bc

Safir Kalesi'nin Lanetli Leydisi (Basılı Eser)

book_age12+
34
FOLLOW
1K
READ
HE
time-travel
fated
sweet
kicking
mythology
magical world
another world
soul-swap
like
intro-logo
Blurb

Kendi hâlinde, sıradan bir hayat yaşamakta olan Arima bir sabah uyandığında, gözlerini son okuduğu kurgunun içinde açar. Üstelik ruhu, kitabın kötü karakteriyle yer değiştirmiştir. Bu da yetmezmiş gibi kurgunun en korku duyulan, dışlanmış savaşçısı Aki Safir ile evli olduğunu ve artık onunla birlikte yaşayacağını öğrenir.

Aki Safir katıldığı son savaşta onulmaz şekilde yaralandığı için kral tarafından kutsanmış ve krallığın en karanlık topraklarının lordu olarak görevlendirilmiştir. Yanında krallığın en güçlü savaşçısı ve en güçlü büyücüsüyle beraber İluna’ya hükmeden Lord Safir, kralın isteği üzerine evlendiği kadının kendi dünyasından olmadığını öğrenecek midir?

Artık Lin Safir olarak yaşamak zorunda olduğunu fark eden Arima, bu dünyanın büyülü gerçekleriyle baş edebilecek midir?

“Kokusu bile soğuğu anımsatan birisi nasıl olurdu da kalbimi böyle ısıtabilirdi?”

Kitap satan her yerde...

