Aysima, çantanın Zafir’in kafasına çarpmasıyla çıkan tok sesi hâlâ kulağında hissediyordu. Irmak’ın nefesi kesik kesikti, elleri titriyordu ama bakışlarında hâlâ bir öfke parlıyordu.
Zafir’in başı hâlâ yana dönüktü. Dudakları aralıktı, eli havada asılı kalmıştı. Yavaşça elini kafasına götürüp alnını yokladı. Açık duran dudakları, ince bir çizgiye dönüştü.
Başını ağır ağır çevirip Irmak’a baktı. Gözleri kocaman açılmış, ifadesi neredeyse şaşkınlıkla öfke arasında gidip geliyordu.
“Sen… bana vurdun mu, bacaksız?”
Sesi alçalmış, tehdit doluydu. Bakışları, Irmak’ın üstünde delici bir şekilde gezindi. O an, küçük bedenine rağmen dimdik duran bu kız, ona sanki uzaydan gelmiş bir yaratık gibi görünmüştü.
Karıda sağlam yürek vardı doğrusu. Zafir'e vurmaya yetecek taşşak kimde vardı ? Bu bacaksız kesin aklını yitirmiş olmalıydı...
Aysima, korkuyla ve koruma içgüdüsüyle Irmak’ın elinden çantayı söküp aldı. Onu tekrar arkasına çekmeye çalışacaktı ki…
“Geber inşallah, pis müptezel! Siktir git, orospunun evladı! Sen kime yollu diyorsun, piç? Senin anan yollu!”
Irmak’ın sesi, limanın uğultusunu yarıp geçti. Öfkesi o kadar yoğundu ki damarları kabarmış, kulakları uğuldamaya başlamıştı. Bana ne yapar diye düşünmüyordu bile. O an tek derdi, bu adama ettiği hakareti yedirmekti.
Zafir, kızın ağzından çıkan her küfrü tek tek dinledi. Ardından ayakkabısına tükürüldüğünü fark edince bakışları yavaşça aşağı kaydı.
Kız… sağlam kaşınıyordu.
Ve bir de… anasına sövmüştü ya.
Bu kızı elinden kimse alamazdı artık.
Zafir kızın üzerine yürüyünce, Irmak korkuyla bir iki adım geri attı.
Aysima, “Dokunursan gebertirim seni!” diye çığlığı bastı.
Zafir, “Lan siz bela mısınız, gece gece kodumun karıları!” diye kükredi.
Aysima ve Irmak korkuyla gerilediğinde, belinden silahını çıkardı. Kızların gözleri korkuyla büyüdü. Zafir, alaycı bir şekilde dudaklarını kıvırdı.
“Ne o, sustunuz? Az önce dır dır ediyordunuz.”
Silahı Irmak’a doğrulttu.
“SEN!” dedi, tükürür gibi. “Anama ne dedin, bakayım? Hadi, bir daha söyle!” Silahı sallayarak üzerine yürüdü.
Irmak sesli bir şekilde yutkunurken, konteynerlerin arasından gelen soğuk bir ses ortamı kesti:
“Zafir, yeter.”
Kızların başları aynı anda sesin geldiği yöne döndü.
Ses öylesine soğuktu ki, metal konteynerlerden yankılanıp tüm rüzgârı susturdu. Zafir’in eli havada asılı kaldı. Yavaşça başını sesin geldiği yöne çevirdi.
Konteynerlerin arasından ağır adımlarla biri yaklaştı. Siyah deri ceket, geniş omuzlar, sert bakışlar... Çelik uçlu botlarının her adımı, limanın uğultusunu bastırıyordu. Adam durduğunda, Zafir istemsizce bir adım geri çekildi.
“Abi, kolum kadar dil var bunlarda. Bir de cesaret… Anama ne dedi duydun mu? Sıkalım gitsin.” dedi Zafir, öfkeli ve kışkırtıcı bir tonda.
“Sana dur dedim, Zafir.”
Ahi’nin sesi yükselmedi ama öyle bir otorite taşıyordu ki, Zafir silahını sessizce beline soktu. Ahi’nin gözleri kızlara kaydı.
Tam karşılarına geçip ikisini detaylıca süzdü. Rahatsızca kıpırdanışları, soğuktan kızaran tenleri, burun çekişleri… Üzerlerindeki ucuz, abartılı kıyafetler içinde huzursuz oldukları her hallerinden belliydi. Sürekli eteklerini çekiştirip duruyorlardı.
“Ne bakıp duruyorsun sapık gibi?” diye patladı Aysima, eliyle hem bacaklarını hem açıkta kalan göğsünü kapatmaya çalışarak.
Ahi, kızın çıkışına sinirle gülüp başını geriye attı.
“Siz kimsiniz?” diye sordu, sesi hâlâ soğuk ve ölçülü.
Aysima boğazındaki düğümü yutkunarak itti.
“…Kazazedeyiz.” dedi. Sesi titrememişti, buna kendi bile şaşırdı. Tek istediği, buradan bir an önce gitmekti. Adamlar silahlıydı; ne yapacakları belli değildi. Restleşmeye de gerek yoktu, kavga etmeye de.
Ahi’nin kaşları hafifçe kalktı. Gözleri Aysima’dan Irmak’a, sonra tekrar ona döndü.
