Okulun ayarladı üç otobüs, Yedigöller kamp alanına öğlen olmadan varmıştı. Güneş, çantasını eline alarak heyecanla dışarıya çıkmıştı. Yüz elliye yakın kişi buradaydı. Bu da bu hafta sonu eğlencesinin sandığından daha fazla güzel olacağını düşündürüyordu ona. İlk defa kendi yaş guruplarından bu kadar fazla kişiyle aynı ortamda bulunacaktı. Üstelik bu toplantı resmi de değildi. Ne istiyorsa yapmakta özgürdü ve öğretmenler de yoktu. Öğrenci başkanlarının liderliğinde yapılan bir etkilikti.
Lale, yol boyunca ona bu etkinlikte olacakların normal kesimden insanlar olduğunu söyleyip durmuştu. Onu da heyecanlandıran bu olmuştu. Zenginliklerini geride bırakarak normal birkaç gün geçirmenin heyecanıyla bu maceraya katılmışlardı. Kendi çevrelerinin olumsuz karşılayacağı, onaylamayacağı ne varsa burada yapabileceklerdi.
Güneş, ileriye doğru ilerleyerek ağaçların arasından belli olan göle doğru bakmaya başladı. Yerlere dökülmüş yapraklar ve çıplak ağaçlarla kartpostallarda görünen resimlere benzetmişti manzarayı. Daha önce buraya gelmişti ama sadece otelde kalmışlardı. Sadece işini halledecek kadar süre kalabilmişti. Doğayı keşfetme şansı olmamıştı. Ancak şimdi uzaktan gördüğü ve merak ettiği bu alanı gönlünce dolaşabilecekti.
Masalı banklar, ateş yakmak için küçük ocaklar, pek temiz olmadığını düşündüğü tuvaletler mevcuttu. Gece kamp kuracaklar için aydınlatmanın olduğu da gözünden kaçmamıştı. Büyük gölün etrafında kamp kuracaklardı ve plana göre yarın diğer yerleri de keşfetmek için tur olacaktı. Şimdiden bunun heyecanıyla gülümsüyordu.
“ İlk defa kamp yapacaksın değil mi?” diye sordu heyecanını görüp yanına gelen Lale.
Ağaçların arasından görebildiği kadar göle bakarak başını salladı. “ Bu beni normalden daha fazla heyecanlandırıyor. Çadırda kalmanın keyfini ilk defa yaşayacağım. Üstelik iki kızla.”
“ Ben yakışıklı biriyle kalmayı tercih ederdim açıkçası. Hatta gözüme birkaç tane kestirdim bile. En kısa zamanda tanışıp şansımı deneyeceğim” dedi Duygu. Yüzünün iki yanına dökülen kıvırcık siyah saçlarını geriye doğru itip göz kırptı.
İki kız gülerek arkadaşlarına bakarken “ Gelirken öğrenci temsilcilerinin, altını çizerek iki farklı türün bir arada kalamayacağına dair uyarıyı duymadın sanırım” diye takıldı Güneş ona.
Sahte bir hareketle gözlerini kocaman açan kız şaşkınlıktan ağzını eliyle kapatmıştı. Sonra da kızara doğru eğilip “ Öyle bir kural mı varmış?” diye sordu. “ Ben nasıl duymamışım?”
“ İşine gelmediği içindir” diyerek lafı yapıştırdı Lale. “ Hadi ilk resmimizi çekelim” diyerek çantasından fotoğraf makinesini çıkarıp bulduğu ilk kişinin eline tutuşturdu. Orijinal olmasa bile böylesine kızıl güzele hayır demek her erkeğin harcı değildi. Öyle de olmuştu. İlk ricasında ısrara gerek kalmadan fotoğraf makinesi alan adam, okulun en popüler kızlarının resmini göl manzarası eşliğinde çekivermişti. Sonra da üç teşekkür alarak arkadaşlarının yanına bunu ballandırarak anlatmak için uçarak gitmişti.
O sırada öğrenci temsilcileri, herkesin orta alanda toplanması istemişti. Gece için gereken hazırlığın yapılması adına iş dağılımı yapılmıştı. Bir kısım öğrenci ormanlık alandan akşam yakılacak kamp ateşi ve yemekler için odun toplayacakken, bir kısmı yiyeceklerle ilgilenecekti. Bir kısım çadır alanını kurarken, diğer kısım da araçlardan eşyaları indirecekti.