chap-preview
Free preview
1
Bölüm Bir, Uyanış  Gözlerimi güçlükle aralarken burnuma alışkın olmadığım bir koku doldu. Çok rahat bir yerde yatıyordum ama nedense kendimi tuhaf hissederek uyanmıştım. Çok yorgun ve halsiz hissediyordum. Gözlerimi kırpıştırırken yüksek bir tavana baktığımı fark ettim. Benim evimin tavanı ne zamandır bu kadar yukarıdaydı? Esneyerek uykumu açmaya çalıştım. Elim yatağımın başucundaki komodine gitti ama komodin yerinde yoktu, hâliyle telefonum da. Neredeydi? Şaşırarak doğruldum. Telefondan komik videolar izleyerek uykumu açma planım başarısız olduğu için eski usul bir yöntem deneyerek gözlerimi ovdum. Altımdaki rahat yatak hareketimle hışırdadı. Normalden daha yüksekti. Sanki benim yatağım değildi. Hatta sanki burası benim evim de değildi. Neresiydi? Gözlerim tamamen açılmış bir hâlde devasa odaya baktım. Burası değil evimden, kaldığım apartmandan bile daha büyüktü galiba. Uçsuz bucaksız bir odadaydım. Her yer şatafatlı bir zenginlik içinde, gösteriş doluydu. Kocaman, cibinlikli bir yataktaydım. Yatağa beş kişi rahatça yatabilirdi herhâlde ama ben tek başımaydım. Üzerimde tenimi çok ferah hissettiren bir elbise vardı. Elbise mi? Gecelik mi giyiyordum? Benim geceliğim yoktu ki! Var mıydı yoksa? Alkol falan mı almıştım acaba? Niye hiçbir şey hatırlamıyor ve bilmiyordum? İçki bile içmezdim ki! Yoksa başımı bir yere mi vurmuştum? Belki de filmlerdeki gibi olmuştu, hafızamı kaybedip bambaşka birine dönüşmüştüm. Ya da rüya mı görüyordum? Belki de hasta olmuş, ateşlenmiş ve saçma sapan bir rüya görmeye başlamıştım? Yüzüme birkaç şaplak attığımda canımın rüyada olamayacak kadar acıdığını hissettim. Uyanıktım, sarhoş falan değildim ama belli ki kendimde de değildim. Yataktan kendimi kaydırarak ayaklarımı zeminle buluşturdum. Yerde benim için koyulmuş gibi duran yumuşacık, topuklu terlikler vardı. Her şey gibi onlar da göz alıcıydı. Devasa pencereleri saran kalın, bordo renkli güneşlikler; odayı parıltısıyla süsleyen büyük avize, kocaman bir şömine, yumuşacık halılar, kocaman bir boy aynası, şekillerine bile aşina olmadığım bir dizi süslü kutuyla dolu bir makyaj masası... Piyango mu vurmuştu? Zenginliğin üzerimdeki büyük şoku yüzünden mi yaptığım bu müsrif alışverişi hatırlamıyordum? Ne oluyordu böyle? Odanın bir ucundaki devasa, iki kanatlı kapı hafif bir tıklamayla açıldığında irkildim. İçeri benim daha önce sadece filmlerde gördüğüm kıyafetlerden giyinmiş hâlde bir kız girdi. Siyah hizmetçi kostümü giyiyor, beyaz önlük ve başlık takıyordu. Elinde bir tepsiyle çekingen bir şekilde odanın içine doğru ilerledi. “Günaydın hanımefendi, kahvaltınızı getirmiştim.” Hanımefendi mi? Ben mi? Şok olmasaydım sözlerine karşı gülebilirdim ama sadece yüzüne bakmakla yetindim. Ben düşüncelere dalmış hâldeyken kız nedense korkuyla titremeye başladı. Başını önüne eğip duruyor, kaçamak bakışlarla bir şey söylememi beklermiş gibi görünüyordu. Güçlükle yutkunup konuşmaya çalıştım. Neyse ki sesim çıkıyordu. Biraz farklıydı ama ben konuşuyordum sonuçta, değil mi? “Teşekkür ederim, aç değilim.” “Öyle mi? Çok özür dilerim hanımefendi. Banyonuzu hazırlamamı ister misiniz? Ya da giyinmenize yardım etmemi?” “Banyo iyi olur.” Titreyerek başını sallayıp odadan hızla çıktı. Neden bu kadar korkmuş görünüyordu, hiçbir fikrim yoktu. Zaten hiçbir şeyle ilgili bir fikrim yoktu. Belki de komik bir şakanın içine hapsolmuştum. Birazdan birileri ortaya çıkıp bir fakire kendini daha da fakir hissettirmek için hazırlanmış bu komedi oyununda figüran olduğumu söyleyecekti belki de. Aniden zenginleşmiş olamayacağıma göre tüm bunların başka nasıl bir açıklaması olabilirdi? İsmini bilmediğim kız odaya bir küvet ve sıcak su taşıdığında ağzım açık kalmış bir hâlde onu izleyerek gerçekten neler olduğunu anlamaya çalıştım. Banyo hazırlamak derken neden bahsettiğini anlayamamıştım ama aklımda temiz kıyafetler ve havlu getirmesinden başka bir şey yoktu. Şimdiyse yatağıma oturmuş, bu dehşet verici manzarayı anlamaya ya da gerçek olduğuna inanmaya çalışıyordum. Kız işini bitirdiğinde çekingen bakışları