Yaşadığımız hayatta insanlara karşı dikkatli olmamız gerektiğine inananlardanım. Zira insanoğlu açık bir kitaptan çok kapalı bir pandora kutusu gibidir. Hatta o kadar çok sırları ile yaşamayı öğrenmiştir ki bazen kendisinin gerçekliği ile karşılaştığında bile korku duyabilmektedir. Yine de her insan içinde bir çocuk taşır. Ürkek , yaramaz, meraklı , aydınlık ama karanlığın arkasında. En kötüsü de bu çocuğun tüm güzel yanlarını topladığı aydınlığının, kalbimizin nasırlarını geçip dünyamızı karanlıktan kurtaracak kadar güçlü olmamasıdır.
Gençliğimde, yeni öğretmenlik yıllarımda yani hala idealistliğimin gerçekliğimin önünde olduğu zamanlarda, insanın içindeki çocuğu besleyerek mutlu ve aydınlık bir geleceğe sahip olacağına inanmıştım. Ama acımasız zamanın bana gösterdikleri ile bunun tek başına bizle olamayacağını çok iyi anlamış oldum. Biz ne kadar istersek isteyelim, ne kadar mücadele edersek edelim , karanlık zihinler ve içimizdeki çocuğu hapsettiğimiz hapishanenin karanlık parmaklıkları bir şeyleri değiştirmemizi imkansız yapıyordu. İlk öğretmenlik yaptığım yer Doğu'daki bir kasabasında bir ortaokuldu. O zamanlar 4+4+4 sistemi daha hayata geçmemişti zira geçse de olanları engelleyemeyeceğini ilerleyen zamanlarda da görmüştüm. O zamanlar idealistliğimin zirvesinde taze bir öğretmendim ve bir insan isterse her şeyi başarabilir zihniyetindeydim. 9. sınıflara Fen derslerine giriyordum ve sınıf öğretmenleriydim. Okulda her sınıftan sadece bir şube vardı ve ben özellikle 9. sınıfları isteyerek öğrencilerimi çekirdekten yetiştirmek arzusundaydım. Sınıfımızda 30 öğrenci vardı ve ne yazık ki bunun sadece 7 si kız öğrencilerden oluşuyordu. Kız çocuklarının da yarısı orada görev yapan öğretmen , doktor gibi memurların çocuklarıydı. Çok güzel bir kız öğrencim vardı, zeki , düzenli ve geleceği parlak olan öğrencim sene sonunda okula gelmeyi bıraktığında içimde oluşan endişe ile ailesine ulaştım. Ne yazık ki korktuğum başıma gelmiş aile kız öğrencimi evlendirme kararı almıştı. 14 yaşında tazecik, zeki ve hayalleri olan bir kız çocuğu , adı hala kalbimde yara olan Hülya için direnmeye çalıştım. Valilik de dahil her yere başvurdum. Fakat bu uğurda verdiğim bütün mücadele zaman içinde hüsrana uğradı.Bu değerli kızımın sonunu hızlandırmaktan başka bir işe yaramadı. Sonunda kendisini evlendirmek istedikleri adamın tecavüzü ile sonuçlanan olayların sonunda Hülya bir urganın ucunda hayata veda etti.
Kim bilir belki de bu yüzden şehirlerden çok kasaba ve ilçelerde görev yapmak istemiştim. Doğunun her karış toprağında çalışırken aklımda bir Hülya kurtarabilir miyim düşüncesi hiç yok olmadı. Ama bu mücadelem çoğunlukla hüsranla yavaş yavaş soldu. İnsanlar acımasızdı ve bu ülkede kadın, çocuk , hayvan ve bitki olmak suçtu. Şimdi elimde tuttuğum kartpostala bakarken yine aynı mücadele ateşini yüreğimin taaa içinde hissediyordum. Kartpostalı dikkatle zarfa koydum ve kalan son işlerimi de halledip dükkanı kapattıktan sonra evime doğru ilerlemeye başladım.Kaşe kabanımın yakalarını kapatırken akşam soğuğundan değil çaresizliğin soğuğundan kendimi korumaya çalışıyordum. İki genç kız ölmüştü , iki tazecik fidan toprağa tutunamadan yok olup gitmişti. Benim ise elim kolum bağlı izlemekten başka bir şey yapamadığım gerçeği yüzüme vurdu. Gerçi çocukları tanımıyordum ama yine de bunca yıllık hayatımda öğrendiğim en önemli şeyin öğretmenliğin emeklilik ile bitmediği olmuştu. Ben düşüncelerimle boğuşurken ayaklarım bir anda yolu aydınlatan ip dünyası tabelasının önünde durdu. Örgü örmek benim kendimi rahatlatma ve düşüncelerimi odaklama yolumdu. Bu yüzden evimin bir odası tamami ile örgü malzemeleri ve örgü oyuncaklardan oluşuyordu. Ördüğüm oyuncakları hiç bir zaman satmadım. Oyuncaklar belirli bir sayıya ulaştığında kimsesiz çocuklara ulaştırılması için çok güvendiğim ve hala doğuda hizmet veren değerli dostum Türkan'a gönderirdim. Sadece bu sene arkadaşımın affını isteyip oyuncaklarımı , ördüğüm battaniyeler ve mahalleli ile hazırladığımız yardım kolileri ile deprem bölgesine göndermiştim ki ,dostumda zaten oraya ilk giden gönüllülerden olmuştu.Aslında bu gün iş çıkışı uğramayı düşündüğüm dükkanın önüne dalgınlıkla gelmiştim. Kafamı kaldırdım ve bu gün hayata veda eden o küçük kız için bir şeyler örmeye karar verdim.