Üç kızda farklı guruba dağıldığında, hiç biri bunu umursamamıştı. Güneş ormanlık alana gidecek olan ekipteyken, Lale hayatında ilk defa yemekle ilgilenecekti. Duygu’nun ise çadırların yapımıyla ilgilenmesi gerekecekti. Kurduğu fantezilerin ona bu şekilde dönmesiyle cezalandırıldığını düşünmeye başlamıştı. Çantalarını Duygu’ya emanet eden kızlar kendi alanlarına dağılırken Güneş, Lale’yi dinlediği için memnun olmuştu. Aksi takdirde ormanlık alanda topuklu ayakkabıyla gezmesi gerekecekti.
Çalıların arasında yürümeye çalışırken bir yandan odun arıyor, diğer yandan ise öndekileri kaybetmemeye çalışıyordu. Zaten sonbahar olduğundan her şey kurumuş göründüğünden bunu yapmakta oldukça zorlanıyordu. Üstüne önceden odun toplamadığı için daha çok zorlanıyordu. Sararmış yaprakların altında zar zor seçebildiği birkaç ince dalı eline alarak ilerlemeye çalışıyordu.
Koluna çarpan kuru dallar ve canını yakan otların arasında sürekli bağırıp duruyor ve diğerlerin kendisiyle alay etmeleri için fırsat veriyordu. Prensesin odun toplaması zaten başlı başına olayken, o prensesin odun toplamadan anlamaması bambaşka olaydı. İkisi de bu günün dedikodu malzemesi olmak için ideal konulardı.
Bu gün hava kapalı oluşundan dolayı yağmur endişesi taşıyorlardı ancak hava durumu hafta sonunu için sadece kapalı olarak belirtmişti. Zaten bu kamp planını da bunun için yapmışlardı. Yağış olmayacağına güveniyorlardı. Yağış olsa bile Güneş için sorun olmazdı. Yine de buraya gelirdi. Onca şey yapmıştı bu festivale katılmak için. Fırtına bile çıksa ilk gelenlerden biri olurdu.
Esen serin rüzgârın üzerine döktüğü yapraklar arasında yürürken bulunduğu ormanlık alanın keyfini çıkarmakta zorlanıyordu. Oysa hayal ettiği şey böyle değildi. En azından filmlerde ormanlık alanda yürümek gerçek hayattaki kadar zor olmuyordu. Diğerlerinden uzaklaşıp uzaklaşmadığını anlamak adına çevresine bakınmaya başladı. Biraz uzağında yer alsalar da yanız olmadığını görmüştü. Üstelik topladıkları odunları da…
Elindeki odunların içler acısı olduğunu görerek morali bozulmuştu. Diğerleri kucaklarını doldurmuştu neredeyse. Kendisi ise sadece birkaç tane dal parçası bulabilmişti. Sanırım odunlar da onun kim olduğunu anlayarak görünmez olmuşlardı. Onlar bile prenses olduğunu düşünüyorlardı. Kendi durumuna gülerek yürümeye devam eti. Bu işi iyi şekilde yapmadan geri dönmek istemiyordu. Onlara iş dünyası dışında da işe yaradığını kanıtlamakta karar kılmıştı
O sırada ayağına takılan dal parçasıyla kuru dalların üzerine yüz üstü düşüverdiğinde, elinde tuttuğu dallar avucunun içine batarak canının iki kat fazla yanmasına neden olmuştu. Dizi, avucu ve başının sağ tarafı sızlarken acıyla doğrulmaya çalıştı. Ancak yapamadı. Ellerini koyduğu yerde diğer eline batan sivri şeyler yeni bir acı çığlık atarak olduğu yerde kalmasına neden olmuştu. Ona doğru yaklaşan adım sesleri duymuş ama ayaklarından başka bir şey görmesine fırsat kalmadan, omuzlarından tutan ve kalkmasına yardımcı olan iki kolla kolaylıkla ayağa kalkabilmişti.