üzerimde dolaştı. “Banyonuz hazır hanımefendi. Suya en sevdiğiniz yasemin çiçeği kokusundan koydum. Sıcaklığı da tam istediğiniz gibi ayarladım.” Kekelemeden konuşmak beni bir hayli zorlasa da yataktan tekrar inerken kıza cevap vermeyi başardım. “Teşekkür ederim.” “Babanız bir an önce sizi görmek istediğini söyledi.” Babam mı? İşte bu, tüm olanlardan daha tuhaftı. Kalbimde garip bir acı ve umut karışımı hissederek bir an kızın yüzüne öylece baktım. Daha önce hiç kimse bana babamın beni görmek istediğini söylememişti. Tepkim belki de çok aptalcaydı ama gözlerimin yaşlarla dolduğunu hissettim. Elbette zenginleşip yeni bir hayata başlamamıştım. Besbelli bu tuhaf bir hataydı. Benim ailem, ben daha küçük bir çocukken vefat etmişti. Beni daha önce çağırdılarsa bile hatırlamıyordum ama şu an çağırmalarının bir imkanı yoktu. “Tamam.” “Tüm valizleriniz de hazır, emrettiğiniz gibi... Başka yardımcı olabileceğim bir şey var mı hanımefendi?” “Hayır, şimdilik yok.” Nereye gidiyordum acaba? Yumuşak terlikleri ayağıma geçirerek koca odada, küvete doğru yürümeye başladım. Kız odadan çıkarken ben tam da devasa aynanın önünden geçiyordum. Çok kısa bir an aynadaki yansımama bakıp yürümeye devam etsem de bir anda olduğum yerde donup kaldım. Yanlış görmüş olmalıydım. Belki de karşımdaki bir ayna değil, tabloydu? Attığım birkaç adımı hızla geri alıp aynanın önüne geçtim ve açık kalan bir ağız, mücevherleri andıran yemyeşil gözler, simsiyah saçlar ve büyüleyici bir tenle birlikte bana bakan güzeller güzeli bir suretle karşılaştım. O kadar güzeldi ki bir an aynaya bakmakta olduğum gerçeğini unutup hayranlıkla iç çektim. Dünyada böyle güzellikler de mi vardı? Hem de gözümün önünde? Elimi uzatıp dokunmak için tereddütle hamle yaptığımda, yansımanın eli de hareketimi tekrarladı. Parmağım soğuk ayna yüzeyine değerken tamamen keçileri kaçırdığımdan emin oldum. Zenginlik bile bir yere kadar kabul edilebilirdi ama böyle mucizevi bir güzelliği aniden kazanmış olabilir miydim? Hem neden bu görüntü bana bu kadar tanıdık geliyordu? Saniyeler akıp giderken güzeller güzeli yüzü incelemeye ve gittikçe emin olmaya başladım. Ben bu yüzü tanıyordum. Bir şekilde, bir yerde karşılaşmıştım onunla ama nerede? Hem bu aynaysa o zaman bu güzellik ben miydim yani? Ben? Bu nasıl mümkün olabilirdi? O kadar saçmaydı ki anlamaya çalışmak fiziksel olarak acı çekmeme sebep oluyordu. Başım çatlayacak gibi ağrımaya başlamıştı. Neler oluyordu böyle? Dünyanın nesi vardı? Benim neyim vardı? Ben... Kimdim? Neydim? Neredeydim? Çaresizlik içinde ağlamama ramak kalmıştı. Belki de banyo yapmak beni kendime getirirdi. Hem kız onca zahmetle buraya kova kova su taşımıştı, bunu nasıl unutabilirdim? Ayrıca imkansız da olsa babam beni görmek istiyordu. Bir de yolculuk meselesi vardı. Her şey öyle saçma sapandı ki daha fazla düşünerek kendime eziyet etmek istemiyordum. Ayağımı soğumaya yüz tutan suya değdirip sıcaklığını kontrol ettikten sonra kıyafetlerimi çıkarıp küvete yerleştim. Su beni içine alırken burnuma güzel kokular dolsa da bu çok tuhaftı. Şampuan neredeydi? Duş jeli yok muydu? Vücudumu neyle ovacaktım? Sadece suyun içinde mi beklemem gerekiyordu? Hoş, bu tuhaf bir yeni yaşam denemesi olmalıydı. Sorgulamanın ne anlamı vardı ki? Birazdan ya uyanacak ya da her şeyi hatırlayacaktım. Vücudumu ellerimle ovup saçlarımı suya soktum. Gözlerim devasa odada anlamsızca dolaşırken derin nefesler alıp verdim. Dün gece ne yapmıştım? Hatırlamaya çalışırken başım zonkluyordu ama gözlerimi kapatıp sakince düşünmeye çalıştım. İşten çıktıktan sonra eve dönmüş olmalıydım. Değil mi? Gidecek bir yerim yoktu. Hem perşembe akşamıydı. Bir yere gidecek olsam hafta sonunu beklerdim sonuçta. Eve gidip yemek yemişimdir muhakkak... Peki ya sonra? Bir şeyler okumak için bilgisayarımı açmış ve yatağıma yerleşmişimdir. Genelde öyle yaparım, neden dün farklı olsun ki? Bölük pörçük resimler gözlerimin önüne gelirken okuduğum son kurgunun bir webtoon olduğunu hatırladım. Canlı renkler, harika çizimler ve akıp giden sayfalarla dolu bir aşk hikâyesi... Aslında