Bölüm 3

3505 Words
Hayaller kurar insan. Olup olmayacağını bilmeden, bu uğurda sonuna kadar gitmek için canını dişine takanlar. Ben onlardan biriydim en başta. Önce bir hayal kurdum, sonra o hayale tırmanan basamakları hayal ettim. Tek tek çıktım. Ayaklarım yere basa basa..  Hastane bahçesine girdiğimde baktığım yeni iş yerime gülümsedim. Artık, burada çalışacaktım. İçeri girecek, derdimi anlatacak ve başaracaktım. Yüzümde bir tebessüm belirdi daha adım atar atmaz binaya. Hayallerime bir adım daha yaklaştım diye fısıldadım kendi kendime.  Girişte işlem yapmak için bekleyen kadının yanına gittiğimde burada ondan yardım isteyebileceğimi biliyordum. Esmer tenli, boncuk gözlü güzel bir kadındı. Mardin'in insanına benziyordu.  Gülümsemeye çalışırken, "Merhaba, ben baş hekimle görüşmek istiyorum. Eğer müsaitse haber verir misin," diye sormuştum. Cana yakın çıkan sesime ben bile aldanırken beni uğraştırmaması için elimden geleni yapacaktım. Bu saatten sonra mahfolmasına izin vermeyecektim bazı şeylerin. Doktor olduktan sonra başka bir hayat düşünemezdim bile. Babamın yokluğunu fırsat bildim, abimin üzerine laf söyleyip soluğu burada almıştım. İçimde bir korku yer edindi geldiğimden beri. Ya hata yapıyorsam?  Ya hata yaparsam?  Sekreter kız, bana bir kaç saniye bakıp, "Kusura bakmayın ama bu pek mümkün değil, başhekimimiz kimse ile konuşamaz," diye bastıra bastıra söylendiğinde tek kaşımı kaldırıp derin bir nefes aldım.  Benim bekleyecek zamanım yoktu.  "Nedenmiş o," diye sordum ukala bir tavırla. Ne gibi bir meşguliyeti vardı, merak etmiştim. Hatta merak değilde, baya baya sinirlenmiştim. Ben burda buraya gelmek için bile kırk fırıldak çevirmiştim.  Şimdi, nasıl olurda beni görmek istemezdi!?  "Hanım efendi, başhekimimiz şuanda bir ameliyatta. Bu mümkün değil, bir kaç saat sonra ancak görüşebilirsiniz sanırım."  Gözlerimi devirirken, "Bakın, benim kendisi ile bugün mutlaka görüşmem gerekiyor, siz bana odasının nerede olduğunu söylerseniz orada onu bekleyebilirim," diyerek direttim; gözlerini devirdi benim gibi.  Gözlerimi kısa bir an kısarak baktıktan sonra sonuç olarak vermek zorunda kaldı.  Mardin il hastanesi, kapsamlı bir hastaneydi ancak büyük şehirlere nazaran yine geride kaldığına emin olmuştum. Başhekimin odasının önüne geldiğimde kapıdaki sekretere sordum bu seferde. Alt kapıda ki yardım istediğim kişi, beni resmen oyalamıştı.  Adam içerdeydi ve kimseyle konuşmak istemiyordu. Bu şekilde bir hakkı var mı tartışılırdı ancak benim bugünden sonra şansım var mı, bilinmezdi. Kısa bir ara düşündüm neler yaparım diye. Ardından bir şekilde sekreterin başka bir yere gitmesine neden oldum.  Heyecandan kalbim güm güm atıyordu, kapıyı çalıp içeriye girdiğimde yaşlı bir adam bana şaşkınlıkla baktı, kimsenin gelmeyeceğine adı kadar emindi. "Merhaba," diyerek iyi bir giriş yaptığımı düşündüm ancak içeri gizli gizli girmem adamı sinirlendirdi sanırım. "Sizinle görüşmem gereken konular var ve bugün son gün. Ya sizinle konuşurum ya da bütün hayallerimden vazgeçerim bir süreliğine.. beni dinlemeniz gerekiyor. Aksi taktirde sizi kaçırmak zorunda kalacağım."  Adam akıl sağlığımın düzgün olmadığını düşündüğüne yemin edebilirdim, halinden belliydi benim hakkımda iyi bir şey düşünmediği.  Oturmam için işaret ettiğinde yüzümde kısa bir an güller açtı.  "Dicle Aksu," dedim gülümserken. "Geçen sene Ankara Tıp'ı bitirdim, geçtiğimiz günlerde TUS sınavına girdim. Branş için seçim henüz yapmadım. Daha doğrusu yapamadım. Ben Mardin'de doğu0 büyüdüm. Bu yörenin çocuğuyum. Buraya kadar gelmek için bile o kadar çabaladım ki.. bakın ben stajerlik yaptığım dönemde bile hocalarım beni tebrik ederdi hep. İyi bir öğrenci olduğum kadar iyi bir doktorumda." Ben başarmak için bir çok şeyden vazgeçmiştim.  "Ben burada hizmet etmek istiyorum. Burası çok kapasiteli bir hastane olmayabilir ama benim bilgilerim çok kapsamlı. Ben elimden geleni yaparım. Bana bir şans verin. Lütfen." "Ne düşünüyorsun branş olarak?"  Henüz karar verememiştim.  "Genel cerrahi düşünüyorum." "Şöyle yapalım o zaman. Siz gelin, hemen yarın başlayın. Sonuçlar açıklandığındada ona göre bakarız. Kalmak istersen kalırsın, gitmek istersen kapıyı zaten biliyorsun."  Beklediğimden daha kolay olunca şaşırdım. Kaşlarım çatılırken, "Ya notlarım, hiç bir şeye bakmadan mı," diye sordum. Evet, kolay olsun istedim ama en azından tıp okuduğuma emin olmaları iyi olabilirdi. Üstelik onlara yalvarmama gerek bile kalmadı.  "Nerelisin Dicle," diye sordu, az önceki cümlemi duymazlıktan gelmiş gibiydi.  "Mardinliyim." Başını salladı, ilk konuştuğumda söylemiştim zaten. Merakla baktığımda derin bir iç çekti.  "Zorunlu hizmetten kurtulmaya bakıyor herkes. Buranın havasına alışıyor insanda, yerlisine pek alışamıyor. Töre cinayetleri, kan davası doktor dayanır mı sanıyorsun? İnsanlar korkuyor. Birine yardım edememek kendine zarar getirtmeye kadar gidiyor." Gülümsedi.  "Tabi ben insanların hepsini kötülemiyorum. Her yörenin insanının iyisi ve kötüsü olur. Sadece dayanmanın kolay olmadığını belirtmek için söyledim. Sen burada yaşıyorsun, daha iyi biliyorsun. Onlardan ve benden de." Söylediği her cümlenin ardından imzamı atardım galiba. Geldiği andan itibaren bir çok şeye şahit olmuştu. Söylediklerinden bunu çıkarmak çok kolaydı. "Anladım," demiştim sadece. Dediklerini çok iyi anlamıştım.  "Şimdi, gitmem gerek. Ameliyatım var."  Teşekkür bile etmeme izin vermeden çıktı odadan. Hemen peşinden dışarı çıktığımda sevinç çığlıkları atmamak için direniyordum.  *  Taksiden indiğimde annemin konağın merdivenlere oturmuş ağladığını fark ettim, endişeyle yanına gidip dizlerinin dibine çöktüm. Göz yaşlarını parmak uçlarımla silerken gözlerim dolmuştu.  Annem perişan görünüyordu. O kadar uzun zaman olmuştu ki onu böyle görmeyeli, içim parçalandı.  "Anne, neler oluyor? İyi misin sen," diye sordum korkuyla, o kadar kötü ağlıyordu ki; nasıl desem... bir yerinin kopmuşta can havliyle ağlıyor gibiydi.  "Hazal yok Dicle," dedi bir solukta. Göz yaşları hiç durmadan sicim gibi yağmasına içim burkulurken, "İkinci kere inmemiş çarşıya. Aradım, telefonunu açan yok. Evden ayrıldı, nereye kaybolur bu kız! Başına bir şey geldi kesin," dedi kesik kesik. Hazal, küçükkende böyleydi. Ara ara kaybolurdu ortalıktan. Peşine düşüp onu hiç olmadık yerlerde bulurduk. Annem, neden bu kadar endişelenmişti ki? Hazal'ı hepimiz az çok tanıyorduk.  "Anneciğim, sen biraz sakin ol. Gözlerini silelim, elini yüzünü yıkayalım. Hazal'ı hepimiz biliyoruz, o hep böyleydi. Ara ara kaybolur, sonra döner. Endişelenmene hiç gerek yok."  