Elimde uygun rengim olmadığı için dükkana girdiğimde , dükkan sahibi Aykut kasayı kapatmak üzereydi. Buruk bir tebessümle uzun yıllardır alış veriş yaptığım adama gülümsedim.
" Aykut başkan alış veriş şansım bitti mi? Kapatıyor musun yoksa?"
Aykut kasadan başını kaldırıp bana şaşkın bir ifade ile baktı. Ardından yüzüne kocaman bir tebessüm yerleştirdi.
" Olur mu hiç Melek hanım. Sen ne zaman istersen dükkanım emrine amade."
Yavaş adımlarla tezgaha ilerleyip telefonumda örnek olarak tutuğum resmi Aykut'a uzatıp:
" Bana bu tulumun rengi lazım Aykut başkan elinde var mı?" dediğimde başını aşağı yukarı salladıktan sonra cotton iplerin olduğu kısıma yönelip istediğim ipi hemen bulup çıkardı. Bana uzatırken söyledikleri derin bir nefes almama neden oldu.
" Hangi kaybolmuş meleğe yapacaksın?"
Kaybolmuş melek , işte ölen çocuklar için söylenebilecek en doğru sıfatlardan biri. Elimdeki ipe gözlerimi indirip titrek bir nefes verdim.
" Asla oynayamayacak kadar erken kaybolmuş bir meleğe Aykut başkan."
Aykut'un sakin sesi kulaklarıma dolarken , sözleri içimi dağladı.
" Üzülme , neden üzüldüğünü bilmiyorum ama üzülme. O bebekle oynayamasa da bir melek olmaya devam edecek."
Başımı kaldırıp Aykut'a baktığımda yaşadıklarının verdiği yorgun çizgilerin daha derinleştiğini hissettim. Aykut hayatta bahtsızlığı dibine kadar yaşamış, benim yaşlarımda olmasına rağmen yılların verdiği acılarla daha da yaşlı gösteren bir adamdı.Aykut, dışarıdan baktığında çok dikkat çekmeyen , orta boylu, buğday tenli, hafif seyrelmeye başlayan saçları ile 50 li yaşlarının başında olduğunu anlayacağın ama kültürlü ve nazik bir adamdı. Karısı ve bebeğini bir trafik magandasına kurban vermiş, adalet ararken yıllarını mahkemelerde geçirmiş ve en kötüsü bunu yapan adamın 2 yıl ceza alarak çıktığını görmüş biriydi. Sözlerimin bittiği yer her zaman bu trajediyi hatırladığımda içime dolan hüzündeydi.
" Bundan iki yumak , bir de 2 mm tığ verir misin?"
Aykut , aynı ipten ikinci yumağı çıkardı ve bir poşete elimdeki yumakla birlikte koydu. Ardından masasındaki tığlardan istediğimi de poşete koyduktan sonra poşete bir pembe yumak daha attı.
" Bundan benim için bir kaç gül örer misin? Sevdiklerimin mezarındakiler hemen soluyor. Onlara solmayan bir demet hediye etmek istiyorum ." dedi.
" Parasını alırsan örerim Aykut başkan . Hem de büyük bir zevkle."
" Ben sana ipini vereyim sen de bana emeğini ver. Emeğin yünden değerli olduğundan ödeşemesek de bu seferlik kabulüm olsun."
Başımla onaylarken gözlerim dolsa da ağlamadım. Aykut kapalı bir kutu olsa da temiz kalpli iyi bir dosttu. Ve bana buraya taşındığım sırada çok yardımı olmuştu. Mahallelinin dedikodularına aldırmadan benden iyiliklerini esirgememişti. Hatta bir ara Neriman aramızı bile yapmaya kalkmıştı ama Aykut'un cevabı onu bile durdurmaya yetmişti.
" Gönlü bacaklarının arasında, hayatı başkalarının bakışları ile şekil alan ucuz bir adam değilim. Melek benim bacım gibidir, ne sen bu lafı etmiş ol , ne ben duymuş olayım. Yoksa bir dahakine bu kadar sakin olmam hesabımı kocanla görürüm."
Bu söz Neriman'a yetmişti, zira Aykut'un dili keskindi ve yaptığı çöpçatanlık girişimi için Neriman'ı da kocasını da herkese rezil ederdi. Karısının ölümünden sonra ona eş bulmaya çalışanları kibarca reddetmiş ama insanlar ısrarla üzerine gidince , kelimelerin ne kadar acımasız olduğunu herkese göstermişti. Aykut'a teşekkür edip poşetimle beraber evin yolunu tuttum. Evimin bulunduğu sokağa girdiğimde bahçe kapımda sabah görmüş olduğum komiseri bahçede beni beklerken gördüm. Şaşkınlığımı gizlemeden yavaş adımlarla evimin bahçe kapısında duran komiserin yanına vardığımda komiserin çatık kaşları ile bana dik dik bakması , benim de kaşlarımı çatmama neden oldu.
" Hayırdır komiser Gökhan bey. Akşam akşam kapımda ne işiniz var? "
Gökhan komiser bana bir adım atıp aramızdaki mesafeyi azaltırken uzun boyu nedeniyle , elleri cebinde başını hafif eğdi.
" Beni tanımadınız değil mi?"
Bu defa kaşlarım havalanırken bakışlarımı yüzünde gezdirdim. Bana bir yerden tanıdık geliyordu ama nereden olduğunu bir türlü çıkaramamıştım. Komiserin dudağının kenarı kıvrılırken elini sağ şakağını kaplayan saçına atıp , saçını geriye doğru çekerek şakağını açık hale getirdi. Fark etmemi sağladığı ayrıntı ile elimi ağzıma götürüp:
" Sen..." dedim.