güzel olan ne kurgu ne de karakterlerin aşkıydı. Benim sevdiğim, hikâyedeki yan karakterdi. O kadar asil, yalnız ve iyi kalpliydi ki sırf onun birkaç cümlesini okuyabilmek için pek de hoşuma gitmeyen bir kurgunun 175 bölümünü tereddüt etmeden okumuştum. Karakter için gözyaşı dökmüş, yatağımda tepinmiş, bilgisayarıma sarılarak çığlıklar atmış ve onu hayal ederek uyumuştum. Bir çığlık dudaklarımdan süzülürken sesin benden geldiğini fark etmekte zorlandım. Şaşkınlıktan dengemi kaybettim ve bir an küvette kayıp suya battım. Etrafıma sular sıçratarak yüzeye çıktığımda bu yüzü nerede gördüğümü hatırlamıştım. Bu... Bu okuduğum kurgunun esas karakterinin yüzü değil miydi? Onun canlı kanlı hâli... Böyle bir şey olabilir miydi gerçekten? Gerçekten ama gerçekten? Ne tür bir halüsinasyon görüyordum ben böyle? Aklımı tam olarak nasıl kaçırmıştım? Gürültüm yüzünden mi bilmiyorum ama ben suda tepinirken kapı tekrar tıklatıldı. Az evvel banyomu hazırlayan kız usulca odaya girdiğinde utançla hareket etmeyi bıraktım. Kız çekingen adımlarla bana yaklaşıp konuştu. “Giyinmenize yardım edeyim mi hanımefendi?” “E... Şey... Evet. Sanırım. Teşekkürler.” Utançla kızarmaya başlamış olsam da kızın varlığına minnettardım. Böylece yalnız kalıp nasıl delirdiğimi düşünmeme gerek kalmıyordu. Hem öyle afallamış hâldeydim ki kendi başıma giyinebileceğimi sanmıyordum. Ayrıca ne giyecektim? Kıyafetlerim neredeydi? Kız bir havluyla küvetin önünde durduğunda kalkıp bedenimi sardım. Bana dönem filmlerinde gördüğüm tarzda komik iç çamaşırları, korse ve şatafatlı bir elbise giydirmesine izin verdim. O saçlarımı özenle kurutup tararken aynadan ikimizi izleyerek içimi saran gülme hissine direndim. Mümkün değildi. Şu güzelliğin sahibi ben miydim yani? İmkansızdı. Bunda bir tuhaflık vardı. Belki de ben şizofrendim. Belki daha da ciddi bir hastalığım vardı. Kız saçlarımın bir kısmını örüp geri kalanı omuzlarımda serbest bıraktı. Şimdi sanki bu mümkünmüş gibi daha da güzel görünüyordum. Elbisenin yeşil rengi gözlerimi iyice öne çıkarıyor, kumaşın kenarlarını süsleyen simli danteller tenimin daha da parlak görünmesine sebep oluyordu. Güzelliğimden büyülenmiş bir hâlde aynayı izlerken bunu ne kadar da çabuk benimsediğimi fark edip kaşlarımı çattım. Kız da irkilip geri çekildi. “Özür dilerim hanımefendi, canınızı mı yaktım?” Kızın korkuyla nefes alıp verişini izledim. Sanki... Ona vurmamı beklermiş gibi bir hâli vardı. “Hayır, iyiyim.” Derken anımsadım. Kurgunun esas karakteri Lin İzara, tam bir şeytandı. Kötülüğünün sınırı yoktu. Hatta okuduğum onlarca kurgu içerisinde Lin kadar kötüsüne daha önce hiç rastlamamıştım. Hizmetkarlarına eziyet eder, yaşıtlarına hayatı zindan eder, soylu olmayan insanları aşağılar, kendi ailesine bile kan kustururdu. Elbette zavallı kız karşısında başka birisi olduğunu bilmiyor ve ona yapacağım yeni işkencenin ne olacağını kestirmeye çalışarak soğuk terler döküyordu. Kim bilir bugüne kadar Lin ona neler yapmıştı? “Saçlarımı çok beğendim. Teşekkür ederim yardımların için...” Belki korkusunu biraz hafifletirim umuduyla konuşsam da pek işe yaramadı. Kız titreyerek eğilip geri çekildi. Belli ki onca zamanın biriktirdiği korkuyu bir iki teşekkürle silip atmak mümkün değildi. Oturduğum yerden kalkıp odadan çıktım. Artık kendimi daha iyi hissediyordum çünkü bunların gerçek olması mümkün değildi. Rüyada olduğumdan neredeyse emindim. O hâlde uyanana kadar Lin olmanın tadını çıkarmaktan bir zarar gelmezdi. Sonuçta bu bir rüyaydı, ne düşündüğüm kimi ilgilendirirdi ki? Evin büyük koridorlarından geçip geniş merdivenleri inerken her şeyin kurgudakiyle aynı olduğuna hayret etmeden duramadım. Resim değil de gerçek hâliyle böyle bir lükse şahit olmak kelimelerle anlatmaktan yoksun olduğum bir dehşete sebep oluyordu. Duvarları süsleyen tablolardan herhangi birisi bile kendi dünyamda hayatımı bir hayli kolaylaştırırdı şüphesiz. Karşılaştığım her hizmetkarın selamını alarak, omuzlarım dik bir şekilde yürürken kendimi geniş bir yemek salonunda buldum. En az yirmi kişinin sığabileceği dikdörtgen bir