Yollular...
Gelen dalganın uğultusu kulaklarına çarptığında, kirpikleri titreyerek aralandı Aysima’nın. Gözlerini açtığında etraf bulanıktı; zeminin soğukluğu, bedenindeki sızıyla birleşip içini ürpertti. Elleri hâlâ bir sıcaklığa temas ediyordu ve aklına ilk gelen tek isim vardı: Irmak.
Ağrıyan kaslarına inat, bedenini sağa çevirdi. Irmak, birkaç adım ötede, hareketsiz yatıyordu. Burnundan akan kan, dudaklarından çenesine doğru iz bırakmıştı. Aysima, dirseklerinin üzerinde doğrulmaya çalıştı; başındaki zonklama yüzünden suratını buruşturdu ama yine de arkadaşına doğru süründü.
“Irmak…” diye fısıldadı, sesi boğuk, yırtıcı bir acıyla boğazından çıkıyordu. “Uyan…”
Sesi kendi kulağına bile yabancı gelmişti; titrek ve çaresiz. Parmaklarıyla Irmak’ın omzunu sarsmaya başladı.
Irmak, acıyla inleyerek gözlerini araladığında Aysima’nın içinden derin bir nefes kaçtı; rahatlama mı, yoksa bir anlık umut mu, kendisi de bilemedi.
Aysima, titreyen dizlerinin üzerinde doğrulurken başı bir an döndü. Gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı, kendine gelebilmek için birkaç saniyeye ihtiyacı vardı.
Tam o sırada yanı başına sürünen Irmak’ın sesi geldi:
“Neredeyiz biz kızım böyle?”
Aysima gözlerini aralayıp etrafa bakındı, cevap vermedi. Cevap veremedi. Önlerinde yükselen paslı konteynerler, sisler arasında kaybolan devasa gemiler vardı. Keskin deniz kokusu ve hırçın dalgaların uğultusu, sanki içlerine işliyordu.
Soğuk… Öyle keskin bir soğuk ki, tenine dokunan her rüzgâr bıçak gibiydi. İncecik yaz elbiselerine sarıldılar içgüdüsel olarak. Daha birkaç saat önce sıcağın altında yola çıkmışlardı, peki şimdi bu buz gibi havanın ortasında, bilinmez bir limanda ne işleri vardı?
“Burası neresi, Irmak? Biz yoldaydık… kaçıyorduk… buraya nasıl geldik?”
Sesi titredi, dudakları soğuktan değil, içindeki korkudan uyuşmuş gibiydi. Olanları hatırlamaya çalıştıkça gözleri doldu. Annesinin ölüm haberini almıştı… Daha o acının ağırlığını hissedemeden, yas bile tutamadan, peşine düşen o adam… Eski sevgilisi. Onun öfkesi, takıntısı, gözlerindeki karanlık hâlâ hafızasına kazınmıştı.
Irmak’la birlikte sokak lambalarının altında delicesine koşuyorlardı. Her adımlarında kalpleri daha hızlı çarpıyor, nefesleri daha kesiliyordu. Ta ki farları üstlerine çevrilmiş o arabanın aniden üzerlerine sürülmesine kadar. Çığlık… Fren sesi… Sonrası sadece karanlık.
Aysima’nın boğazı düğümlendi. Ellerini yumruk yaptı, soğuk zeminde titreyerek fısıldadı:
“Peki… buraya… nasıl geldik?”
Körfezkaran’ın karanlık limanı, sanki bu soruya kendi uğultusuyla cevap veriyordu.
Irmak, Aysima’nın birden durup sessizleşmesine anlam veremedi, titreyen bedeniyle ona döndü. Gözleri arkadaşının üzerinde gezindiğinde içini bir ürperti kapladı. Evet… Üzerlerinde incecik, neredeyse hiçbir şey saklamayan elbiseler vardı.
“Bu… bu kıyafetler bizim değil kızım ya,” dedi, sesi korkuyla çatallaşarak.
Saks mavisi, straplez, parıltılı elbisesinin bedenini ne kadar açıkta bıraktığını fark edince içgüdüsel olarak kollarıyla kendini kapamaya çalıştı. Aysima ise Irmak’ın ciyaklamasına kaşlarını çatarak tepki verdi, ardından kendi üzerine baktı. Bu ucuz, fazla açık elbiseler onlara ait olamazdı.
Yerde duran iki çanta gözüne ilişti. Eğilip eteğini çekiştirerek aldı çantaları.
“Bunlar bizim sanırım,” dedi, sesi soğuk ve temkinli.
Irmak ise paniğini gizleyemedi, neredeyse bağırarak karşılık verdi:
“Ne bizim mi kızım, çantalarımız böyle değildi ki!”
