15. Bölüm
Nefesin Ölçüldüğü Sabah( devam)
“Topla.”
Ali çekmeceyi yerine yerleştirirken, ellerinin titremediğine şaşırdı.
Sanki tüm titreme, göğsünün içine saklanmıştı.
Ekrem bir an daha bekledi.
Sonra, beklenmedik bir şey yaptı:
Ali’ye, dolabın kapısını kapatmasını söylemeden önce yaklaştı, sesini iyice alçalttı.
“Dikkat çekmeyeceksin, Karaca,” dedi. “Anladın mı?”
Cümlenin içindeki ton, Ali’nin beynini paramparça etti.
Bu bir tehdit miydi?
Yoksa uyarı mı?
“Emredersiniz komutanım,” diyebildi sadece.
Ekrem uzaklaştı.
Dolap kapağı, Ali kapatırken çok hafif bir gıcırtı çıkardı ama bu kez…
Hiçbir sır aralanmıyordu.
Sır, göğsünün içinde saklanmaya devam ediyordu.
Teftiş, yarım saat sonra bittiğinde, koğuşun içi yorgun bir nefes aldı.
Kimisinin ismi ceza listesine yazılmıştı, kimisinin dolabı dağınıklıktan dolayı azar işitmişti.
Ali’nin adı…
Listede yoktu.
Bahadır, yanına sokuldu.
“Şanslı piç,” dedi kıkırdayarak. “Belli ki komutan dün geceki ruh haliyle gelmemiş. Düşünsene, ‘dolabınla aşk yaşıyorsun’ diye takıldı adam sana.”
Ali’nin kalbine bir çivi daha çakıldı o cümleyle.
Dün gece.
Dolap.
“Sabah görüşürüz, Karaca.”
“Dikkat çekmeyeceksin, Karaca.”
İki cümlenin tonu aynı değildi.
Birinde…
Avın peşine düşen bir avcı vardı.
Diğerinde…
Sanki avı, başka bir avcıdan saklamaya çalışan biri.
Hangisi gerçekti?
Öğlene kadar geçen eğitim, Ali için sisli bir film gibiydi.
Komutlar, şınavlar, koşu, barfiks…
Her hareket, kaslarına değil, göğsüne vuruyordu.
Emre’yi eğitim alanında birkaç kez gördü.
Adam, her zamanki gibi net talimatlar veriyor, kronometre tutuyor, bağırıp çağırmıyordu ama bakışları, herkesi aynı anda tartıyordu.
Bir ara, Ali ip parkurunun başında sıra beklerken, Emre’nin bakışı ona çarptı.
Çok kısa.
Ama yeterince uzun.
Sanki “yaşıyor musun?” diye sorar gibiydi.
Ali, “evet” anlamına gelen bir nefes verdi sadece.
Parkuru geçerken bandajlı göğsü yine sızladı.
İpin üzerinde dengede durmaya çalışırken, iç cebindeki kimlik hafifçe göğüs kafesine bastırdı.
Her adımda…
Aylin.
Her nefeste…
Aylin.
Parkurun sonunda, Emre kronometreye baktı.
“Süre iyi,” dedi, herkes duysun diye. “Karaca, toparlamışsın. Demek ki dün gece kendine acımakla vakit kaybetmemişsin.”
Kelime…
“Dün gece.”
Ali’nin omuzlarından aşağı soğuk bir dalga indi.
Emre…
Biliyordu.
Ne kadarını, her şeyi bilmese de.
Akşam üstüne doğru eğitim bittiğinde, hava hafif kararmaya başlamıştı.
Koğuşa dönmeden önce, su içmek için çeşmenin başına giden Ali, yüzüne su çarptı.
Beton zemine düşen damlalar, birbirine karışıp küçük bir gölet oluşturdu.
Bakışlarını oraya dikti.
Suda, kendini tam göremiyordu.
Yüzü… dağılıyordu.
Ali mi?
Aylin mi?
Hangisi, suyun yüzeyinden ona bakıyordu?
“Karaca.”
Arkasındaki sesi tanıdı.
Emre.
Omuzları istemsizce kasıldı.
Sanki biri, göğsündeki kimliğe parmaklarını uzatmış gibi.
Yavaşça döndü.
“Emredin komutanım.”
Emre, fazla yaklaşmadı.
Ama fazla uzak da durmadı.
İkisi arasında, tam Ali’nin nefesi kadar bir mesafe vardı.
“Bugün iyi dayandın,” dedi. “Teftişte de adın geçmedi. Aferin.”
Sıradan bir cümleydi.
Herhangi bir askere de söylenebilirdi.
Ama Emre’nin gözleri…
Sıradan değildi.
Ali, teşekkür etmekle yetindi.
“Asıl önemli olan,” diye devam etti Emre, sesini biraz daha alçaltarak, “yanlış yerde, yanlış zamanda… yanlış şeyleri saklamamaktır.”
Kalbi durdu sandı Ali.
Bakışlarını kaçırmaya çalıştı, ama Emre izin vermedi.
“Bazen,” dedi Emre, “seni öldürebilecek sırrı… en görünür yerde saklamak en güvenlisidir.”
Ali’nin aklına ilk gelen şey, göğsüne bastırdığı kart oldu.
Kalbi, sanki içinden biri yumrukluyormuş gibi atmaya başladı.
Emre, bir an sustu.
Sonra, cümlesini bambaşka bir yerden kurdu:
“Mesela,” dedi, “yetersizlik. Korku. Eğitimsizlik. Bunları gizlemek, birliğe ihanettir. Ama yüzleşmek… seni hayatta tutar.”
Ali, derin bir nefes aldı.
“Emredersiniz komutanım,” diyebildi sadece.
Emre, başıyla hafifçe onayladı.
Sonra tam arkasını dönmek üzereyken, durdu.
“Karaca.”
“Efendim?”
“Bu akşam,” dedi Emre, “içtima sonrası koğuşta kalma. Revire uğra. Bandajın kontrol edilecek. Adam kaybetmek istemem.”
Sözler, normalde son derece mantıklıydı.
Ama Ali’nin zihninde bir anda başka bir anlama büründü:
Koğuşta olma.
İçtima sonrası.
Dolaplar.
Ekrem.
Emre, ona resmî bir gerekçeyle, koğuştan uzak duracağı bir zaman dilimi veriyordu.
Neden?
Koridorun ucundan bir ses yükseldi:
“Komutanım! Nöbet listeleri hazır!”
Emre bakışını Ali’den çekti.
“Unutma,” dedi kısa bir vurguyla. “Revire gideceksin. Geç kalma.”
Ve uzaklaştı.
Ali, olduğu yerde kalakaldı.
Göğsünde sakladığı kimlik, sanki tenini yakıyordu artık.
Emre…
Onu mı koruyordu?
Yoksa daha derine çekip bir yerde sorgulamak için mi fırsat yaratıyordu?
İkisinin arasındaki çizgi, gökyüzünün sabahki rengi gibiydi:
Ne tam aydınlık…
Ne tam karanlık.
Koğuşa dönerken, Bahadır yanına takıldı.
“Yine ne düşündün lan o kadar, çeşmenin başında heykel gibi duruyordun?”
Ali, dudaklarını ıslattı.
“Hiç,” dedi. “Bugün revire gidecekmişim.”
Bahadır yüzünü buruşturdu.
“Şanslı göt. Biz burada komutanın suratını izlerken sen yatağa uzanırsın artık.”
Keşke.
Ali, koğuş kapısının eşiğinde durdu.
İçeriyi bir an seyretti. Dolaplar… yataklar… gürültü.
Hepsi aynı görünüyordu.
Ama artık hiçbir şey aynı değildi.
Ali bir adım attı içeri.
Sonra göğsüne dokundu.
Kart, hâlâ oradaydı.
Bulacaklarsa… benden bulsunlar.
Ama bugün, ilk kez şu düşünce aklına geldi:
Belki de… benden önce gören biri… çoktan olmuştur.
İçinde Emre’nin sesi yankılandı:
“Yalnız değilsin.”
Bu kez, o cümle…
Ne tamamen korkuttu.
Ne tamamen rahatlattı.