Gözlerimi devirdiğimde annem bir gram eksilmeden endişesi devam etti, bayılır gibi olunca korkuyla bir nefes verdim. Bu hiç yaşanmamalıydı. Yine kendi istedikleri doğrultusunda annemi üzüyordu! Bencil davranıyordu. Sadece kendini düşünüyordu! Bencil bir kız çocuğu olmaktan ne zaman vazgeçecekti acaba!?  Sinirden elim ayağım titrerken konağın önüne bir araba yanaştı, göz ucuyla bakınca gelenlerin Eyüp ile Berfin olduğunu gördüm. Tek kaşımı kaldırırken Berfin arabadan indi, o sırada Eyüp'te ileriye park etmek için arabayı harekete geçirdi.  Berfin şaşırarak bakınca yüzümü düşürdüm, annemin diğer koluna girmişti hızla.  "Fatma ana, ne oldu sana böyle?" Annem sadece benim annem değildi. Hazal'ın olduğu kadar Berfin'in de annesiydi.  Bu yüzden ana derdi.  Gözlerinde en az benimki kadar endişe görmüştüm. Hepimiz bu kadar annemi sahiplenirken Hazal nasıl bu kadar bencil olabiliyordu, anlamıyorum. "Sedire yatıralım hadi," dedikten sonra Berfin'in yardımıyla avludaki sedire yatırdık annemi. Annem, ayılıp bayılırken bu kadar endişelenmesine anlam veremiyordum. Her zaman olan şeylerdi, ilk defa bu kadar yıpratmıştı kendini. "Berfin, tansiyon aletini getirir misin mutfaktan? Buzdolabının üzerine koymuştum."  Başını sallayıp onay verdiğinde anneme döndüm. Ağlıyordu hâlâ. İçim giderken, "Anne bir şey olsa hemen gelirdi haberi, arkadaşlarına falan takılmıştır. Sen tanımıyor musun kızını sanki," diyerek biraz olsun yatıştırmaya çalıştım, bu ne kadar mümkünse artık.  Berfin elinde tansiyon aletiyle koşturdu bize doğru, Eyüp'te gelmişti o arada. Hepimiz anneme bakarken ben tansiyonunu ölçmüştüm, tansiyonu düşmüştü. "Sen dinlen anne, şimdi sana bir ilaç getirecek Berfin. Onu iç ve uyu."  Annem itiraz etti hemen.  "Hazal'ım gelmeden uyumak bana haram!"  Gözlerimi devirirken Eyüp, "Yine mi kayboldu," diye sordu olayın sürekli meydana gelmesinden kaynaklı. İşte bizim kızda böyleydi. Korksa, üzülse, sevinse kaybolurdu ortalıklardan.  "Sanmıyorum, arkadaşlarında falan bence. İlaçı getirdikten sonra ben aramaya çıkacağım. Bulurum bir iki saate." Annemin itirazlarına rağmen hızla gittim ilaçı getirmeye. Uyku ilacı olduğunu söylemedim, sadece biraz daha iyi olması için falan diye geçiştirdikten sonra Berfin'i sıkı sıkı tembihledim. Annem kolay kolay uyanmazdı artık.  Avludan çıkarken Berfin, "Dicle abla," dedi memnuniyetsiz bir tavırla. Tek kaşımı kaldırdım. Bana abla demesi ciddi olduğunu gösteren bir şeydi. Bana ayda yılda bir abla derdi, onun arkasından bir felaket.  Korkuyla suratına bakarken, "Berfin," dedim sadece. Devam etmesini ben beklerken Eyüp'te annemin yanında ona bakıyordu sadece. Annem, onun ve kardeşlerininde annesiydi. Annem tek bizim değil, onlarında her şeyiydi.  Birini annenizin yerine koymak zordu ve bunu sağlayabilecek kadar iyiydi annem. "Ben biliyorum galiba yerini, Hazal kaçamak yapardı arada. Tabi, bu son günlerde mümkün olmasada giderdi işte. Su dinginlik veriyormuş ona." Derin bir nefes aldı gözlerini kaçırarak. "Bence göl kenarındadır."  Göl kenarı diye arakladım zihnimde ancak buraya yakın göl yoktu pek. Uzaktı ve Mardin'in diğer ucuna denk geliyordu. "Hangi göl Berfin?"  Kaşlarımı çattım anında. Niye gitti ki bu salak kız!? Çınar mı canını sıkmıştı yoksa? "Gölü bırak Dicle, sen gidemezsin oraya."  "Niyeymiş o," diye sordum alayla. Hazal ortada yokken tek sorun benim tek başıma oraya gidecek olmam mıydı problem? "Hazal bile giderken, neden ben gidemiyorum?"  Omuz silkerken, "Abim seni bırakır," dedi Eyüp'e hitaben. Eyüp ile göz göze geldiğimizde memnun olmadığını fark ettim, gözlerini kaçırdığında derin bir iç çektim. Eyüp'ün tavrını görmezden geldim.  "Saçmalama," diye itiraz ettim hemen. Az önce olan bakışmamı hiç katmadan, "Adam bu akşam kız isteyecek, neden bizimle uğraşsın. Dinlensin, akşam terleyecek mağlum," dedim, laf sokar gibi olduğunu fark edince gözlerimi yumdum sıkıca. Bu durumla ilgili laf soktuğumda yanlış anlaşılma durumum çok yüksekti.  "Üstelik, Hazal bu. Bir şey olmaz." Bir yerden kurtarmaya çalışsamda Eyüp'ün yüzünün ifadesi değişmişti, bana anlam veremediğim bir şekilde baktığını gördüğümde gözlerimi kaçırdım ondan.  Berfin'in sol gözünden bir damla yaş aktı. Bütün ilgimi onun üzerine çevirdim, sesi kısılmıştı. "Bu sefer öyle değil." Gözlerindeki acıya anlam veremedim. Hazal'ın kaybolmasının başka bir anlamı vardı ve ben bilmiyordum sanırım. "Kan davalılarınızın sıklıkla oturduğu yerde o göl.. tek başına gitmene müsade edemem. Ben gelirim o zaman."  Cümlenin sonuna kadar dinlediğimde tek kaşımı kaldırdım, benimle alay ediyor olmalıydı! Bizim kan davalılarımız yoktu ki! Olmuş olsaydı, değil beni Ankara'ya göndermek, odadan bile çıkmama izin vermezlerdi.  Berfin, ne saçmalıyordu! Gözlerimi üzerine diktiğimde dudaklarımdan kısık bir kahkaha duyuldu. Benden bağımsız çıkan kahkahaya engel olamamın yanı sıra Berfin'in dedikleri tekrar ediyordu. Zihnimde söylediği her şey tekrar tekrar duyuluyordu..  "Delirmişsin sen Berfin!"  Dedikleri benim için bir o kadar anlamsız olsada hâlâ emin bir şekilde karşımda durmasından korkmuştum. Annemin yanında duran Eyüp bize doğru geldiğinde, Berfin'e dönüp, "Şu pikniğe gittimiz göl mü," diye sordu merakla. Berfin başını sallarken Eyüp göz yaşlarını sildi kız kardeşinin. Anlına bir öpücük bıraktı. "Fatma ana sana emanet Berfin." Berfin, abisinin dediklerini dinledikten sonra başını onayladı. Ardından, "Dicle," dedi bana dönerek.  "Gitmemiz lazım." Bir şey demeden peşine takıldığımda Berfin'in söylediklerini düşünüyordum. Dedikleri doğru olabilir miydi? Arabanın yanına kadar dalgın dalgın ilerlemiştim.  Aklımda bir çok soru ile yola koyulduk.  • "Berfin'in dediklerini düşünüyorum hâlâ. Eğer Berfin haklıysa, neden bana daha önce söylenmedi bu durum? Annem, babam, abilerim ve Hazal bu durumu benden saklamaları için hiçbir neden yok. Gerçekten, ben hiç bir şey anlamıyorum." Eyüp arabayı kullanırken beni dinliyordu. Cümlemin sonu geldiğinde, "Abin nerede Dicle," diye sordu alayla karışık, bu durumda onun alaylı ifadesine maaruz kalmak beni içten içe yerken yutkundum.   İki abim olduğunu biliyordu. Bir şey söylememe fırsat bile vermeden devam etti. "Mirza abin burda olduğuna göre," diyerek yeniden alay etti, bu durumda benimle alay edebilecek tek kişiydi o. Eyüp Şadoğlu.  Bu kadar duygusuz biri miydi sahiden? İçinde bir yerlerde iyi bir adam saklı olabilir miydi yoksa? Ben bu haldeyken beni aşağılayacak ve alay edecek cümleler kurması canımı yakmıştı.  "Babamla birlikte İstanbul'da olduğunu duymuştum."  Anneme üstün körü sorduğumda bana bu cevabı vermişti. Benim için yeterli olduğundan ötesini berisini kurcalamadım. Geri geldiklerinde her şey yeniden başlayacak ve hayatıma yön vermeye çabalayacaklardı.  