Kollarını bırakmayan ellerin sahibi“ İyi misin?” diye sordu yumuşak bir ses. Avucunun içindeki dal parçası ve başındaki sızıyı saymazsa dizi iyi görünüyordu. En azından şu an için yaralandığına dair sızlaması dışında bir kanıt yoktu.
İyi olduğunu düşündüğünde kendisini tutan, sırtını tamamen ona yaslamış ve oldukça sert bir göğse sahip olduğunu net bir şekilde hissettiği adamı görmek için başını geriye çevirmişti. İlk gözüne çarpan yeşil, yemyeşil gözleri olmuştu. Bu ortama hiç uymayan canlı yeşil gözleri… Ancak şaşkınlığı kısa sürmüş ve nasıl bir durumda olduğunu hatırlayıvermişti. Kendisini tutan kollardan kurtulup araya mesafe koyduğunda biraz daha iyi hissetmişti kendisini. Tanımadığı biriyle bu denli yakın olmak kimsenin hoşuna gitmezdi.
Ama bu sayede daha net bir şekilde ona bakma fırsatını bulmuştu. Üzerindeki siyah deri ceketi, kot pantolonuyla o yeşil gözleri saymazsa sıradan bir genç adamdı. Düz kahverengi saçları kenara doğru taranmış ancak etkileyici görünmesine enden olmuştu. Onu daha önce görmediğine emindi. Zaten görseydi bile konuşmamışsalar tanıma şansı yoktu. Yüz hafızası iyiydi ama gereksiz detayları unutmak konusunda olduğu kadar değildi.
Ancak kendisine yardım ettiği gerçeği vardı ortada. “ Ben, teşekkür ederim” diye karşılık verdi genç adama. Görmezden gelebilirdi kendisini. Diğerlerinin yaptığı gibi haline gülüp eğlenebilirdi. Ama o yardımı olmayı seçmişti.
Kendisiyle konuşmayacağını düşündüğünden bu cevap oldukça şaşırtmıştı genç adamı. Gülümsemesine engel olamadığından, bakışlarını kaçırıp etrafa bakındı. Onların olduğu tarafa bakan kimse yoktu. En azından gözünü dikerek bakmıyorlardı. Prensesin konuştuğu fakir adam herkesin ilgisini çekerdi. Ancak bunu gizli kapaklı yapmayı tercih ediyorlardı.
Yeniden önünde duran kıza döndüğünde, avucunun içindeki dalı çıkarmaya çalıştığını ama canı yandığı için yapamadığını görünce, ani bir reflekse elini uzanıp tutuvermişti. İnsanın canı tatlı olduğundan bunu Güneş’in yapması zordu. Üstelik bu tarz durumlara da alışkın değildi. Bu nedenle Güneş, elini tutan adama çatık kaşlarla bakarken elini de hızla geri çekti. Kendisine sormadan elinin tutulması pek de hoşuna gitmemişti kızın.
“Affedersin. Ben yardım etmek istemiştim sana. Elinde kalması senin için iyi olmaz. Mikrop kapabilir. Burada tedavi olabileceğin bir yer bulmak zor olabilir” diye açıkladı kendisini. Ona asılmak istediğinden falan yapmamıştı bunu. Öyle bir niyeti olabilecek kadar cesur değildi. Yerini bilirdi ve ona göre davranırdı. Ona olan hisleri, üç yıldır olduğu gibi kendisinin başa çıkması gereken bir şeydi. Karşılık bulamayacağını bile bile devam etmişti.
Güneş, karşısındaki adamın niyetini anlamaya çalışıyordu. Ama kendisine asılmak gibi bir derdi olduğunu düşünmüyordu. Ondan öyle bir izlenim almamıştı. Yine de avucuna saplanan dalı tek başına çıkarabilirdi. O kadar da prenses değildi. Kendi başının çaresine bakmayı öğreneli uzun zaman olmuştu. Tek yapması gereken bir anda dalı çekip çıkarmaktı. Belki birkaç saniye canı acırdı ama sonra geçerdi. Ölecek değildi ya.