Aysima, dişlerini sıkarak tısladı:
“Yeter, sızlanıp durma. Önce bir etrafa bakalım. Nerede olduğumuzu anlamamız lazım.”
Irmak’ın kolundan tuttu, diğer elinde çantalardan birini açmaya uğraşırken, diğer çantayı kolunun arkasına sıkıştırdı. Birkaç adım atmışlardı ki…
“Pişt… nereye kızlar?”
Metal yankılı, erkek bir ses duvarlardan sekip üzerlerine çarptı. Adımları aniden kesildi. Kalpleri göğüs kafeslerini yumrukluyordu. Birbirlerine baktılar, gözbebeklerinde aynı korku vardı.
Ardından aynı ses, bu kez daha alaycı, daha yakın:
“Bekleyin bakalım… Hem kaçak giriyorsunuz, hem tüymeye çalışıyorsunuz… Olur mu hiç?”
Aysima kolunu hızla Irmak’tan çekip arkasına döndü. Irmak’ın hâlâ donup kaldığını fark ettiğinde, kızın önüne doğru geldi. Adamın ona olan bakışlarının üzerine bir set çekmişti. Kendince arkadaşını koruyordu.
Lakayt bir gülüşle, elleri ceplerinde ilerledi adam. Arkasında izbandut gibi üç adam daha vardı. Aysima’nın midesine kramplar saplandı, yüzü buruştu. Adam, onun korktuğunu anlamıştı ama korkusuna rağmen dimdik duruşu da dikkatini çekmişti.
“Kimsiniz siz?” diye sordu; alaycılığı kaybolmuş, ciddiyeti yüzüne oturmuştu. Bu hali korkutucuydu.
Aysima, yutkunmasına rağmen çenesini kaldırdı.
“Asıl siz kimsiniz?” dedi, sesi titrememişti. Bununla gururlandı.
Safım...
Adam kaşlarını hafif kaldırıp inanmayan bir ifadeyle güldü.
“Hem mekanımıza gizli giriyorsunuz hem de bizi mi tanımıyorsunuz?” dedi. Bu kızlar her ne iş çeviriyorsa, artık sıkıcı olmaya başlıyordu.
Aysima, esen rüzgârla kollarını kendine sardı ama Irmak’ın önünden çekilmedi.
“Burası sizin mi?” diye sordu ve etrafına baktı. O an konteynerlerin üzerindeki beyaz çark şekillerini fark etti. Her birinde aynı işaret vardı.
“Kusura bakmayın,” dedi burnunu çekip adama mahcup bir bakış atarak.
“Biz uyandığımızda buradaydık. Bir trafik kazası geçirdik, hâlâ aklımız yerinde değil.” Becereksizce gülümsedi.
“Biz sizi daha fazla rahatsız etmeyelim. İyi akşamlar.”
Arkasına dönüp ellerini Irmak’ın omuzlarına koydu, onu yürümeye teşvik etti. Irmak ise bu süre boyunca tek kelime etmemiş, konuşacak cesareti kendinde bulamamıştı.
“Bir adım daha atarsan kafana kurşunu yersin, maviş. Şimdi geri dön bakayım.”
Adamın sözleriyle Irmak’ın bedeni titredi, ama aniden, nereden geldiği belli olmayan bir cesaretle geri döndü:
“Ne uzattınız be! Bir şeyinizi çalmadık, etmedik. Bırakın da gidelim. Hem dağ başı mı burası, ararım polisi görürsün!”
Sesi çatlamıştı ama gözleri öfkeyle yanıyordu.
Zafir, az önce titreyip arkadaşının arkasına sığınan kızın bu tepkisine ıslık çaldı.
“Sen konuşabiliyor muydun?” diye sordu ve ardından kahkahayı bastı.
Cebinden telefonunu çıkarıp kızın yanına doğru geldi, ama aralarında iki üç adımlık mesafe bırakmaya dikkat etti. Elindeki telefonu Irmak’a doğru uzattı:
“Ara bakalım. Polisler senin için bir şey yapacak mı, görelim.”
Aysima, Irmak’ı kendine çekip sıkıca sarıldı. Irmak ise gözlerini kısarak telefona baktı. Zafir, onun tereddütünü görünce keyifle sırıttı:
“Dağ başı sayılmaz ama burası benim çöplüğüm. Ve siz benim çöplüğüme izinsiz girdiniz.”
Sonra telefonu kendine çevirip bir numara tuşladı:
“Abi, iki kız var. Çok şüpheli davranıyorlar. Belli ki…”
İkisini de baştan aşağı süzdü, dudaklarının kenarı alaycı bir gülüşle kıvrıldı:
“…yollular.”
O kelimeyi duyduğu anda Irmak’ın gözleri öfkeyle parladı. Arkadaşının elinden çantayı kaptığı gibi Zafir’in kafasına çarptı.