Yetimhanenin taş duvarları geceyle birlikte soğumuştu. Camların ardında rüzgâr uğulduyor, ağaç dalları ıslak cama usulca vuruyordu. Koridorlarda ayak sesleri çoktan kesilmişti. Yalnızca büyük duvardaki saatin tik takları yankılanıyor, her vuruş gecenin derinliğini daha da belirgin kılıyordu.
Elina, sırtüstü yatakta uzanmış, tavanın karanlığında bir şeyler arıyor gibiydi. Gözleri açıktı ama bakışları uzaklarda bir yerdeydi. Bir kolunu başının altına almış, diğer eliyle ince yorganın ucunu kıvırıyordu. Yarın ne olacağını defalarca düşünmüş, Madam Honest’in karşısına çıkacak olan Agatha’nın yüzündeki ifadeyi hayal etmişti. Küçük, iğne gibi bir zaferdi belki ama içini ısıtıyordu. Onu bu duvarlara kapatan, dostlarını kıran, umutları çiğneyen kadına karşı gelecek bir an… Elina’nın dünyasında bundan daha adil bir şey yoktu.
Ama o sırada yataklardan biri hafifçe gıcırdadı.
Mira, ince battaniyesini kenara itmiş, sessiz adımlarla Elina’nın yatağına yaklaştı. Üzerinde hâlâ gün boyu giydiği ince elbise vardı; omuzları ürpermişti. Yavaşça yere oturdu ve başını Elina’nın yan tarafındaki demir korkuluğa yasladı.
“Elina,” dedi alçak bir sesle. “Uyumuyorsun, değil mi?”
Elina başını çevirdi, dostunun siluetini zorlukla seçti. Hafifçe gülümsedi. “Sen de mi?” dedi.
Mira iç çekti. “Uykum yok... senin yüzünden.”
Elina kaşlarını kaldırdı, ama sesinde bir savunma değil, yumuşak bir pişmanlık vardı. Mira devam etti: “Söylediklerin yalan değildi. Ama... canımızı acıttı.”
Elina sessiz kaldı. Mira’nın sesi gece kadar yumuşak, ama i çi o kadar doluydu ki.
“Biliyorum,” dedi Mira, “sen hiçbir zaman yalan söylemezsin. Ama bazen doğrular… çok sert oluyor. Rosa’nın gözleri doldu, Annabel sabaha kadar konuşmadı. Biliyoruz biz... kim olduğumuzu. Ama hayal kurmak da hakkımızdı. Sen o hakkı elimizden aldın.”
Elina derin bir nefes aldı. Yatağın kenarına oturdu, Mira’nın yanına indi. Birkaç saniye hiçbir şey söylemedi. Sonra, yavaşça konuştu: “Bazen düşünüyorum… Eğer hayal kurmaya devam edersek, bu çürük binadan hiç çıkamayacağız. Bizi kandıranların, unutanların arasında kalacağız. Ben... sizi korumak istedim. Agatha’nın oyununa gelmeyin diye. Ama…” Başını öne eğdi. “Ama belki de korumaya çalışırken en çok sizi kırdım.”
Mira gözlerini yere dikti. “Biliyorum niyetin kötü değil. Ama biz senin gibi değiliz Elina. Sen her şeyi görüyorsun, çözümler arıyorsun. Biz sadece… umut ediyoruz.”
Elina hafifçe başını salladı. Sonra Mira’nın omzuna başını yasladı. “Özür dilerim,” dedi sessizce. “Yarın ne olursa olsun, artık kelimelerime daha dikkat edeceğim. Ama... bir şeyi unutma. Seni de Rosa’yı da Annabel’i de bu yetimhanede en çok ben önemsiyorum. Beni durduran tek şey sizsiniz.”
Mira gülümsedi, usulca Elina’nın elini tuttu. İkisi de bir süre o karanlıkta sessizce oturdu. Dışarıda rüzgâr devam ediyor, gece her şeyi örten büyük bir örtü gibi üzerlerine kapanıyordu. Ama o gecenin sonunda yalnızca sabah değil, affedişin ve dostluğun da ışığı doğacaktı.
Sabah güneşi, ufukta ağır ağır yükselirken yetimhanenin taş duvarları sarımtırak bir ışıkla yıkanıyordu. Çiğ, bahçedeki kuru otların ve çatlamış taş patikanın üzerine sinsice oturmuştu. Hava soğuktu, ama bir şeyler kıpırdanıyordu binanın içinde. Sanki taş duvarlar bile o sabah olağan dışı bir heyecanla titriyordu.