Genç adam onun avucundaki dala uzanışını izledi. Parmakları dala yaklaşırken yüzünün şimdiden aldığı acı dolu ifadeyi keyifle izliyordu. Ona dokunmasını istemiyor olabilirdi. Kızıyor falanda değildi bu duruma. Güneş’e dokunmak onun boyunu aşardı. Ancak ona yardım etmek istiyordu. Bu şekilde çok vakit kaybediyorlardı. Odun toplayıp kamp alanına dönmeleri gerekiyordu.
“ Sen kampa dön istersen. Burada boş yere vakit kaybediyorsun. Onu sen çıkaramazsın” dedi.
Parmakları dalın üzerinde duran kız, karşısındaki adını bile bilmediği adamın haklı olduğunu biliyordu. Her şeyi kendi yapması gerekmiyordu. Yardım istemek herkesin başına gelebilecek bir şeydi. Parmaklarını geri çekip yaralı elini genç adama uzattı. “ Çok canım acır mı?” diye sordu.
Yeşil gözler mutlulukla parlarken kendisine uzanan eli avucunun içine aldı. Onu incitmemeye gayret ediyordu. “ Acıtmamaya çalışacağım” diye yanıtladı onu ve küçük dal parçasına uzandı. Abartılacak bir şey değildi bu. Bunlara alışkındı. Kışın sıklıkla bu tarz kıymıkların eline battığı oluyordu. Umursamadan çekip çıkarıyor ve işine devam ediyordu. Ancak bu kız alışkın değildi. Bu nedenle eline kıymık değil de dal saplanmış gibi davranıyordu. “ Çıkaracağım hazır mısın?” diye sordu.
Gözlerini sımsıkı kapatan kız “ Hazırım” diye karşılık verdi. Küçük dalı tek hamlede çeken adam, kızın sımsıkı kapattığı gözlerini fırsata çevirerek rahatça yüzüne bakmaya başlamıştı. Hala kıymığı avucundan çıkarmadığını düşündüğü bariz belli oluyordu. “ Hadi yap, dayanabilirim” diyerek bu işe bir son vermesini istedi kız. Böyle beklemek daha sıkıcıydı.
“ Çoktan bitti prenses “diye yanıtladı adam. Kızın bir anda açılan gözleri ilk önce avucunun içine daha sonra hala elini tutan adama baktı. Cidden çıkarmıştı. Ama hiç hissetmemişti. Korktuğu kadar abartacağı bir olay olmadığını fark ediyordu ancak bunun için geç kalmıştı. “ İyi misin?”
Kız elini adamın elinden çekip avuçlarını birbirine sürterek başka bir şey olup olmadığını kontrol etti. Bir şey hissedememişti. “Teşekkür ederim” dedi minnettar olduğunu belli eden bir sesle.
Genç adam omuzlarını silkerek yanıtladı önce. Sonra da “ Sorun yok prenses. Dikkatli ol buralar oldukça dikenlidir. Yeniden yaralanabilirsin” diyerek karşılık verdi. Kızın hiçbir şey söylemeden öylece kendisine baktığını gördüğünde ne diyeceğini bilemedi. Onunla kafasında defalarca kez sohbet etmişti ama gerçek hayatta o kadar kolay olmuyordu. Okyanusu vadeden gözlerine her bakışında boğulacağını hissediyordu. Nefesi kesiliyordu.
O yüzden daha fazla şansını zorlamak istemiyordu. Üç yıldır uzaktan izlediği kızın elini tutmuş, ona dokunmuş ve gözlerinin içine bakarak konuşabilmişti. Belki adını bile ona söyleyememişti ama onunla konuştuğu gerçeği değişmiyordu. Bu kadarı bile hayallerinde olduğundan daha heyecan verici hissettirmişti. Güneş’e dokunmuştu. Ulaşılmaz olarak gördüğü, yakıcı güneşe dokunmuştu…
Konuşmayan kıza bakmak yerine, yere bıraktığı odunları yeniden kucaklamak için sırtını ona dönmüş ve eğilerek odunları kucaklayıp Güneş’in aksi istikametinde yürümeye başladı. “ Bana prenses demekten vazgeçersen memnun olurum” diye seslendi kız. “ Üstelik adını bile söylemedin.”
