ihanete meyilliydi.
Emre’nin bakışları sıradaki askerlerin üzerinden ağır ağır geçti.
Ve bir an, Ali’nin üzerinde durdu.
Bir saniye.
İki.
Üç.
O üç saniyede dünya durdu.
Aylin, nefes almayı unuttu.
Tanındı mı?
Gözlerinden, duruşundan, o küçücük bir mimikten gerçek kimliği anlaşılacak mıydı?
Kalbi göğsünü yumrukluyordu.
Ama Emre, tıpkı hiçbir şey olmamış gibi, başını başka yöne çevirdi.
Tanımadı.
Ya da tanımamayı seçti.
Ali o an şunu anladı:
Buraya sadece asker olmak için gelmemişti.
Buraya, yeni bir isimle eski kalbini sınamaya gelmişti.
Ve belki de…
Kalbini bırakıp gittiği adama karşı,
Hayatının en büyük oyununu oynamaya.