Rahibeler, gün doğmadan kalkmış, ayak sesleriyle koridorları inletmişti. Baş Rahibe Agatha, sabah duasını bile yarıda kestirmiş, “Temizlik kutsaldır,” diyerek kızlara süpürgeler, paspaslar, kovalar vermişti. Hatta mutfağın önünden geçerken kendi sesini bile beğenmişti: “Biri sizi görmeden önce Tanrı görür. Şimdi şu yerleri parlatın.”
Ama Mira, bu sabah başka bir görevle uyanmıştı.
Koyu renkli elbisesinin eteğini dizlerine kadar toplamış, kimselere görünmeden rahibelerin ardından ilerliyordu. Elina önceki gece söylediklerinde haklıydı. Bazılarını göstermeyecekler... Onları ya ahıra ya da kazan dairesine tıkacaklar. Agatha her zaman en parlak tablosunu sergiler.
Mira’nın ayakları sessizdi. Yumuşak, yıpranmış ayakkabıları taş zemine fısıltı gibi dokunuyordu. Ahırın arka kapısına geldiğinde gözlerini sağa sola çevirdi. Sonra ceketinin içinden paslı bir çatal çıkardı – eski bir alet, ama Mira’nın ellerinde âdeta sihirliydi. Diz çöktü, kilidi yokladı, sonra birkaç manevrayla menteşeyi yerinden söktü. Kilit avucuna düştüğünde yüzünde küçük bir gülümseme belirdi. “Elim hâlâ hafif,” diye fısıldadı kendi kendine ve kilidi ceketinin içine sakladı.
O sırada içeride başka bir kargaşa başlıyordu.
Elina, yatakhanenin arka köşesindeki küçük aynada saçlarını düzeltiyor, sıradan kıyafetinin yaka kısmını bir parça iliklemeye çalışıyordu. Dudaklarının kenarında bir tebessüm vardı. Rosa ve Annabel’e dönüp önceki gece söyledikleri için özür dilemiş, kelimelerinin onları kırmasına değil, uyandırmasına niyetlendiğini anlatmıştı. “Bugün hiçbir şey değişmeyecek,” demişti. “Ama belki... bir şeyler çatlamaya başlar.”
Agatha ise çoktan planını devreye sokmuştu. Yetimhanenin yol başına bir rahibe göndermiş, “Madamın arabası yaklaşırsa hemen haber ver,” diye sıkı sıkıya tembihlemişti. Her şey mükemmel görünmeliydi. Her şey!
Ama işler o kadar da yolunda gitmiyordu.
Kilolu rahibe, sabahın serinliğinde elini oyuğa attığında kilidi bulamadı. Ahır kapısı çıplak, savunmasızdı. Yüzü önce dondu, sonra kızardı. Panikle Agatha’ya koştu.
Agatha, çay fincanını bırakmadan, “Ne demek kilit yok?” diye tısladı. “O kızları bir araya koyamayız. Madam Honest, bir tane çürük elma görürse tüm kasayı çöpe atar!” Çözüm basitti. Zalimceydi. Ama basitti.
Agatha kızları, yetimhanenin alt katındaki kazan dairesine göndermeye karar verdi. Pis, is kokulu, örümcek ağlarıyla kaplı bu yer; sabun kokulu kızların gösterildiği bu günde, “istenmeyenler” için en uygun yerdi.
Rahibe Edith, görevi seve seve devraldı. Aşağıya doğru iteklediği kızlara, “Kazan dairesi temizlenecekmiş,” dedi, sesi neredeyse neşeliydi. Ama Mira onu gizlice izliyordu.
O an geldiğinde, rahibenin kalçalarına kadar inmiş kemerindeki anahtarlık dikkatinden kaçmadı. Mira sessizce yaklaştı, birkaç hızlı hamleyle anahtarı kemerden aldı ve cebine attı. Kadın hiçbir şey hissetmemişti.
Elina, pencerenin kenarına yaklaşarak aşağıya baktı. Kazan dairesinin girişinde duran kapkaranlık delik gibi açıklığı, içini ürpertti. “Bunu da engelleyeceğiz,” diye mırıldandı kendi kendine.
Ve yukarıda, sabırsızca dönüp duran Agatha’nın gözleri, yoldaki toz bulutuna takıldı.
Madam Honest’in arabası yaklaşıyordu. Ama bu sabah yalnızca Madam değil, hakikat de kapıya dayanmıştı.
***
Kazan dairesinin havası boğucuydu; is kokusu ciğerlere işliyor, paslı boruların arasındaki nemli duvarlardan karanlık damlıyordu sanki. Üç kız, duvar dibinde nefeslerini tutmuş, Mira’nın ellerine bakıyordu. İnce parmakları anahtar grubunu kavramıştı; paslı halkaya geçirilmiş onlarca anahtar, kilit deliğine tek tek deneniyordu. Çıngırdayan metal sesleri, kızların sabırsız nefesleriyle karışıyordu. “Elini çabuk tut,” dedi Elina, dişlerini sıkarak. “Şu deliği açmadan dışarı çıkamayız. Anahtarları alacağına demir sopayı alsaydın ya.”