Genç adama dünyaları verdiğini bilmiyordu Güneş. Belki de onunla konuşmasının bir anlamı bile yoktu. Ama genç adam Güneş’in bu hareketiyle yeniden doğmuş gibi hissetmişti. Adını sormuştu. Onu görmezden gelip yoluna devam etmek yerine adını sormuştu. Bu hayal edemeyeceği kadar önemli bir gündü. Güneşe dokunmakla bile yetinebilecekken güneş varlığını kabul etmiş görünüyordu. Koskoca gökyüzünün sahibi, ışığını bile ondan alan ayı fark etmişti.
Geriye dönüp bıraktığı yerde bekleyen kıza baktı. “ Prenses olduğun için prenses diyorum sana. “
“ Prenses değilim ben. Ve adını sorarken ciddiydim. Söyleyecek misin?”
“ Benim adım Umut. Umut Çelik” diye yanıtladı onu.
Ellerini ceketinin cebine sokan kız ona doğru yürümeye başladığında şaşırmıştı ama yüzüne yansıtmamaya çalıştı. Ne kadar heyecanlandığını anlarsa gider diye korkuyordu. Bunun olmasını istemiyordu. Tam önüne gelip duran kız, gözlerinin içine baktı. “ Ben prenses değilim. Herkes öyle olduğumu söylese bile öyle değilim.”
“ Şu an tam bir prensese benziyorsun ama” diye karşılık verdi.
Kaşlarını çatan kız ne demek istediğini anlayamamıştı ama sözlerinden de hoşlanmamıştı. “ Neden öyle söyledin ki? Ben şu an diğerlerinden farklı bir şey yapmıyorum. Görünüşüm de normal. Buraya da geldim. Odun aramaya çalıştım…”
“ Prenses ne kadar çabalarsa çabalasın asaletini gizleyemez, senin de gizleyemediğin gibi. Buraya ait olmadığın o kadar belli ki?”
Hoşnutsuz bir şekilde bakışlarını kaçırdı kız. Etraftakileri gördüğünde Umut’un ne demek istediğini anlamıştı. Hiç kimse kendisi gibi rahatsızlık duyuyormuş gibi görünmüyordu. Aksine herkes oldukça memnundu durumundan. Etrafta koşturanlar olduğu gibi yüklendiği odunlarla kamp alanına gidenleri de görüyordu. Kendisi ise odun bulamamakla kalmamış kendini dallarla yaralamış bir de yere düşmüştü. Ne kadar inkâr ederse etsin yabancı olduğu çok açıktı.
“ Boş yere çabalıyorum desene o zaman” dedi diğerlerine bakmayı sürdüren kız.
Umut, elindeki odunları yere bıraktı. Onun bir şeyler için gayret ettiğini biliyordu. Okulda duymuştu onu. Nefes almak istediğinden bahsediyordu. Üstelik ağlamıştı da. Dün ona yardım etmek istemiş ama cesaret edememişti. Ay ne kadar güneşin varlığını bilse de yine de ona ulaşamayacağı kadar uzağında yer alırdı güneş. Aynı gökyüzünde biri tüm ihtişamıyla parlarken diğer onun saçtığı ışığının parlaklığında görünmez oluyordu. Ay güneşi teselli edemeyecek kadar önemsizdi. Umut böyle düşünmüştü. Şimdi bu kadar çabalayan Güneş’e, bu şekilde davranmak acımasızlık olurdu.
“ Çabalamaya cesaretin varsa boşa değildir hiçbir şey. Eğer istersen yapabilirsin elbette” diyerek cesaretlendirmeye çalıştı kızı. Ne kadar kendisini dinlerdi bilmiyordu ancak işe yaramıştı. Okyanusu andıran gözleri gülümseyerek kendisine döndüğünde, nefesinin kesildiğini hissetti yine. Güneş ona her baktığında hissettiği gibi…
Nefes almak istemiyorum diye düşündü asılda içinde kaybolmak için yanıp tutuştuğu gözlere bakarak. O gözlerde nefessiz kalmaya ve boğulmaya razıydı. Ölümü o gözlerden gelecekse mutlulukla kabullenirdi.
“ Öyle mi? “diye sordu heyecanla. “ Nasıl yapacağım bunu?”
“ Sana yardımcı olabilirim?”dedi. Onun yanında kalabilmek için bu bahanenin arkasına sığınmıştı. “ Öncelikle odun bulmaktan başlayabiliriz” diyerek öneride bulundu.
Başını sallayarak onayladı Güneş onu. Sonrada sağına soluna bakarak odun aramaya başladı. Üst tarafında gördüğü dal parçasını almak adına yürümeye başladığında, Umut da onu izleyerek peşine takıldı.
Kuru yaprakların arasından çıkardığı ince uzun odun parçasını havaya kaldırıp kendisine gösterdi. “ Bu olur mu?” tam da ondan beklendiği gibi diye düşündü Umut. Hiçbir şey bilmiyor.
“ O elinde tuttuğun odunla semaver bile yakılmaz prenses” dedi alaylı bir şekilde. Ancak söylediği bir kelime kızı kızdırmayı başarmıştı. Çatık kaşlarla ona doğru bakmaya başladığında gülümsemesini gizlemek adına bakışlarını kaçırıp derin bir nefes aldı.
Güneş, elindeki odunu tehditkâr şekilde Umut’a doğru tuttuğunda, iki elini kaldırdı genç adam. Hayır gülmeyecekti. Bu hayal bile olsa sonuna kadar keyfini çıkaracaktı. Rüya bile olsa Güneş’i üzmek istemeyecek kadar ona aşıktı.“ Bana prenses deme. Adım Güneş. Anladın mı? Benim adım Güneş…”
Ancak bu tepkisiyle bastırdığı gülümsemesine daha fazla zincir vuramadı. Dudakları aralanıp gülmeye başladığında“ Evet, elbette Güneş” dedi eğlendiğini gizlemeden. Sonrada ellerini indirip biriyle ağzını kapatarak gülümsemesini bastırmaya çalıştı. Ancak başarısızlıkla sonuçlanan çabasına bu kez Güneş de eşlik etti. Neye güldüğünü bile bilmeden Umut’un kahkahalarına eşlik etti.
Elindeki odunu indiren kız gülümsemesi arasında elindeki dal parçasına bakarak, Umut’un az önce bahsettiği semaverin ne olduğunu düşünmeye başlamıştı. Nasıl bir şeydi de elindeki odun bile onu yakmazdı? Ne için kullanılıyordu da onu örnek vermişti?
“ Semaver ne?”diye sordu merakına yenilerek. Bilinmezliklerden hoşlanmazdı. Umut, bu soruyla yeniden gülmeye başlaması onu biraz utandırmıştı. Ancak daha çok kızdırmıştı. Gülünecek ne vardı ki?
“ Ah, doğru ya, sen bilmiyorsun Pren...” Güneş’in kısık gözlerini görünce prenses demekten vazgeçti. “ Çay demlemek için kullanılan bir nevi demlik. Daha nasıl açıklanır bilmiyorum. Bunu açıklamam gerekmemişti daha önce” diyerek açıkladı gülerek.
Beklediği şeyin ne olduğunu bilmiyordu ama Semaveri sorarken cevabın bu denli kolay olmasını da beklememişti. Daha bilinmez bir şey olduğunu düşünmüş ama bir nevi demlik olduğu ortaya çıkmıştı.“ Anladım” diyerek sırtını ona döndü kız. Sonra da kaldığı yerden odun aramaya devam etti.
Umut’un onayını alabilecek birkaç dal bulmayı başardığında ise oldukça mutlu olmuştu. Artık odun ve dalı ayır edebiliyordu. İş hayatında bu kadar detaylı inceleme yapması gerekmemişti. Hisse senetlerini takip etmekten, daha zordu bu iş. Yorulup bir ağacın altına oturduklarında taşıyabileceği kadar odunu bulmayı başarmıştı. Kamp alanından ne kadar uzaklaştıklarını bilmiyordu. Uzun süredir ormanlık alanın içinde olduğundan üşümüştü de. Hızını arttıran rüzgârda pek yardımcı olmuyordu.
Yine de burada olmasından dolayı pişman değildi. Zorlansa bile kendi tercihlerini gerçekleştiriyordu. Üstelik özgürce ne istiyorsa yapabiliyordu. Nazik davranmak zorunda değildi. Kibar görünmek kimsenin umurunda değildi burada. Kirlenmek, yaralanmak sorun değildi. Kimse bunun için onu azarlamıyordu. En son ne zaman yere oturduğunu bile unutmuştu. Şimdi ormanlık alanın içinde umursamadan kuru yaprakların üzerine oturuyordu. Elleri yaralanmıştı. Ancak odun toplamayı öğrenmişti.