masaya kahvaltı hazırlanmıştı. Lin’in babası baş köşede gazetesini okurken kahvaltı ediyordu. Erkek kardeşi ortalıkta yoktu. Lin de benim gibi öksüz olduğu için annesi de elbette masada değildi. “Demek uyandın Lin.” “Evet, günaydın baba.” Nazikçe gülümseyerek adamın sağ tarafındaki sandalyeye yerleştim. Hizmetkarlar hemen servise başladığında teşekkür etmekle yetindim. O kadar çeşitli bir kahvaltıydı ki ağzım sulanmaya başlamıştı. Normalde ben çoğu zaman yemek hazırlamaya üşenir, hazır öğünlerle günlerimi geçirirdim. Şimdiyse taze yiyecekler ve meyve suyu önümde duruyor, onlara saldırmam için bana yalvarıyordu. “Biliyorsun ki bugün Lord Safir seni götürmek için gelecek...” Biliyor muydum? Hikâyeyi anımsamaya çalışırken kaşlarımı çattım. Tabii ki biliyordum! Her ne kadar esas çifti sevmediğim için hikâyeyi dikkatle okumamış olsam da çoğu detayını anımsıyordum. “Umarım kendini bu evliliğe hazırlamışsındır Lin çünkü anlaşma yapıldı.” Okuduğum kurguda Lin İzara, babasının isteği yüzünden eski Safir Krallığı soyundan gelen Aki Safir ile evlenmek zorundaydı. Aki Safir, daha önce hiç görmediği, krallıkta kötü bir üne sahip olan bir savaşçıydı. Safir Ailesi, bundan yüz yıl kadar önce krallığın yöneticisiyken dönemin kahramanı Mutya Gemma onları yenmiş ve kızlarıyla evlenerek tahtı ele geçirmişti. Böylece Gemma Krallığı kurulmuştu. Aradan onlarca sene geçmiş olmasına rağmen o günden beri Safir Ailesi her sene krala bağlılık yemini ediyordu. Soylarında birçok büyücü barındıran, krallıkta önemli topraklara ve ticaret yollarına sahiplik eden Safir Ailesi ülkenin en güçlü dört asil ailesinden biriydi. Aki ise büyü gücü barındırmadığı için ailesi tarafından dışlanmış, yaşaması ve ölmesi kimsenin dikkatini çekmeyen bir adamdı. Ailesi ondan öyle nefret ediyordu ki onu küçük yaşta krallığın ordusuna katmış, en azından bir savaşta ölerek iyi bir unvan bırakmasını dilemişti. Oysa Aki yıllarca krala hizmet ettikten sonra sağ gözünün görme yetisini yitirmiş, bu yüzden de kral onu görevinden azat edip kuzeyde, İluna bölgesindeki kalenin yönetimini üstlenmesine izin vermişti. Aki yetenekli bir savaşçı olduğu için mi yoksa o da Aki’nin varlığını sevmediği için mi bilinmiyordu ancak Aki Safir, krallığın en korkunç ve karanlık bölgesinin efendisi olmuştu. Lin’in babası da elbette bu soylu ailenin geniş mirasından payını alabilmek için bu fırsatı değerlendirmek istemişti. Kötülüğü sesli olarak dile getirilmese de tüm asiller tarafından bilinen Lin İzara için bundan daha uygun bir evlilik bulmasının imkanı olmadığını düşünmüştü. Kral da bu evliliği hemen onaylamış hatta iki ailenin birleşmesinden memnun olmuştu. İzara Ailesi, Safir Ailesi kadar zengin olmasa da ülkenin hatırı sayılır asillerindendi. Bu yüzden kraliyet ailesi için her zaman özel olmuşlardı. “Ha-hazırım,” dedim ürpertimi gizlemeye çalışarak. Demek hikâyenin tam da o kısmını rüyamda görüyordum? Neyse ki bunun bir önemi yoktu. Sonuçta bu sadece bir rüyaydı. Bana ne kadar uzun sürüyormuş gibi hissettirse de uyandığımda sadece birkaç dakika geçtiğini bilecek, nerem açık kaldı diye kontrol ettikten sonra gördüklerime gülüp geçecektim. O yüzden şimdi bunlar için endişe etmeme gerek yoktu. “Güzel. Lord Safir birazdan burada olur.” “Hı hı...” Lin’in babası son sözünü söylemiş olacaktı ki susup okumakta olduğu gazetesine döndü. Ben de kendime rüyada olduğumu hatırlatarak kahvaltı etmeye çalıştım. Demek birazdan Aki Safir beni almaya gelecekti? Bu hiç de iyi bir haber değildi. Aki ve Lin’in evliliği, tüm dünyada evliliğin yasaklanmasını istemenize sebep olacak kadar korkunç bir birliktelikti. Lin daima kraliyet ailesinin bir ferdi olmayı, gücünü arttırmayı ve böylece daha çok ve daha rahat kötülük yapabileceği bir konuma gelmeyi hayal etmişti. Bu yüzden de katıldığı tüm balolarda veliaht prensten ya da onun kuzenlerinden herhangi birini kendine âşık edebilmek için güzelliğini sonuna kadar kullanmıştı. Oysa Aki Safir ile evlenmek, başkentten tecrit edilmekle aynı şeydi. Kraliyetin resmi davetleri dışında hiçbir yere gidemeyecek, kimse