Eski, çirkin günlerde ki gibi.  "Bir hayal kurdun, peşine takılıp düşler bahçesine inandın ama artık çık o dünyadan. Senin yaşadığın hayat ve çevre belli Dicle. Abin hapiste. Görmemek için debeleniyorsun, farkındayım ama görmen gerek. Abin hapiste." Abin hapiste. Tek bir cümle beni sarsmaya ve yaralamaya yetti. Baran ağabeyim daha çok abi sayılıyordu bana göre. Daha dik başlı, daha cesur ve daha korumacıydı. Dünyam yanmış olsaydı bir gün, abim gelip dizlerimin ucuna çöker. Gülümserdi. Biz yanmadık ya, kalkıp yeniden yaparız. Güller ekeriz bahçene, kaktüs bile alırız. Sen seversin ya derdi. Ona şüphesiz inanırdım. Bilirdim çünkü; Baran ağabeyim yapardı.  Kalbim acıyla kavruluyordu sanki.  Eyüp'ün cümleleri haklılık payı olduğundan olsa gerek canımı yaktı. Alaylı tavrı eksilmeden dümdüz bir sesle beni yaralamasına daha çok üzüldüm doğrusu. Abimin hapise girmesi, kan davası, Hazal'ın kaybolması. Her şeyi görmezden gelerek kendime bir dünya çizip orada mutlu olmak istiyordum. Mümkünmüşcesine.  Doğrulardan kaçarak.  Kaçıyordum, çünkü gerçekler benim canımı yakacağına adım kadar emindim. Çünkü gerçeklerin böyle bir özelliği vardı. Can yakardı.  "Nasıl oldu bu?"  Gözlerim dolunca camdan yana çevirdim sert bakışlarımı. Buna inanmak istemiyordu insan. İnanırsam daha çok yıpranacaktım. Daha çok kırılacaktım. Daha çok üzülecektim.   "Kendini korumak için birine sıkmış, adam öldü."  O kadar sıradan bir olaydan bahseder gibiydi ki. Anlattığı şey bu kadar kolaydı yani, abim. Benim abim şu an bir katildi. Benim başımı okşarken parmaklarını dokundurmaya kıyamayan abim. Bir katildi! Ben. .. Bu hepsinden daha ağır bir yük yükledi kalbimin tam ortasına. Her cümlede daha da battı can kırıkları. Şu an sırasıydı. İşte şu an başımı alıp gitsem rahat hisseder miydim? Susmuştum. Söyleyecek hiç bir cümlemin olmayışı benim acizliğimi anlatacak en güçlü delildi.   "Üç ay önce girdi içeri. Henüz olay bir yere bağlanamadı. Suçlu mu, suçsuz mu belli değil. Dava sürüyor hâlâ."  "Tamam," dedim susmasını isterken. Bu konuyu şimdilik ardımda bırakmalıydım. Şimdi daha önemli bir konu vardı, o da Hazal. "Hazal'a bir şey yapmışlar mıdır," diye sordum. Aslında hiç korkmamıştım, onun yaptığı her zamanki kaybolmalardan biri olduğuna inanmıştım çünkü. Şimdi ise tek bir ihtimal kanımın donmasına sebep oluyordu. Ya Hazal tehlikedeyse?  Annemin göz yaşları boşuna değilmiş. Berfin'in ağlaması boşuna değilmiş. Boş yapan tek kişi benmişim.  Benim yüzümdendi en kötüsü.  Çarşı işini hiç karıştırmamalıydım. En kötü Çınar ile karşılaşırdı. İki dalga geçerdi, sonra bu olayda diğerleri gibi zamanla unutulurdu. Benim hatamdı. "Bir şey söyleyemem."  İkimizde konuşamadık. Benim tek bir canımı yakacak cümle duymaya takatim kalmadı.  Hazal'sız bir dünya düşünemiyordum. Onun zarar görmediğine inanmaktan başka çarem yoktu.  Sessiz geçen bir saatin ardından göle varmıştık. Çocukken sıklıkla gelirdik buraya. Adem amca, bize izci kurallarından bahsederdi. Doğada hayatta kalmanın çok iyi bir marifet olduğundan, bizimde bunu bilmemiz gerektiğini öğütlerdi. Ebelemece oynardık sonra. Çığlıklar, şen kahkahalar duyulurdu gölün etrafında koşuşan bir grup çocuktan.  O çocuklar bizlerdik.  "İkiye ayrılalım. Ben sağ, sen sol."  