“Çabalıyorum,” dedi Mira, alnına düşen bir saç telini üfleyerek geri attı. “Senin gibi kartal gözüm yok. Demir sopayı görmedim. Nereden bulayım?”
“Kapının hemen dışında duruyordu,” diye homurdandı Elina. “Sen kilitleri çalarken onu da alabilirdin.”
Mira bir anahtarı daha çevirmeye çalıştı, ama kilit tık bile demedi. “Belki de sen anahtarlığı çalmalıydın. Senin dilin kadar ellerin de hızlı olsaydı çoktan çıkmıştık.”
Elina, onu susturacak gibi baktı ama o sırada aklına başka bir fikir geldi. Kazan dairesinin küçük camı geldi aklına. Kapıdan çıkamama ihtimallerine karşılık camı deneyebilirlerdi. Annabel’in ve diğer kızların omuzları ve ellerinin yardımıyla yükselip camı kırmayı denedi.
Tam o anda, yukarıda sesler duyuldu. Merdivenlerden, yılların izini taşıyan tok ama zarif adımlar iniyordu. Madam Vanessa, nihayet yetimhaneye varmıştı.
Kapı ağır ağır açıldığında içeri soğuk bir rüzgâr değil, başka bir hava girdi. Tozlu pencerelerden süzülen ışık, Madam Honest’in etrafında bir hale gibi dalgalandı. Üzerinde mürdüm eriği tonlarında ipek bir elbise vardı; yakası dantelle süslenmiş, beli dar kesilmişti. İnce beli, bedeni sımsıkı saran korsenin içinde zarafetle dik duruyordu. Kollarında süt beyazı eldivenler, başında kenarları siyah dantel kaplı genişçe bir şapka... Çenesine kadar inen tülü, yüzünü gizlese de keskin bakışları perdeyi delip geçiyordu. Elinde, sedef kakmalı sapı olan bir baston taşıyordu; zarif, ama otoriteyi simgeleyen bir aksesuar gibiydi.
Agatha, yüzüne zoraki bir tebessüm yerleştirerek onu karşıladı. “Madam Vanessa! Nihayet... Yollar size zorluk çıkarmaz umarım,” diyerek eğildi, öpülmeye hazır ellerini uzattı.
“Yollar değil, zaman çıkarıyor asıl zorluğu,” dedi Madam, sesi hem yumuşak hem mesafeliydi.
Agatha hemen yanında yürümeye başladı. “Sizi odamda ağırlamak isterim. Kızlar siz geleceksiniz diye elleriyle ikramlıklar, yemekler hazırladı. Her şey en tazesinden...”
Koridorun taş duvarları arasında ilerlerken, kızlar sıra olmuştu. Çoğunun elleri önlerinde birleşmiş, gözleri yere eğikti.
Agatha, işaretiyle bir rahibeye usulca tabakları uzattı. İkramlar, kızların ellerinden Madam’a doğru sunuluyordu. Bademli kurabiyeler, incir reçelli çörekler… Ama Madam neredeyse hiçbirine elini sürmedi.
“İçeri geçelim isterseniz,” dedi Agatha, gerginliğini gizlemeye çalışarak.
Odaya geçtiklerinde, Madam Honest, pencerenin önündeki koltuğa ilişti. Bastonunu kucağına yerleştirdi, başını bir yana eğerek odadaki eski döşemeleri inceledi.
“Bu yetimhaneye ilk kez geliyorsunuz,” dedi Agatha. “Diğerlerine kıyasla biraz... daha sade. Ama samimi.” Sonrasında Agatha, kızlarının ne kadar edepli, namuslu ve çalışkan olduğundan bahsetti. Yetimhanenin durumunu göstererek kendisini acındırdı.
Madam, gözlerini rahibeninkine dikti. Sonra bir gülümsemeyle geçiştirdi. Bakışları bir kızın üzerinde kilitlenmiş gibiydi. Ayağa kalktı. “Bu kızın evraklarını hazırlayın. Trene yetişmem gerekiyor. Geriye kalan evrakları size yollayacağım.”
“Diğer yerlerde 3, bazen 5 kız seçtiğiniz söylendi,” diye atıldı Agatha. “Acaba bugün... sadece bir kişiyi seçmenizin sebebi– bir kusurumuz mu oldu?” Agatha telaşlanmıştı.