“O kazayı burada, benim limanımda mı geçirdiniz?”
Ahi, sorusuna cevap alamayınca sessizce başını eğdi. Bu sessizlik, Zafir’in sabırsızlığını daha da artırmıştı.
“Abi, bunlar sorun. Hiç güven vermiyorlar. Ben—”
“Kes.”
Ahi’nin tek kelimesiyle Zafir sustu. Hatta rüzgâr bile o an yön değiştirmiş gibiydi. Gözlerini tekrar Aysima’ya çevirdi. O bakış, Aysima’nın içini ürpertiyordu; sanki içinden geçip her sırrını görebilecekmiş gibi derindi.
“Alın bunları.” dedi, gözlerini ayırmadan.
İki adam öne çıktı. Irmak çığlık atacak gibi oldu ama Aysima onun elini sıkıca tuttu, başını iki yana salladı; direnmek faydasızdı. Adamlar, ikisini de kollarından kavradı.
Yürürken konteynerlerin arasından geçtiler. Pas kokusu, deniz tuzu ve yağmurun keskinliği birbirine karışıyordu. Her adımda, soğuk metalin içinde yankılanan bot sesleri, kalplerinin çarpıntısıyla yarışıyordu.
Birkaç dakika sonra limanın sınırına geldiler. Önlerinde yüksek, paslı demir bir kapı açıldı. Ardında başka bir dünya vardı: Demir Yaka’nın bölgesi.
İçeri adım attıkları an, Aysima içgüdüsel olarak Irmak’ı arkasına aldı. Duvarlara kazınmış çark sembolleri, zincirlerle kaplı kapılar, ağır sanayi makinelerinin gece bile susmayan uğultusu… Burası, yaşayan bir cehennem gibiydi.
Ahi önden yürüyordu, omuzları dimdik, elleri cebinde. Yarı yolda durdu, başını onlara çevirmeden konuştu:
“Kazazede misiniz, değil misiniz… yakında öğreniriz.”
Aysima o an, bu şehirde başlarına ne geleceğini bilmese de tek bir şeyi hissetti: Artık hiçbir şey onların elinde değildi.
Ama o çaresizlik hissinden nefret ediyordu. Kontrolün kendi elinde olmadığı anlar, içinde tarifi mümkün olmayan bir huzursuzluk yaratıyordu. Evet, adamlara sessiz kalmıştı, bu doğruydu. Ama boyun eğdiği için değil… Sadece daha fazla kışkırtmak istememişti.
Irmak’ın yanında kuş gibi titreyen bedeni ise işini hiç kolaylaştırmıyordu. Onun korkusu, Aysima’nın sırtında ağır bir yük gibi büyüyordu.
Elbette o da korkuyordu. Hem de iliklerine kadar. Ama bunu yansıtmamak için direniyordu. Nerede olduklarını bile bilmiyorlardı; üzerlerindeki kıyafetler bile son giydikleri değildi. Kim değiştirmişti, neden burada uyandılar? Cevap yoktu.
Soğukkanlı görünmek zorundaydılar. Önce kim olduklarını, kimin elinde olduklarını, neye bulaştıklarını öğrenmeliydiler. Yoksa… halleri gerçekten yamandı.
Adamlar, iki kızı kollarından kavrayıp yürütmeye başladılar. Aysima, yüzüne donuk bir ifade yerleştirmişti; korktuğunu asla belli etmeyecekti. Omuzları dik, bakışları sertti. Ama içten içe kalbi göğsünü yumrukluyordu.
Irmak ise onun tam tersiydi. Korkudan titriyormuş gibi görünüyordu ama gözleri sürekli etraftaydı. Her ayrıntıyı yakalamaya çalışıyordu. Geçtikleri her konteynerin üzerindeki beyaz çark sembolünü, zincirlerle kilitlenmiş depoları, uzaktan duyulan metal çekiç seslerini tek tek hafızasına kazıyordu.
Fısıltıyla, neredeyse duyulmayacak bir sesle konuştu:
“Aysima… bunların hepsi aynı sembolü taşıyor. Fark ettin mi?”
Aysima yan gözle ona baktı, ses tonunu bozmadan:
“Evet. Ama şimdi sus. Konuşursak dikkat çekeriz.”
Irmak başını belli belirsiz salladı, yine de bakışlarını kaçırmadı. Gölgelerin arasındaki adamların yüz hatlarını, ellerindeki silahların modelini bile inceledi.
Limanın karanlık çıkışına vardıklarında, önlerinde paslı, dev bir kapı açıldı. Kapının üzerinde büyük bir çark sembolü vardı; bu kez beyaz değil, kan kırmızısına boyanmıştı.
İçeri girdiklerinde, sanayi makinelerinin uğultusu, yağ ve demir kokusu ciğerlerini yaktı. Burası dışarıdan görünenden çok daha organize, çok daha tehlikeliydi.
Önde yürüyen Ahi, başını hafifçe çevirdi. Bakışları önce Aysima’ya, sonra kısa bir an Irmak’a kaydı. İkisinin de gözlerini uzun uzun süzdü; biri dik duruyordu, diğeri her ayrıntıyı yakalamaya çalışıyordu.
“Hoş geldiniz… Demir Yaka’ya.”