Eyüp'ün bilindik suratsız hali baş göstermişti. Kaşları çatılırken, "Mevzuya tam hakim olamadın sanırım. Başınız belada, yalnız kalamazsın. Sen bana Fatma ananın emanetisin," dedi tek tek. Farkındaydım, sadece Hazal'a bir an önce kavuşmak istemiştim.  "O zaman hızlı olalım."  Tam tamına bir buçuk saat. Bütün gölün etrafını dolandık, bakmadık yer bırakmadık ama yoktu. Gözlerimin dolmasının hemen ardından firar etmeye başladı göz yaşlarım. Artık korkuyordum çünkü. En başından beri korkmam gerekirken her geçen saniye bana bir ömür geliyordu.  Eyüp arabayı getirdiğinde, "Yakın kasabaya inelim, belki gören birileri olmuştur," demişti, ön koltuğa oturduğumda gözlerimi siliyordum elimin tersiyle. Güçsüz kalmak istemezken kendimi en dipte bulmuştum yeniden.  Hazal'a bir şey olursa asla kendimi affetmezdim.  Göl kenarına yakın kasaba minik, tatlı bir kasabaydı. Çok kişi yaşamadığından olsa herkes herkesi tanırdı muhtemelen. Burdan olmayan biride parlardı diğerlerinin yanında. Kasabanın kahvesinin önünde durmuştuk. Eyüp birilerine sorabileceğini söylemişti gelirken.  "Kahveye doğru bakma, başımıza durduk yere iş almayalım," demişti inmeden evvel. Arkasından girdiği kahveye baktım bir süre. Bir kaç kişiye resmini göstererek Hazal'ı sormuştu. O sırada arabanın aynasından arkadaki iki kişiyi fark ettim.  Silahlılardı. Korkudan tüylerimin şaha kalktığını hissetmiştim.  Sıkıca kavradıkları silahları Eyüp'e doğru hareket ettirdiklerinde, onu gören insanlar önce birbirlerini işaret edip onu gösterdiler, hemen ardından hep birlikte kaçışmaya başladı.  Adamın sesi yankılandı. "Kana kan!" Hemen kahvenin önünde sese doğru döndüğünde Şadoğlu ani bir refleksle yerimden fırlayıp onu ittirdim var gücümle. Yere kapaklandığında kurşun sesi duyulmuştu. Bize çevrilen o silah ateşlenmişti.  Önümüze bir masayı ittirip bize siper açtı Eyüp. Emekleyip yanıma gelmişti.  "Sen delirdin mi?"  Nefes nefese soluduğunda, "Yemin ediyorum altıma işemek üzereyim," diye itiraf ettim.  Adamların silahları sürekli ateş alıyordu. Bize doğru gelişi güzel sıktıklarında Eyüp üzerime kapaklanmış, beni koruyordu.  Korkudan kalbim o kadar hızlı atıyordu ki!  "Şimdi ben dikkatlerini dağıtacağım, o sırada sende arabaya geçeceksin.." Yüzüne baktım devam etmesi için.  "Ya sonra?" Gözlerimin içine baktı. "Sonrası Allah Kerim." Ona sonsuz bir güvenle baktığımda gülümsedi bana.  "Korkma, ben varım."  Başımı salladım. Eyüp onların ilgisini kendi üzerine çektiğinde yerimden doğrulup son sürat arabaya koştum. Beni fark etmemeleri için dualar ederken tek bir kurşun yemeden arabaya ulaşmayı başarmıştım. Arabanın sürücü koltuğuna geçip arabayı hareket ettirdikten sonra kornaya bastım deli gibi. Eyüp ile beraber diğerlerininde odağı olduğumda kahveye doğru gaza bastım, Eyüpte benden yana koşuyordu. Kahveye arabayla dalmama ramak kala durmuştum. Nabzım dakikada kaç kere atıyordu Allah aşkına! Korku, heyecan birbirine o kadar harmanlanmıştı ki can havliyle başka birine dönmüştüm.  Eyüp kendini yanıma atınca silahlı adamlara doğru sürmeye başladım. Aklımı bu durumda zorda olsa kullanmayı başarmıştım. Onlar bize doğru ateş ederlerken silah seslerini saymıştım. İkisinde de kurşun yoktu tahminimce. Biri sağa biri sola doğru kaçıştığında tahminimin doğru çıktığını anlamıştım. Kasabanın ilk sapağından dönüp ana caddeye çıktım.  