Mutluydu… Hayatın tadını çıkarıyordu.
Sırtını ağaca yaslamak adına eliyle yere tutup kendisini geriye çektiğinde, avucuna değen sert bir cisimle durmuş ve ne olduğunu görmek adına yaprakları kenara itmişti. Eline aldığı kestaneyi tanımıştı. Daha önce doğal ortamında hiç kestane görmemişti ama sıklıkla yediği için hemen tanımıştı.
“ Kestaneyi sever misin?” diye sordu ceketinin fermuarını açan Umut. Avucundaki kestaneyi Umut’a gösterdi.
“ Daha önce hiç kestaneyi doğal ortamında görmemiştim. Canım istediğinde birileri benim için alırdı. Ama böylesi daha zevkliymiş. Nerede büyüyor?”
Gür bir kahkaha duyduğunda, biraz utanarak Umut’a bakmıştı. Kendisiyle alay ediyordu. Cahil oluşu onu eğlendiriyordu. Bilmemek ayıp değildi ama komik olduğunu görebiliyordu. Aniden önünde diz çöktüğünde çıkardığı ceketi kendisine uzattı. “ Üşümüş görünüyorsun.”
Güneş, kendisine uzatılan ceketin şaşkınlığını yaşıyordu. Üstelik kendisine ceketini vermeyi teklif ediyordu ancak üzerindeki ince triko kazak onu ormanın soğuğundan koruyacak kadar etkili görünmüyordu. Kendisinin üzerinde ince de olsa ceketi vardı. Onun ceketini de alırsa ısınırdı evet ama o zamanda Umut üşüyecekti. Bu biraz aç gözlülük gibi göründü gözüne.
Umut ise uzattığı ceketi almak yerine bakmaya devam eden kızın, ucuz olduğundan dolayı giyinmek istemediğini düşünüyordu. Başka türlü titremesine rağmen almak yerine bakmasının anlamı olamazdı. Biraz alınmıştı ancak onu yine de suçlamıyordu. Lüks içinde yaşayan bir prenses kendi yaşam tarzını anlayamazdı.
Ama yine de almasını istiyordu. Çok üşüdüğü, morarmaya başlamış dudaklarından belli oluyordu. Biraz daha bu şekilde kalırsa hastalanması kaçınılmazdı. Ceketini kendine çekip iki tarafından tutarak yeniden uzattı ona.“ Ucuz olabilir ama sıcak tutar seni. Yoksa hastalanabilirsin” diyerek giyinmesini istedi.
Güneş, yanlış anlaşıldığının farkındaydı. “ Hayır,” diye itiraz etti. “ Ben ucuz olduğu için tereddüt etmiyorum. Bunu umursamam ancak” eliyle kazağını işaret etti “ Sende kalın giyinmiyorsun. Ben hasta olmaktan kurtulurum ama sen hasta olabilirsin” diye açıkladı tereddüdünü.
Onun ince düşüncesi karşısında mahcup olan bu kez Umut olmuştu. Kendisini düşünüyor olması heyecanlanmasına neden olsa da bunu Umut olduğu için olmadığını biliyordu. Kendisinin hissettiği gibi duygular değildi ona bunu söyleten. Sadece insanlıktı. Ama bu bile yeterliydi mutlu olmak için. Güneşi onu soğuktan korumak istiyordu.
“ Beni düşünme. Soğuğa alışkınımdır ben. Sen değilsin ama. Hadi giyin” Güneş bu kez zorluk çıkarmadan Umut’un tuttuğu ceketi giyindi. Karşısındaki adam da zayıf görünüyordu ancak ceketinin içine düştüğü hesaba katılırsa o kadar da cılız olmadığını anlayabiliyordu. Fermuarını çektikten sonra ceketin içinde kaybolan kıza bakarak gülmeye başladı. “ İçinde kayboldun gerçekten de.”