kuzeyin korkunç topraklarına onu ziyaret etmek için gelmeyecekti. Suratsız bir savaşçı olan kocasıysa ailesinin belki de en değersiz üyesiydi ve Lin elbette hakkındaki tüm dedikoduları duyduğundan, daha tanışmadan evvel ondan nefret etmişti. Evlilikleri boyunca da Aki’ye kötü davranmış hatta hikâyenin sonlarına doğru adamı zehirlediği bile olmuştu. Elbette esas karakter olduğu için Aki ölmemişti ama Lin gibi biriyle yaşamak, soğuk mizacının bin katı bir karanlıkla dolmasına sebep olmuştu. Hikâyenin büyük bir kısmı da ikisinin birbirine yaptığı zulümlere ayrılmıştı. Neresinden bakarsanız bakın, bu berbat bir öyküydü. Aki’nin sağ kolu, çocukluk arkadaşı, can dostu Kai Sama olmasa böyle bir kurguyu okumazdım bile. Benim tek ilgimi çeken Kai Sama’ydı. Güzel yiyeceklerle donatılmış sofrada karnımı doyururken kendime sakin olmam gerektiğini söyleyip durdum. Tabii içimden... Uyandığımı sandığım andan beri yaşadığım hiçbir şeyin gerçeklikle en ufak bir ilgisi yoktu. O yüzden ne kadar uyanık olduğumu düşünürsem düşüneyim, rüya gördüğüm ortadaydı. Belki de Kai’yi öyle derinden seviyordum ki bilinçaltım bana bu süslü rüyayı hazırlayıp onu gerçekten görür gibi hissetmemi istemişti. Sonuçta yaşadığım dünyada onun gibi asil bir savaşçının var olması mümkün değildi. Şimdi rüyada olduğuma göre onu görebilir, gerçek mükemmelliğini derinden hissedebilirdim. Bu düşünceler beni öyle rahatlatmıştı ki bizi Lord Safir’in gelişiyle ilgili bilgilendirmek üzere odaya giren kahyanın sesi irkilmeme sebep oldu. Lin’in babası bir an önce görüşme salonuna gelmemi buyurarak masadan kalkarken peşine takıldım. Hem doymuştum hem de içimi odayı bulmakta zorlanacağıma dair bir korku sarmıştı. Kimseden herhangi bir laf işitmek istemiyordum. Hoş, bildiğim kadarıyla kolay kolay hiç kimse Lin’e laf etmeye cüret edemezdi. Babası bile... Ama yine de risk almak istemedim. Beraber yemek odasından çıkıp uzun koridorları yürürken yaşadığımız dünyanın buradan nasıl da farklı olduğunu düşünerek bir kez daha şaşkınlıkla etrafımı inceledim. Kendimizi eski zamanlara göre daha konforlu, gelişmiş addediyorduk ama artık çoğumuz minicik dairelerin içine hapsolmuş hâlde yaşamaya mahkumduk. Kendi evlerinin içinde yürürken yorulacak kadar geniş mülklerde doğmuş Lin gibi insanlardan nasıl da uzak ve farklıydık. Bu evin tüm koridorlarını öğrenmem bile epeyce vaktimi alırdı. Oldum olası yön duygum da berbat olmuştu. Lin’i bilemem ama benim buralarda kaybolmam an meselesiydi. Hoş, bu evde yaşamayacaktım, değil mi? Lord Safir, Lin’i götürdükten sonra aylar boyunca kuzeyin kasvetli topraklarında, sisler altındaki kalesinde yaşamışlardı. Lin bundan öyle çok nefret etmişti ki kötülük seviyesi geçen her dakikayla birlikte artmış, birkaç hizmetkarın ölümüne bile sebep olmuştu. Gerçekten korkunç bir kadındı. Ürpererek boyumu aşan kanatlı kapıları ardımda bıraktım. Geniş bir salona girdiğimde sırtı bana dönük hâlde duran adamı fark ettim. Başını hafifçe kaldırmış, İzara Ailesine ait olan eski bir tabloyu inceliyordu. Boyu bir hayli uzun, bedeni atletik yapılıydı. Kemerinden sarkan kılıcı gerçeküstü görünse de karşımdakinin Aki Safir olduğunu hissettiğimden, kılıcının gerçek olduğunu biliyordum. Adam krallığın en önemli savaşçılarından biriydi, tek gözü olsun ya da olmasın. Aki Safir bana doğru döndüğünde üzerindeki yelekli takımın onu nasıl da asil gösterdiğini fark ederek şaşırdım. Adam bana usulca yaklaşırken soyunun sahip olduğu efsanevi genleri daha yakından görme şansı buldum. Gözleri gerçekten de safir rengindeydi. Teni öyle beyaz, saçları öyle koyu renkliydi ki sadece kılıcı değil kendisi de gerçeküstü denebilecek kadar yakışıklıydı. Böylesine yakışıklı bir adamı yakından görmek kalbimi heyecanla doldurdu. Nefes almak gittikçe zorlaşıyor gibiydi. Oda aniden çok mu sıcak olmuştu? Yoksa buraya kadar attığımız onlarca adım beni nefessiz mi bırakmıştı? Aki Safir uzanıp elimi yavaşça kavrarken gözlerimi kırpıştırdım. Teni sıcacık olsa da eli gücünü yansıtacak kadar ağır hissettirmişti. Başını eğip dudaklarını elimin tersine bastırdığında yüzümün kızarmaya başladığından emindim. Hoş, benim yüzüm kızarıyordu ama Lin’in yüzü bunu yansıtır mıydı? Sonuçta kadın şeytanın dünyadaki yansımalarından biriydi. “Sizi tekrar görmek benim için bir onur, leydim.” Sesi de çok çekiciydi! Öyle tok, dingin bir ses tonu vardı ki gözlerimi kapatma isteği içime dolarken gülümsemeye gayret ettim. Sonra tam cevap vermeden önce hatırladım. Esas kurguda Lin, Aki’ye “O gözlerle beni görebilmenize şaşırdım lordum,” diye söylenirken tiksintiyle adamı süzmüş; elini öpmeye çalıştığında da yanlışlıkla çenesine vurmuştu. Aki Safir onun davranışına öyle şaşırmış ve sinirlenmişti ki tepki vermekte dahi zorlanmıştı. Elbette ben onun gibi yapmak yerine nezaketle adama cevap verdim. “Teşekkür ederim lordum.” “Umarım iyisinizdir leydim.” “Gayet iyiyim lordum.” Aki geri çekilip elimi bırakırken yüzünde yamuk bir tebessüm oluştu. Gamzesi vardı! Adam hikâyede öyle korkunç bir yaşamın içindeydi ki gülüşünü görme şansımız bile olmamıştı. Demek Lin gibi bir şeytana maruz kalmasa gülümseyebilen, gamzeli, mükemmel bir görünüşe sahip olan çekici bir adamdı. Bak işte bu çok ilginçti. Lin’in babası ve Lord Safir konuşurken odayı inceleyerek Kai’yi görmeyi umduysam da hayal kırıklığı kısa zamanda üzerime çöktü. Kai burada değildi. Belki de Aki buraya tek başına gelmişti ya da Kai malikânenin içine girmemişti. Acaba gerçekte o nasıl görünüyordu? “Leydim de uygun görürse bir an önce yola koyulmayı tercih ederim Lord İzara.” “Anlıyorum. Lin, ne düşünüyorsun?” Konuşma bana dönerken kendimi çabucak toparladım. Lin’in babası, belki de artık adama babam demeliydim, bir cevap bekler gibi yüzüme bakıyordu. Belli ki beklediği, lordu onaylayan bir cevaptı. Yüzündeki ifade çok net bir şekilde yola koyulmamızı istediğini belli ediyordu. Lin biricik kızı da olsa adamı anlayabiliyordum. Kim olsa böyle bir kızı olmasından utanç ve pişmanlık duyar, kendini ömür boyu nerede yanlış yaptığına dair sorgulardı. “Yola çıkabiliriz lordum, her şeyim hazır.” “Buna çok sevindim. O hâlde müsaadenizle biz yola koyulalım Lord İzara. Sonbaharda kuzey topraklarında büyülü yaratıklar avlanmaya çıkıyor. Yolculuğu ne kadar kısa sürede tamamlarsak leydimin o kadar güvende olacağından eminim.” “Siz daha iyi bilirsiniz Lord Safir.” Adamın yüzünde gizlemeye çalıştığı bir keyif ifadesi oluşurken iç çektim. Lin kendi etmiş, kendi bulmuştu. Zavallı babasına kızmak bir yana tepki vermek dahi içimden gelmiyordu. Hizmetkarlar hummalı bir çalışmaya girişirken ailem olmayan İzara ailesiyle, yani sadece Lin’in babasıyla, vedalaştım. Anlaşmayı unutmamamı ve evliliğin getirdiği sorumluluklara dikkat etmemi buyuran sevgili babam, beni eğreti bir şekilde kucaklayıp geri çekildiğinde üzerinden bir yük kalkmış gibi görünüyordu. Lin asla böyle yapmazdı, adım gibi biliyordum ama bu benim rüyam olduğuna göre istediğim gibi davranmakta özgürdüm. Lord İzara’ya samimiyetle teşekkür ettikten sonra Aki Safir’in beni dört bembeyaz atın bağlandığı, masallardan fırlamış gibi görünen at arabasına bindirmesine izin verdim. Her şey olağanüstü derecede tuhaf ve güzel görünse de at arabasına binmek beni germişti. Nedense kalbim küt küt atıyor, kendimi düşecek gibi hissediyordum. Bu epeyce saçma olsa da bir süre sakinleşmekte zorlandım. Lord Safir tam karşıma yerleştiğinde biz ağzımızı bile açmadan araba hareket etmeye başladı. Hayretle etrafıma bakınırken Aki Safir’in sesini duydum. “Umarım aynı arabada yolculuk yapmamızdan rahatsız olmazsınız, leydim.” “Hayır, aksine beni yalnız bırakmadığınız için müteşekkirim. Nedense kendimi çok gergin hissediyorum.” “Bunun gayet doğal olduğunu düşünüyorum. Sonuçta evinizle vedalaşıyorsunuz leydim.” “Haklısınız. Açıkçası o kadar şaşkınım ki ne söylediğimin bile farkında değilim lordum.” Bu sözlerim Aki Safir’in tek kaşının keyifle hareket etmesine sebep olurken sol yanağındaki gamzesi ortaya çıktı. Adam gerçekten bir sanat eseri gibi görünüyordu. İnsan onun yanındayken hayran hayran suratına bakmamak için kendini sürekli uyarmalıydı. “İluna...” Bir an konuşmaya başladığımda kendime şaşırsam da yutkunarak devam ettim. Aki Safir dikkatle bana bakıyor, lafımı bitirmemi bekliyordu. “Gerçekten de bahsettikleri kadar korkunç mu?” Neden birdenbire konuşmaya karar vermiştim ki? Belki de Aki Safir’in sesini duymak için düşünmeden konuşmuştum, anlamak güçtü. Ya da belki de rüyada kendimi kontrol edemiyordum. “Sözlerimle sizi korkutmak istemem leydim ama gerçekten de kuzey toprakları krallığın en dehşetli bölgesidir.” “Demek söylenenler doğru.” “Bir bakıma öyle, leydim. Yalnız başınıza olsaydınız, İluna’ya seyahat etmeniz bana endişe verirdi.” “Peki ya sizinleyken?” O yamuk tebessüm tekrar dudaklarına yerleştiğinde kalbim göğsümün içinde takla atmış gibiydi. İç çekmemek için gerçekten insanüstü bir çabaya giriştim. “Benimleyken korkmanıza gerek yok leydim. Sizi canım pahasına korumak, sahip olduğum en büyük ayrıcalık ve onurdur.” Öyle şiirsel bir konuşma tarzı, öyle samimi bir ciddiyeti vardı ki Lin’in bu adama eziyet ederek aslında kendine zarar verdiğini düşünmeden edemedim. Bu bir rüya değil de gerçek hayat olsaydı, Aki Safir tam da hayallerimin erkeği olabiliri. Nasıl kurguyu okurken onun bu nazik yönünü fark etmemiştim? Gerçekten de Lin İzara, ona bu kadar çok mu zarar vermişti? Araba sessizlik içinde, oldukça yavaş bir şekilde ilerliyordu. Gözlerimi pencereye çevirdiğimde az ötemizde uzanan ormanı, göğü kaplayan kara bulutları ve kasvetli havayı fark ederek kaşlarımı çattım. Rüyada bile güzel bir havada, yakışıklı prensimle buluşmak yerine gölgeler içinde kalmak zorunda mıydım gerçekten? Kim kendi rüyasında, kendine bu denli korkunç bir rol biçebilirdi? Lin İzara olduğum yetmiyormuş gibi hem hava kötüydü hem at arabasıyla yolculuk yapmak çok yorucuydu hem de Kai ortalarda yoktu. Bugünün tek güzel yanı şüphesiz karşımda oturmuş kitap okumakta olan asil savaşçıydı. O da sürekli izlemekten çekindiğim hoş bir manzaradan ibaretti. Sonuçta adam neden ağzım açık bir hâlde onu izlediğimi öğrenmek isterse utancımdan ölürdüm. Bu yüzden de mümkün olduğunca ona bakmamaya çalışıyor, bir sohbet konusu açarsa diye oturmuş bekliyordum. Zaman normalde olduğundan daha yavaş bir hâlde geçerken bir süre uyuyakalmış, aracın takıldığı bir tümsekte yerimden sıçrayarak uyandığımda bir hayli tedirgin olmuştum. Üzerimde bana ait olmayan bir ceket duruyordu. Yumuşacık ceketten kışı anımsatan bir koku alıyordum. Elimde olmadan cekete sarınırken Aki Safir’in sesini duydum. “Uyandınız mı leydim?” “Evet, özür dilerim, dalmışım lordum.” “Özür dilemenize gerek yok, yorulmuş olmalısınız.” “Biraz...” Aki gülümsediğinde ceketi burnuma bastırmamak için kendimi zor tuttum. Gözlerimizin buluştuğu birkaç saniyenin ardından başını pencereye çevirdi. “Güneş batmak üzere leydim. Sizin için sakıncası yoksa bu gece bir handa konaklamak istiyorum.” Bir handa mı? Daha önce yalnızca otobüsle, kısa süreli yolculuklar yapmış biri olarak bu yorucu maceranın beni bir parça olsun heyecanlandırmaya başladığını hissettim. Acaba nasıl bir yerde duracaktık? “Bir sakıncası yok.” “Merak etmeyin, kalacağımız yer gayet nezih bir mekandır.” “Bu konuda size güvenim sonsuz lordum.” Bunu samimiyetle söylediğimi fark edince bir an içim şaşkınlıkla doldu. Aki Safir’i tanımıyordum, onunla bugün ilk kez karşılaşmıştım ama gerçekten içime güven aşılayan bir yanı vardı. Bu adam, sanki okuduğum kurgudakinden başka biri gibiydi. Kurguda Aki hep mutsuz, öfkeli ve hayattan bezmiş bir hâldeydi. Lin’in entrikaları, başına ördüğü çoraplar, yılan gibi sokan zehirli sözleri ve tüm davranışlarıyla uğraşırken hiç de böyle güvenilir bir centilmen izlenimi oluşturmuyordu. Daha çok bir psikopatı andırıyordu. Gerçekten hayatına giren tek bir insan, birinin kişiliğini bu denli etkileyebilir miydi?

editor-pick
Dreame-Editor's pick

bc

Ne Olacak Halim (Türkçe)

read
14.3K
bc

MARDİN KIZILI [+18]

read
519.7K
bc

HÜKÜM

read
223.1K
bc

AŞKLA BERDEL

read
78.9K
bc

ÇINAR AĞACI

read
5.7K
bc

PERİ MASALI

read
9.5K
bc

Siyah Ve Beyaz

read
2.9K

Scan code to download app

download_iosApp Store
google icon
Google Play
Facebook