Derin derin nefes alıyordum. Daha önce yaşamadığım bir çok hisse ev sahipliği yapıyordum kesinlikle! Göz ucuyla Eyüp'e döndüm, yorgun gözükmesi dışında benim gibi derin derin nefes alıyordu. "İyi misin," diye sordum, az önce olanlardan sonra sorulabilecek en doğru soruydu bana göre. Elini koluna götürdüğünde kanadığını fark ettim.  Eyüp vurulmuştu! Konuşmaya mecali yok gibi görünüyordu, hemen durup müdahele etmek istesemde burasının uygun bir yer olmadığına emindim artık. Berfin haklıydı. Burada üstünlük onlardaydı.  "İyi misin dedim sana!?"  Korkuyla karışık sinir halindeyken sesim beklediğimden daha yüksek çıkmıştı. Eli kana bulanmıştı çoktan. Yüzünün rengi soluyordu.  "Bu şekilde araba kullanmayı nerden öğrendin?" Eyüp'ün yüzünde gülümseme belirdi. Benden beklemediği bir performanstı anlaşılan.  "Üniversite altı yıl boşuna okumadık heralde," diyerek gözlerimi devirdim. Zaman geçsin diye zaman zaman başka şeylere yönelmiştim. Araba kullanmak ise en sevdiklerimden olmuştu.  Yine de bu haldeyken sorulacak en son soru bile değildi.  "Efsaneydi!" Dudağının kenarı kıvrıldı.  Şadoğlu, hâlâ başka şeylerin peşindeydi. Canının yandığına emindim ama o başka şeylere yöneltip ilgisini hafifletmeye çalışıyordu kendince. Hatrı sayılır bir taktikti. Az kalsın cenazemiz çıkacaktı o kasabadan.  Sanırım bu anı bekliyorlardı o insanlarda. Hemen silaha başvurmuşlardı. Çalan telefonumun üzerine çantama baktım. Araba kullanırken telefonla konuşmak tehlikeliydi.. evet, az önce yaşananlardan sonra telefonla konuşmayı tehlikeli buluyordum.  "Telefonumu açar mısın?" "Bana telefon açtırmaktan utanmıyor musun," dedi gevşekçe sırıtarak.  Eyüp ukala tavrından ödün vermiyordu.  "Aç şunu! Belki, Hazal'dır."  Çantamdan tek eliyle çıkardığında telefonu iki saniye içinde kan etmişti her yeri. Bu kadar kanaması olması beni tedirgin etmişti. O sırada daha kim olduğuna bakmadan yanıtladı aramayı.  "Bir haber var mı," diye sordu Berfin. Onun sesini duyduğumda Eyüp'e bakmıştım. Eliyle koluna baskı uyguluyordu. Gözlerini yummuştu.  "Orada değildi Berfin," dedim yutkunarak. "Geri dönüyoruz biz. Eğer gelirse Hazal bize mutlaka haber verin."  "Olur Dicle. Dikkatli olun." Temenniler için geçti artık. Telefon araması sonlandığında Eyüp'e baktım, sesi soluğu kesilmiş gibi görünüyordu. Acısını az çok tahmin ederken daha fazla dayanamayıp kenara çektim arabayı.  İyi görünmüyordu. Arabadan inip dolandım onun olduğu tarafa. Yüzüme baktı. "Bu halde araba kullandırmayacaksın heralde," demişti alayla, acısına rağmen kimliğini unutmaya adam gibi adam. Gözlerimi devirdim.  Vicdansız değildim.  "Şimdi, gömleğinden kurtulalım önce."  Yüzünde gevşekçe bir tebessüm belirdi. Nerede görsem tanırdım bu gülümsemeyi. "Burda mı?"  Eyüp Şadoğlu'nun kendini savunma sistemi çok iyi çalışıyordu. Olanları aldırmadan, dalga geçebiliyor. Olumsuz olan her şeyi umursamıyordu. Sırayla üzerine geçirdiği gömleğin düğmelerini çıkardıktan sonra ilk sağa olan kolunu çıkardım, ardından yaralı olan koluna baktım.  "Sıyırdı," dedi nefesini verirken. Çok fazla kan olduğundan tam göremiyordum yarayı. Zaten içinde kalmış olsaydı bunu hissederdi, muhtemelen sadece sıyrıktı. Damara gelen bir sıyrık.  "Ölmeyeceksin, merak etme," dedim biraz olsun rahatlaması umuduyla. "Dikiş atılması gerekiyor. Belki birazda kan takviyesi. Hastaneye gidelim," dedim, sessiz kalmıştı. Kanayan yaraya gömleğini bastırdığımda acıyla inledi, alaya alamamıştı. Gerçekten canının yandığına emin olmuştum.  Arabaya binip hastaneye sürdüm. Yan koltukta öylece gözlerini yummuş derin derin nefes alıyordu. * Sessizliğini hastaneye gitmemek için bölmüştü. Sadece bir sıyrık, zamanla geçer dediğinde ona kanmadım tabiki. Sonra.. o kadar çok konuştu ki. Susması için kabullendim.  Sabah işe alındığım hastaneyi kendi rızamla soymuştum üstelik! Daha ne kadar suç işleyeceğimi bilemezken acısının hafiflemesi için ağrı kesicide almayı unutmamıştım.  Çiftliğe yakın arabayı kenara çekmiştim. Eyüp'ü arka koltuğa geçirip hemen yanına oturdum. Kanla dolan kısmı temizledim önce.  "Sen emin misin doktor olduğuna?" Açık ameliyat yapmadan kavrayamayacaktı heralde arkadaş!  Tamponu sertçe bastırdım yarasına, anlamasını umarken gözlerinin dolduğunu fark ettim. Canını çok yakmış olmalıydım. "Özür dilerim," dedim dayanamayıp. Bakışları beni bulduğunda yutkundum. Bilerek yapmıştım, ancak canını yakmak istememiştim.  "Özür dilemek eskiden daha zordu senin için galiba," dedi, yaptığımı değilde geçmişi önüme attığında omuz silkmiştim.  "Ben hata yapmadığım sürece özür dilemem. O zamanlar hata yapmıyordum demek ki." Başını sallamakla yetindi. Önce temizlemiş ardından dikiş atmıştım yaraya. Üzerini kapladıktan sonra, "Bu halde avluya girmen hoş olmaz," dedim kanlı gömleğini işaret ederek. Üzerinde kıyafet yoktu, bu şekildede giremezdi. Hulk olmayan kimse öyle kafasına göre tişörtsüz dolanması doğru değildi. Üstelik ben bugün yapmamam gereken ikinci bir şey daha yapmıştım; hastaneden sadece malzeme çalmamıştım. Bir erkek doktordan siyah bir gömlekte ödünç almıştım.  Ucu ucuna yetişip ön koltuktan aldım gömleği.  Hızla üzerine giydirdikten sonra saate baktım. Daha saat sekizdi. "Beni götürüp sapasağlam getirdiğin için sağ ol, üzgünüm olanlar içinde. Ben sebep oldum her şeye," dedim mahçupca. İfadesizliği sürdüğünde susmuştum. Uzatmaya gerek yoktu çünkü.  Arabayla konağın önüne kadar geldiğimizde suskunduk ikimizde. Ne Hazal'ı bulabilmiştik, ne sağlam gelebilmiştik. Yarası bugün, yarın çok acıyacaktı muhtemelen. "Kendini kötü hissedersen bana haber verebilirsin. Ağrı kesici çok fazla içme, çok ağrın olursada.. seni hastaneye götürmemiz gerekebilir."  "Doktordan daha çok bebek bakıcısı gibi olmuşsun." Kaşlarım çatılırken arkadan gelen arabanın farları aynadan yüzümüze yansımıştı, kimin geldiğini merak ettiğimden arabadan inip gelenlere baktım. Arabadan Çınar ile Hazal indiğinde yüzüm gevşedi.  Hazal yaşıyordu! Ve iyiydi.  Sıkı sıkı sarıldım ona. "Neredeydin sen? Annem çok endişelendi," diye cırladığımda donuk bakışlarına maaruz kalmıştım. Berfin sesimize konaktan çıktığında bir çığlık kopardı. İkisi sıkı sıkı sarıldılar. Gülümsemeye çalıştım.  Abimin konusu aklımı kurcalıyordu hâlâ.  "Berfin, hazırlanmadın mı sen? Çiçek çikolatayıda al gel. Babamlar direk kız evine geçmişler."  Eyüp'ün sesi beni kendime getirdiğinde aklım başıma gelmişti. Kız isteme vardı, değil mi?  Berfin başını sallarken Hazal ile birlikte annemi kaldırıp evimize gittik. Bugün çok yoruldum. Bitmek bilmeyen bir gün yapmışlardı sanki. 
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD