17. Bölüm

779 Words
17. BÖLÜM: DEMİRİN DİLİ Sabah, kışlanın içine bağırmadan girdi. Ama bağırmadan gelen sabahlar, en çok can yakanlardı. Ali, revirdeki dar yatağın üzerinde gözlerini açtığında ilk hissettiği şey ışık değildi… Ağırlıktı. Göğsünde. Nefesinde. Omuzlarının arasında. “Burada kalıyorsun,” demişti Emre. “Gözümün altında.” Göz… Bazen bir ışık değildi. Bir gölgeydi. Ali doğruldu. Yavaş. Sessiz. Revir, sabahın ilk dezenfektan kokusunu taşıyordu. Camdan sızan solgun ışık, tavanın beyazlığına çarpıp yere düşüyordu. Yarısı umut, yarısı tehdit gibi. Bandajını kontrol etti. Morluk hâlâ oradaydı. Ama acı… Artık darbeden gelmiyordu. Kafasının içindeki cümlelerden geliyordu. Kapı açıldı. Bir onbaşı içeri baktı. “Karaca,” dedi. “Eğitime çıkıyorsun.” Ali ayağa kalktı. O “çıkıyorsun” kelimesinde bir tuhaflık vardı. Sanki bir yere değil… Bir sınava gidiyordu. İçtima alanı, sabahın soğuğunu saklamıyordu. Çiviler gibi batıyordu cilde. Askerler sıraya dizildiğinde, zemin hâlâ geceyi tutuyordu içinde. Ayakkabı tabanlarından buz gibi bir şey yükseliyordu bacaklara. Ali sırasına geçti. Ekrem öndeydi. Bahadır arkasında. Kerem sağ tarafındaydı. Ekrem’in sesi duyuldu: “Bugün parkur var. Ama koşu gibi düşünmeyin…” Bir durdu. Gülümsedi. “Bugün vücutlarınız konuşacak.” Bahadır eğilip fısıldadı: “Benimki çok konuşkan değildir ama küfre yatkın.” Kerem kıkırdadı. Ali gülmedi. Gülümseyemedi. Çünkü vücudunun konuşacağı dili biliyordu: Acı. Koşu başladı. Toprak, sabah nemini saklamıştı. Ayakkabılar her bastığında, sanki yer mırıldanıyordu. Ali ilk etapta geride kalmadı. Ama öne de geçmedi. Orta… Görünmeyen bir çizgi gibi. Nefesi kontrollüydü. Adımları ölçülü. Ama ilk engel duvarına gelindiğinde… Her şey değişti. Duvar, düşündüğünden yüksekti. Ellerini dayadı. Sıçradı. Bir an… Havada kaldı. Aşağı düşündü. Yere değil… Kendine. “Düşersen…” “Ne olursun?” Düşmedi. Ama indiğinde, dizlerinin içi yandı. Bahadır arkasından geldi. Atlarken bir çığlık attı. “Anammm!” “Bu duvar düşmüyor mu beyler?” Kerem bağırdı: “Duvar düşmez ama sen düşersin!” Gülüşmeler oldu. Ama Ali gülmedi. Çünkü ikinci engel geldi. Sürünme alanı. Çamur içindeydi. Sanki biri toprağı kasten çirkinleştirmişti. Bastıkça içine alan. Çektikçe bırakmayan. Ali yere yattı. Ellerini öne uzattı. Sürünmeye başladı. İlk metre… Kolaydı. İkinci metre… Zordu. Üçüncü… Nefessizdi. Çamur, üniformanın içine doluyordu. Beline. Boynuna. Kalbinin attığı yere kadar… Bir an… Panik geldi. Dar bir kutunun içinde gibi hissetti. Toprak üstünde değil… Toprak içinde. Nefesi hızlandı. Kafası karıştı. Dalgalar gibi geldi sesler: “Karaca ilerle!” “Durma!” “Yat!” “Devam!” Bir ses… Diğerlerinden farklıydı. Daha