Kollarından tutup ellerini açığa çıkardı ve ayağa kalktı. “ Teşekkür ederim. Ancak hastalanırsan sorumluluk kabul etmiyorum. Ceketini almamı sen söyledin” diye uyardı onu.
“ Sorun değil. Sana dava açmam endişelenme” dedi alayla. Kız haklıydı. Hava serindi ve üzerindeki kazak soğuğu engellemeye yetmiyordu. Yine de ona belli etmemeye gayret ediyordu. Centilmenlik yapmıştı ama şu an pişman olmak üzereydi.
Yüzüne doğru uzanan ele baktı. “ Bunlardan daha var mıdır?” diye sordu kız kestaneyi işaret ederek.
Başını yukarı doğru kaldıran genç adam kestane ağacı aramaya başlamıştı. Bir tanesi buralara kadar geldiyse yakınlarda ağacı olmalıydı. Güneş, sorusuna cevap vererek yerine yukarı bakmaya başlayan adamı izliyordu. Bununla ne yapmaya çalıştığını anlamamıştı. Allahtan sabır dileyip dilemediğini merak etse de sormadı. Bir anda bileğini kavrayan güçlü bir elle üst tarafa doğru yürümeye başladıklarında bunun beklediği cevap mı yoksa sadece soğuktan kaçış mı olduğunu bilmiyordu.
Bir ağacın altında durduklarında Umut’un işaret ettiği yere baktı. “ Biraz dikkat edersen burada istediğin kadar kestane bulabilirsin.”
Gördüğü kestaneleri toplamak adına yere eğildiğinde, parmaklarına batan dikenler yüzünden canı acıyıp dursa da yine de toplamaya devam etti. Kestanelerin nasıl yetiştiğini de öğrenmişti. Dikenin içinde büyüyen sevdiği lezzetleri toplama imkânı bulmuştu. Gelmeseydi bunların hiç birini göremeyecekti. Dikenlerden dolayı zorlandığını fark eden Umut’un, eline tutuşturduğu dalla dikenleri kenara iterek aralarından toplamaya devam etti. Başta biraz zorlansa da bu gün eğlendiği kadar eğlendiğini hatırlamıyordu. Arada Umut’la şakalaşarak ellerindeki dalları tokuşturup duruyor, soğuğu görmezden geliyorlardı. Babasına isyan ederek iyi yapmıştı.
Yeterli miktarda kestane topladığına kanaat getirdiğinde, geldikleri yerlerden geri dönerek topladıkları dalları kucaklamış ve kampa doğru yürümeye başlamışlardı. Umut, kızın elindekilerin bir kısmını daha alarak ona taşıyabileceği kadarını bırakmıştı. Hepsini almak istemiş ama Güneş izin vermemişti. Ayrıcalıklı olmak istemiyordu.
Kamp alanına geri döndüklerinde, her şeyin hazırlanmış olduğunu görmüşlerdi. Ellerindeki odunları, odun yığınının üzerine bırakıp etrafı incelemeye başlamışlardı. Çadırlar inşa edilmiş, ateş yakılmış ve yemek kokuları etrafa yayılmaya başlamıştı bile. Güneş, kokuları alana kadar acıktığını hissetmemişti ancak nefis kokular karnının guruldamasına neden olmuştu. Panikle elini kanına koyarak çıkan sesleri engellemeye çalışmış ama Umut’un gülümsemesini bastırmak adına dudaklarını ısırdığını gördüğünde boşa çabaladığını anlamıştı.
“ Güneş”
Lale’nin sesini duyduğunda bu nedenle normalden çok sevinmişti. Yanına doğru hızlı adımlarla ilerlerken arkasından gülen adamın gözlerini sırtında hissediyordu. Ama yine de geriye dönmedi. Bakarsa alaylı ifadesiyle karşılaşacağını biliyordu. Ona bu zevki vermeyecekti. Onun yerine kaçmak daha cazip gelmişti gözüne. Kaçmak yerine yüzleşmeyi kendine ilke olarak edinen kız, bu kez Umut’un eğlenen ifadesiyle yüzleşmek yerine kaçıyordu.
Bu gün hayatında ilkleri yaşamaya devam edecek gibi görünüyordu. Ve nedense bu durumdan tarifi imkânsız bir keyif alıyordu.