***
Kazan dairesinin nemli duvarlarına son bir bakış fırlattı Elina, sonra başını eğerek küçük pencereye tırmandı. Arkadan iten bir çift eller, onu çamurla sıvanmış duvar boşluğundan dışarı doğru çıkardı. Ayakları yere değer değmez, hemen diğerlerine yardım etti. Sırasıyla Mira, Rosa ve Annabel ve diğer üç kız sürünerek dışarı çıktılar; saçları örümcek ağlarına karışmış, elbiseleri soba isiyle kapkara olmuştu.
Yetimhanenin diğer ucundan genişçe dolanarak yetimhanenin ön kapısına ulaştılar. Elina, ağır demir tokmağı çalmadan kapıyı zorladı. Neden bilmem, kapı aralıktı. Birbirlerine bakıp başlarını salladılar ve içeri süzüldüler.
Koridorda yürürken karşılarına çıkan ilk kişi, kilolu, terli bir rahibe oldu. Onların hâlini görünce dehşetle elini ağzına götürdü. “Ne yaptınız siz?! Madam hâlâ burada! Çabuk, çabuk mutfağa!”
Bastırılmış bir panikle kızları kolundan, eteğinden sürükledi. Elina’nın ne yapmaya çalıştığını anlamıştı ve susturulması gerektiğini düşündü. Mutfağa vardıklarında, kızları içeri iteledi. Sonra Elina’nın üzerine çökerek elini ağzına kapattı. “Sen! Hep senin yüzünden!” diye tısladı. “Bu ne rezalet! Sessiz ol!”
Ama Elina’nın dişleri hayattaki her şey kadar keskindi. Kadının eline öyle bir asıldı ki, rahibe çığlıkla geriye çekildi. “Şimdi!” dedi Elina, gözleri öfkeyle parlayarak. “Her yeri dağıtın! Onlar bizim neye benzediğimizi görsün!”
Annabel önce tereddüt etti. Rosa, kafasını sallayıp bir tencereyi devirdi. Mira, bir rafı aşağı indirdi. Diğer kızlar Yağ şişeleri patladı, unlar havaya savruldu. Tencere kapakları yerlerde sekti. Soba maşası yere düşerken bir çan gibi çınladı.
Tam o anda, yetimhanenin ağır kapısının önünde, Madam Vanessa adımlarını yavaşlattı. Yanında iki zarif kadın, biri sekreteri, diğeri seyahatteki hizmetçisi, arkasında yürüyordu. Geniş siperli şapkası gölgesinde gözleri daraldı. Kulak kesildi. “Bu gürültü de ne?”
Agatha öne atıldı, yüzündeki sahte tebessüm zorla sabit duruyordu. “Ah... çocuklar. Mutfağı temizliyorlar. Sabah kahvaltısı için hazırlanıyorlar.”
Madam’ın bakışları kapıya kaydı. “Daha çok savaşıyorlar gibi.” Bir adım attı, kapının tokasına uzandı ve kapıyı ağır ağır araladı.
Ve işte oradaydılar: Yedi kız, çamur içinde, saçları darmadağın, ellerinde yağlı teneke kaplar. Un bulutlarının arasında bir savaş alanına dönmüş mutfakta, bir rahibe yere çömelmiş, elini ovuşturuyordu. Bir tokat havada patladı. Sonra bir diğeri. Rahibe, Elina’yı tokatladı.
Elina ise bir an bile durmadı; karşılık verdi. Tokadı şakladı. Rahibe bir adım geri sendelerken, Elina başını kaldırdı.
Göz göze geldiler.
Madam Vanessa’nın gözlerinde şaşkınlık değil, bir tür kabul vardı. Elina öne doğru bir adım attı. Dizlerini kırarak reverans yaptı; üzerindeki pislik zerrecikleriyle birlikte dizlerinin etrafına çöken toz bulutunu umursamadan başını eğdi.
Ve tok sesle konuştu: “Çürükler ordusu, size saygılarını sunar, Madam.”
Madam, gözlerini Elina’dan ayırmadan ağır adımlarla içeri girdi. Unun ve çamurun karıştığı zeminde yürümek bile kibarlıkla mümkündü onun için. Mira’nın lekeli yanağını inceledi. Rosa’nın titreyen ellerine, Annabel’in çamurlu elbisesine baktı. Sonra bakışları tekrar Elina’ya döndü. Dudaklarının kıyısı kıvrıldı.
Agatha arkada, ağzı açık, beti benzi atmış haldeydi. Madam Vanessa usulca arkasına döndü. “Bu kızların da evraklarını hazırlayın.”
Agatha dondu. “Şey... bunlar... Bunlar aslında yoktu. Yani, madam, bu kızlar—”
“Artık varlar,” dedi Vanessa. “Hepsi benimle geliyor.”
Sonra Elina’ya Bir kez daha bakıp arkasını dönüp kapının önünde beklemeye başladı.