Yol daraldıkça sessizlik ağırlaşıyordu. Averiel taş merdivenleri tırmanırken arkasından kimseyi duymuyordu. Cassian geri dönmemişti. Erelim sessizce ortadan kaybolmuştu. Geçit kapanırken duvarlar yeniden mühürle örtüldü ve Averiel bir kez daha yalnız kaldı. Fakat bu yalnızlık ilk seferki gibi değildi. İçinde yankılanan üçüncü mühür sesi onu korkutmuyordu artık. Teraziyi seçmişti. Dengenin işaretini. Şimdi sıradaki adımı kendisi atmalıydı.
Merdivenler nihayet son bulduğunda Averiel, ağaçların sardığı taş bir açıklığa çıktı. Gökyüzü griye dönmüştü. Rüzgâr, dökülmüş yaprakları etrafında döndürürken ormanın içinden fısıltıya benzeyen bir uğultu duyuluyordu. Tapınak buradaydı. Eski taşlardan örülmüş, yarısı yıkılmış ama hâlâ ayakta olan bir yapı. Duvarlarında melek tasvirleri vardı fakat her biri kırık, kanatsız ya da gözsüz bırakılmıştı. Sanki burası yalnızca terk edilmemiş, lanetlenmişti.
Averiel yaklaşırken tapınağın kapısı açıldı. Kimse yoktu. Yine de içeride bir varlık onu bekliyordu. İçeri adım attığında eski duaların yankısı gibi bir koku sarıldı etrafına. Tütsüyle karışık metal ve toprak kokusu. Tapınağın ortasında eski bir sunağın etrafında siyah taşlardan yapılmış dairesel bir halka vardı. Zemin, önceki mühürlerin aksine sessizdi. Hiçbir sembol yanmıyordu. Ama orada bir şey hâlâ canlıydı.
Averiel sunağa yaklaştı. Üzerinde solmuş bir yazıt vardı. Kendi dilinde değildi ama anlamı zihninde belirdi.
“Yol arayan, karanlıkla konuşmadan yürüyemez.”
Tam o anda sunağın ardındaki gölge kıpırdadı. Taştan çıkıyor gibi değildi, oraya karanlıktan dokunmuştu. Gölge şeklini bulmaya başladığında Averiel derin bir nefes aldı. Ne geri çekildi ne de büyü çağırdı. Bu bir çağrıydı, savaş değil.
Gölge sonunda bir siluete dönüştü. Başında taç yoktu ama etrafında sönmüş kanatlar vardı. Sanki yok edilmeden önce var olmuşlardı. Gözlerinde boşluk vardı fakat boşluk içinde derinlik de taşıyordu. Var olan ama adı unutulmuş bir düşmüş melekti bu. Ne mühürlerde ismi geçiyordu ne de kehanetlerde.
Averiel konuştu.
"Adını bilmiyorum."
"Ben de artık bilmiyorum. Beni hatırlayacak kimse kalmadı. Ama sen beni çağırdın."
"Ben çağırmadım. Yürüdüğüm yol çağırdı."
"Aynı şeydir."
Gölge sunağın arkasından öne çıktı. Onunla beraber tapınakta bir soğukluk yayıldı. Taş duvarlar titremedi. Ama geçmişin ağır nefesi havayı bastı. Averiel ilk kez onun karanlığından korkmadı. Karanlık gözlerini boyamıyordu. Ona bakıyordu.
"Burası kırıkların tapınağı. Burada ne korunur ne de cezalandırılır. Sadece unutulur. Ama sen unutulmuş değilsin. O yüzden mühür seni burada durdurmaz. Sadece bir soru sorar."
Averiel sessizdi. Gölge devam etti.
"Savaşı mı seçersin, anlaşmayı mı?"
Averiel gözlerini onun gözsüz yüzüne dikti.
"Ne için?"
"Kendi içindeki taraflardan hangisini besleyeceğini seçmek için."
"Savaşırsam gücü zorla mı alacağım?"
"Hayır. Ama bedel ödersin. Anlaşma yaparsan bedel başka birine yazılır."
Averiel kalbinde bu karanlığın ne kadar tanıdık olduğunu hissetti. Ona düşman değilmiş gibiydi. Onu anlayan ama asla tamamen güvenilmeyecek bir ses gibiydi. Bir koruyucu değil. Bir dengeleyici. Belki de üçüncü mühürün terazisi bu yüzden kendini göstermişti.
Gözlerini kapadı. Kararında korku yoktu. Yalnızca kabul vardı.
"Anlaşmayı seçiyorum. Ama bedeli ben ödeyeceğim."
Gölge geri çekilmedi. Aksine yaklaştı.
" O zaman sana bir parça vereceğim. Ne cennetindir ne de cehennemin. Kendinindir."
Gölge parmaklarını onun alnına uzattı. Averiel’in zihni kararmadı. Aydınlanmadı da. Sadece genişledi. Bir kapı açıldı. İçinden bir zaman çıkmadı. Bir kelime döküldü.
“Velatar.”
Bu kelime onun gücünü değiştirmedi. Fakat içindeki güç artık başıboş değildi. Bir merkez kazandı. Averiel’in gözleri parladı. Göğsündeki mühür, dördüncü kez şekil değiştirdi. Kanat ve göz arasına yerleşen bir ateş damlası belirdi.
Tapınak yavaşça titredi. Gölge yok olmadı ama geri çekildi. Taşa değil, zamana karıştı. Averiel, sunağın yanında ayakta durdu. Gücü henüz tamamlanmamıştı ama artık yolun yönü belliydi. Karanlıkla savaşmak değil, karanlığın içinden kendi ışığını almak gerekiyordu. Bu ışık kutsal değil, hak edilmişti.
Kapı rüzgârla açıldı. Averiel geri dönmedi. Dışarı çıkarken, gece tamamen bastırmıştı. Lerna’nın üstünde yıldızlar yoktu. Ama onun gözlerinde kendi ışığı yanıyordu.
Averiel dışarı adım atmıştı ama taş kapı kapanmadan önce bir ses daha duydu. Gölge yok olmamıştı, sadece başka bir katmana çekilmişti. Ardı sıra gelen yankı rüzgârın içinde süzüldü.
"Unutma. Karanlıkla anlaşma yaparsan, bir gün senden de anlaşma istenecek."
Averiel başını çevirmedi. Ama sözleri zihnine kazındı. Güneşin çekildiği bu gökyüzü altında yürümek, artık onun kaderiydi. Tapınaktan uzaklaştı. Ay ışığı ağaçların arasından geçerken yeni mühürün izi avucunun içine doğru yayıldı. Derisinde beliren yeni çizgiler, sıcak değildi. Soğuk ama tanıdık bir titreşimle birlikte canlandı. Averiel artık büyümüyordu, dönüşüyordu.
Ormanın derinliklerine indikçe hava ağırlaştı. Gökyüzü açık olsa da yıldızlar görünmüyordu. Toprağın üzerinde örümcek ağlarına benzeyen gri çizgiler vardı. Sanki tapınağın gölgesi, doğaya sızmıştı. Ama Averiel yolunu biliyordu. Çünkü içgüdüleri artık sadece hayatta kalmak için değil, yön bulmak için de konuşuyordu.
İleride bir taş köprü belirdi. Altında kurumuş bir dere yatağı vardı. Köprünün tam ortasında biri duruyordu. Cassian.
Averiel yürümeyi bırakmadı. Yanına kadar geldi ama konuşmadı. Cassian da sessizdi. Sadece gözleriyle onu baştan sona süzdü. Averiel durduğunda rüzgârın taşıdığı yapraklar ayaklarının etrafına dolandı. Bir süre sonra Cassian konuştu.
"Dördüncü mühür açıldı."
"Evet."
"Gölgeyle konuştun."
"Evet."
"Ne aldı senden?"
Averiel yüzüne baktı. Kararını saklamadı.
"Güvenimi almadıysa, başka hiçbir şey almadı."
Cassian’ın yüzü gerildi. Uzun bir sessizlik oldu. Sonunda Cassian başını önüne eğdi.
"O tapınak, bir zamanlar benim de içeri girmeye çalıştığım yerdi. Ama reddedildim."
"Neden?"
"Çünkü ben karanlıkla savaşmak istedim. Onunla konuşmayı reddettim. Onlar, senin gibi olanları kabul eder. Tereddütsüz düşünenleri değil, ikilik taşıyanları. Bu seni zayıf yapmaz. Ama seni savunmasız kılar."
Averiel gözlerini yere dikti. Tapınakta yaşadıklarını düşündü. Gölgenin gözsüz yüzü. Sesi olmayan ama yankı bırakan varlığı. Onu korkutmadı ama içinde bir kapı açtı. Cassian haklıydı. Bu anlaşmanın bir bedeli vardı. Ama bu bedel, başkasının kanı olmadan ödenmişti.
"Artık geri dönemem. Ne olduğumu biliyorum."
Cassian yaklaştı. İlk kez adımını tereddütsüz attı. Elini uzattı. Averiel’in omzuna koymadı. Ama ona yakın durdu.
"Ben de geri dönemem. Ama birlikte yürüyebiliriz. Eğer hâlâ istersen."
Averiel onun yüzüne baktı. Gözlerinde kehanet değil, teklif vardı. Ve bu, karanlıktan daha zordu. Birlikte yürümek, tek başına savaşmaktan ağırdı. Ama Averiel başını eğmeden cevap verdi.
"Evet. Ama bu yolda her adımı ben seçeceğim."
Cassian başını salladı.
"Öyle olsun."
Köprünün ötesinde yol ikiye ayrılıyordu. Biri batıya, Lerna’nın dışına doğru uzanıyordu. Diğeri ormanın içine, kırmızı topraklı dağlara doğru. Averiel hiçbirine bakmadı. Sadece içindeki yeni çağrıyı dinledi.
Ve adım attı.