sakindi. Ama daha keskindi. Emre. Ayakta duruyordu. Gözleri üstündeydi. “Karaca,” dedi. “Çamurun konuşmasına izin veriyorsun. Kendini susturuyorsun.” Ali dişlerini sıktı. Bir avuç çamuru avucunda ezdi. “Söz dinleme,” dedi içinden toprağa. “Bu beden benim.” Ve devam etti. Çıktığında, üniforması tanınmaz hâldeydi. Ama yüzü… Geri dönmüştü. Dermansız ama kararlı. Sıradaki: Lastik parkuru. Dizlerini kaldır. İndir. Kaldır. İndir. Ali’nin bacakları bir süre sonra yabancılaştı. Sanki izinsiz bir yerden kopup gelmişti bu kaslar. Yanından Ekrem geçti: “Hızlan Karaca, piknikte değiliz!” Ali hızlandı. Bir lastik… Ayağı takıldı. Düştü. Yere kapandı. Yumrukları çamura gömüldü. Bir an… Kalkmak istemedi. “Kal,” dedi içi. “Sadece bir saniye.” Ama o saniye… Bir ömür gibi büyüyordu. “Karaca kalk!” Bu kez ses sertti. Bahadır eğildi: “Kalk lan, daha dövüş var!” Ali ayağa kalktı. Dizleri titriyordu. Ama ayaktaydı. Bu… Zafer sayılırdı. Atış eğitimi başladığında… Ali’nin elleri titremiyordu. Ama içi… Silah soğuktu. Kokusuz değildi. Metal, insana çok şey anlatırdı. Ama insan, metale hiçbir şey anlatamazdı. Hedef karşıdaydı. Kâğıttan. Ama Ali onu kâğıt gibi görmedi. Baktığında… İçinde bir yüz belirdi. Tanımlayamadığı. Ama tanıdığı. Tetiğe bastı. Bir ses patladı. Ama içindeki şey… Daha yüksek sesle kırıldı. İkinci atış. Üçüncü. Dördüncü. Emre yanına geldi. Sessizdi. Bakışları hedefte değil… Ali’nindeydi. “Atışın iyi,” dedi. “Ama düşünerek ateş ediyorsun.” Ali başını çevirmedi. “Silah düşünmez,” dedi Emre. “Sadece yapar. Sen fazla insansın Karaca.” Bu… Bir hakaret değildi. Bir teşhisti. Koğuşa döndüklerinde herkes bitmişti. Bahadır yatağa atladı: “Bugün ölmedik ya… yeter.” Kerem ayakkabılarını fırlattı: “Var ya Karaca, sen bu çamurdan yeniden doğdun. Adın bundan sonra ‘Çamur Ağa’.” Gülüşmeler. Ali bir parça gülümsedi. Ama gözleri dalıktı. Yatağına oturdu. Ayakkabılarını çıkardı. Ayağının biri kanamıştı. Bakmadı. Bandajını düşündü. Emre’yi düşündü. “Henüz” kelimesini düşündü. Bir kelime… Bazen bir saat gibiydi. Bazen bir idam vakti. Gece çöktüğünde… Kışla sessizleşmedi. Sadece fısıldamaya başladı. Koğuşta horultular başladı. Duvarlardan bile uykulu bir ses geliyordu. Ama Ali… Uyuyamadı. Tavana baktı. Tavanda bir şey yoktu. Ama içinde… Çok şey vardı. Kimlik. Yük. Yalan. Nefes. Ve bir de… O bakış. Emre’nin. “Henüz…” O kelime gözlerini yakıyordu. Ali, battaniyeyi çenesine kadar çekti. Birini saklamak gibiydi bu. Kendini. Ama fark etti: Saklamak… Hep yalnız yapılıyordu. Ve yalnızlık… Askeriyede en ağır yüktü. Ali gözlerini kapattı. Bir dua gibi değil… Bir emir gibi. “Dayan.” Kimliğine değil… Canına.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD