HAKKARİ

1572 Words
Ben Zeliha. Yirmi dört yaşındayım. Ankara’da doğdum büyüdüm. Üniversiteden mezun olur olmaz öğretmen olarak atandım. Hakkâri... Haritaya bakınca uç bir köşe gibi görünse de, benim için bir vatan parçasıydı. Ve ben bu toprağın her karışına bir harf öğretmeye yemin etmiş bir cumhuriyet kadınıydım. Annemler benim gitmemi istememişti ilk başta ama ben ne yapıp edip ikna etmiştim. Oradaki çocukların bana ihtiyacı vardı. Korkularımızla yüzleşmek gerekti. Tehlikeli bir bölgeydi belki ama ben bunu yapacaktım. "Kızım kahvaltı hazır gel artık" annemin sesi beni düşüncelerimden ayırmıştı. "Geliyorum anne" dedim ve hemen yerimden kalkarak banyoya ilerledim. işlerimi hallettikten sonra hemen sofraya geçtim. "Günaydın annem" dedim yanağında öperek yanına oturdum. "Günaydın deli kız" dedi ve gülümsedi. Ailemi çok seviyordum. Her ne kadar benim için endişelenselerde ben kararımı vermiştim ve onlarda bu karar saygı duymuştu. "Babam nerde" diye sorudm merakla. "Ekmek almaya çıktı gelir nerde olsa" Annemin cevabıyla başımı salladım. Elim bardağa uzanırken bir an duraksadım. İçimde garip bir sıkıntı vardı. Heyecan mıydı, korku mu, yoksa bilinmezliğe doğru atılan ilk adımın ağırlığı mı… adını koyamıyordum. Ama bir şeyden emindim: Bu yol, geri dönüşü olmayan bir yoldu. Tam lokmamı ağzıma götürüyordum ki kapı açıldı. Babam, elinde bir poşetle içeri girdi. Hava soğuktu, elleri üşümüş gibiydi. Üzerindeki paltodan hâlâ dışarının ayazı sızıyordu. Gözleri bir an bana takıldı. O bakışta hem gurur vardı, hem endişe. "Sabahın ilk ışığıyla ayakta bizim öğretmen hanım," dedi gülümseyerek. Ben de gülümsedim. "Hazırım baba. Valizim bile kapalı." Poşeti mutfak tezgâhına bıraktıktan sonra yanıma geldi, başımı okşadı. "Aferin sana. Güçlü ol. Orada görev yapmak kolay değil. Ama sen bu ülkenin her çocuğuna bir harf öğreteceğim diye yola çıktın. Bu, sıradan bir iş değil. Sakın unutma; senin gittiğin yer, sadece bir şehir değil. Sen, orada bir umut olacaksın." İçim titredi. Gözlerim doldu ama belli etmedim. Sadece başımı salladım. Kahvaltı sessizlik içinde tamamlandı. Herkesin boğazına bir şey düğümlenmişti. Annem sofrayı toplarken sessizce yanıma geldi, elime küçük bir bohça tutuşturdu. "Bu da yanına kalsın. İçine senin sevdiğin birkaç şeyi koydum. Yalnız hissettiğin zamanlarda açarsın, olur mu?" Otobüs saatim yaklaştığında vedalaşmalar başladı. Kucaklaşmalar, sıkı sıkı sarılmalar, sessiz dualar… Her şey sanki o evin içinde kalmıştı da, ben başka bir hayata uğurlanıyordum. Yol uzundu. Saatlerce süren bir yolculuk… Dağlar, vadiler, virajlar. Uçsuz bucaksız topraklar. Her kilometrede yüreğim biraz daha ağırlaştı. Şehre yaklaştıkça askerî kontrol noktaları görünmeye başladı. Her biri bana yeni hayatımı fısıldar gibiydi. Sonunda Hakkâri’ye ulaştım. Devasa dağların eteğine kurulmuş, sert ama onurlu bir şehir. Sanki dağlar hem şehir halkını koruyor, hem onları saklıyordu. Beni karşılayan kişi bir subaydı. Resmî görevli. Elindeki belgelerle kimliğimi kontrol etti. "Zeliha Kaya?" dedi. "Benim," dedim. Kısa bir selamlaşmanın ardından beni askeri lojmana götürecek araca bindim. Sürüş boyunca camdan dışarıya bakarken kendimi düşündüm. Artık her şey resmiydi. Artık geri dönüş yoktu. Lojman, küçük ama düzenli bir binaydı. Bahçesinde birkaç çocuk bisiklet sürüyordu. Sessiz bir yerdi. Dağların gölgesi buraya kadar uzanmıştı. Anahtarım teslim edildi. Birinci kattaki küçük daireye yerleştirildim. Kapıyı açtığımda bomboş bir sessizlik karşıladı beni. Ama bu sessizlik ürkütücü değil, sanki “hoş geldin” der gibiydi. Valizimi bir kenara bıraktım, perdeyi araladım. Pencereden Hakkâri’nin dağlarına baktım. "Başladık Zeliha," dedim kendi kendime. "Burada olmanın bir sebebi var. Şimdi zamanı gelince her harfi bir çocuğun yüreğine yazacaksın." eve yerleştim hemen güzel bir daireydi. iki oda bir salon sade bir mutfak. ve banyo. bana yeterdi. hemen odalardan birine yürüdüm doğru gelmiştim yatak odasıydı. Valizimi yatağın üzerine bıraktım. Kıyafetlerimi yavaşça yerleştirdim dolaba. Annemin bohçasını başucuma koydum, sanki dokunduğumda onun elleri tenime değecekmiş gibi… Kalemliğimi, defterlerimi, kitaplarımı sıraya dizdim. Çekmeceye bir fotoğraf yerleştirdim—annemle babam, gülümseyen iki yüz. Pencereye yürüdüm. Karşımda boylu boyunca uzanan dağlar vardı. Onlarca sırrı içinde saklayan, nice hikâyelere tanıklık etmiş sessiz birer bekçi gibiydiler. Bir an gözlerimi kapadım, içimden bir dua ettim: "Allah’ım, beni buraya getiren niyetimden ayırma. Evlatlarımıza bir harf, bir cümle öğretmeden dönmeyi nasip etme." Gece erkenden yattım. Uyuyabildim mi, hayır. Ama en azından gözlerimi kapatıp hayaller kurdum. Sınıfı düşündüm. Küçük elleri, heyecanlı bakışları… Sabahı zor ettim. ** Ertesi gün, saat henüz yedi olmadan uyanmıştım. Üzerime ütülü gömleğimi geçirdim, atkımı boynuma sardım. Aynada kendime son kez baktım. "Sen artık Zeliha öğretmensin." dedim aynadaki yansıma gözümün ta içine bakarken. Okul binası, lojmana sadece birkaç sokak mesafedeydi. Yol boyunca yürürken mahalleliyle selamlaştım. Birkaç çocuk "öğretmen geliyor!" diye koşarak okul bahçesine haber taşıdı. İçim sevinçle doldu. İlk ders zilinden önce müdür beyle tanıştım. Sıcak karşıladı. Ardından sınıfa girdim. Göz göze geldiğim her minik yüz, yüreğimin üzerine bir sıcaklık gibi düştü. "Ben Zeliha öğretmen. Bundan sonra sizinle birlikte olacağım," dedim. Çocukların gözlerinde merak, çekingenlik, biraz da hayranlık vardı. Dersin ilk dakikalarında adlarını öğrenmeye başladım. Güldük, konuştuk. Defterlerini dağıttım, ilk kelimemizi yazdık: “Barış”. Tam da bu toprakların ihtiyacı olan şeydi bu. Barış... Ama… Kapı birden ardına kadar açıldı. Bir çocuk çığlık atarak sınıfa girdi: “Öğretmenim, dışarıda silah sesleri var! düşman geliyor!” Donakaldım. Gözüm pencereye kaydı. Bahçede panik vardı. Çocuklar sağa sola kaçışıyordu. Ardından kalbimi söken o ses… Silah sesleri. Koridordan bağrışmalar, çığlıklar yükseldi. Sınıf kapısına yöneldim ama birden arkamdan biri beni kavradı. Maskeli, silahlı biri… Çocukların gözleri önünde, beni kolumdan çekerek sınıftan çıkardılar. "Kımıldama!" dedi içlerinden biri. Diğerleri ellerinde silahlarla bağırıyordu. Okul binasını sarmışlardı. Teröristlerdi. Bir an çocuklara baktım. "Korkmayın!" dedim onlara. Gözümde yaş, sesimde titrek bir kararlılıkla. "Size bir şey yapamayacaklar." "Onlara bir şey olmasın istiyorsan sen bizle geleceksin öğretmen" dedi içlerinden biri. çocuklar korkuyla bana bakıyordu. "Tamam yeterki onlara bir şey yapmayın geleceğim" dedim. Beni kolumdan tutarak sürüklemeye başladılar. Kolumdan öyle bir çekti ki, neredeyse yere kapaklanacaktım. Ayakta durmaya çalışıyordum ama dizlerim titriyordu. Okulun koridorlarında yankılanan çocuk çığlıkları hâlâ kulaklarımdaydı. Beni sürükleyerek dışarı çıkardıklarında gözüm bir an gökyüzüne takıldı. O an içimden sadece bir dua geçirdim. “Allah’ım, çocuklara bir şey olmasın…” Kamyonetin kasasına iteklediler beni. Başımı çevirip okul binasına son bir kez baktım. Pencereden yüzünü cama dayamış bir çocuğun gözleriyle göz göze geldim. Ağlıyordu. Elleriyle camı yumrukluyordu. “Zeliha öğretmenim!” Kalbim orada kaldı. Kasa kapandı. Karardı her şey. — Yol uzundu. Dağların içine doğru kıvrılan patika yollarda ilerlerken, araç her tümsekte zangır zangır sallanıyor, her sarsıntıda bedenim bir kenara savruluyordu. Ne kadar sürdü bilmiyorum. Belki saatler… belki bir ömür. Sonunda bir mağaraya benzer bir yere getirdiler beni. Ellerimi bağladılar. Üşüyordum. Tüm bedenim titriyordu, hem korkudan hem soğuktan. İçlerinden biri -diğerlerinden daha yaşlı ve sert bakışlı olanı- karşıma geçti. “Burada öğretmenlere yer yok,” dedi. “Senin o anlattığın cumhuriyet masallarını biz yemeyiz. Burası senin sandığın yer değil. Burada kurallar bizim!” Dişlerimi sıktım. Cesur görünmeye çalıştım ama boğazım düğüm düğümdü. “Ben sadece öğretmenim,” dedim. “Çocuklara bir şey öğretmekten başka bir amacım yok.” “İşte o yüzden buradasın!” dedi bağırarak. “Sizin gibi öğretmenlerin burada ne işi var? Biz kendi dilimizi, kendi yolumuzu öğretiriz çocuklara. Sizin masallarınızı değil!” Sesim titredi ama geri adım atmadım. “Ben masal anlatmadım,” dedim. “Ben sadece vatanımı sevdim…” Omzuma sert bir darbe yedim o an. Gözüm karardı. Başımı yere eğdim. Gözüm yan tarafta, bir taşın kenarına kazınmış küçük harfleri gördü. Bir isim… “Aslı.” Biri daha buralardan geçmişti. Belki benim gibi bir kadın, belki bir başka öğretmen… ***** Her yer karanlıktı sahi neredeydim ben. En son öğretmenlik için atandığım şehir olan Hakkariye gelmiştim. Şimdiyse teröristlerin elinde bir esirdim. 3 gündür buradaydım. annem babam beni ne kadar merak etmişlerdir şimdi. ne olacaktı ne yapacaklar bana. Korkuyorum çok korkuyorum ölecekmiydim yoksa dahamı kötü. "Kalk ayağa türk kızı gidiyorsun" dedi adam. Başımı hafifçe kaldırdım "nereye gidiyorum" sesim cılız çıkmıştı yaptıkları işkencelerden sonra ayakta duramaz haldeydim. "Ölüme gidiyorsun öğretmen. Güzelliğine yazık olacak eglenirdik belki seninle ama ölümün çabuk olacakmış" için ürpermişti. "Senin gibi bir şerefsizin bana dokunmasındansa ölmeyi yeğlerim" dedim. "Kes sesini kalk ayağa" güçlükle ayağa kalktım ölüme gidiyorsum. ölmekten korkuyormuyum asla. Ayağa kalktığımda bütün bedenim titriyordu. Dizlerim, bileklerim bana ihanet eder gibi gevşiyordu ama gözlerimi ondan ayırmadım. O adamın yüzündeki soğukluk, cehennemden gelen bir sessizlik gibiydi. "Gitmekten başka çaren yok," dedi alaycı bir sesle. "Ama bil ki, senin ölümün bu sınırların en sessiz, en acı ölümü olacak." Adımlarımı saymaya başladım. Her biri ağır, her biri bir ağırlık taşıyordu üzerimde. Kalbimse çılgınca atıyordu, ama korkmuyordum. Ölüm bile benden daha korkak olamazdı artık. Birden arkamdan gelen o soğuk nefesi hissettim, yüzüme doğru yaklaştı. "Son sözlerin olsun," dedi. Gözlerimi kapattım. İçimde bir yerde, binlerce sessiz dua yükseliyordu. Vatan için, sevdiklerim için, kendim için… Karanlık koridorda adımlarım, nefesimle yarışıyordu. Elleri bağlı, çaresizce sürükleniyordum. Her adımda kalbim göğsümden fırlayacak gibiydi. Ölümün soğuk nefesi ensemdeydi. Beni ıssız bir alana götürdüler "Ölüme hazır mısın Türk kızı" konuşmadım. Yüzüne bile bakmadım. Ölümse ölürdüm kimseden korkmuyorum Allah'tan başka. Silahını kafama yasladı tam tetiği çekeceği anda silah sesleri duyulmaya başladı ve bütün düşman yere yığıldı bir tek silahı kafama dayayan adam vurulmamışdı. titriyordu korkudan. "Kim var lan orda" diye bağırdı. Dağın yamaçlarından askerler inmeye başladı. "Uzun zaman oldu ha Baran" dedi bir asker. "Binbaşı" dedim adam. "Ta kendisi şimdi o silahı indir yoksa beynini dağıtırım" adam önce ne yapacağını bilmedi sonra askerlerin çok olduğunu görünce silahı indirdi. "Bunun hesabını vereceksin binbaşı" dedi adam. askerler onu yakalayıp elini bağladılar. "Göreceğiz Baran kim kime hesap veriyor" dedi ve bana doğru yaklaştı asker. Ben geri çekildim korkmuştum hemde çok fazla. "Merak etme sana Bir şey yapmayacağız buraya seni kurtarmaya geldik" dedi. Elini uzattı. Titreyen ellerimi nazikçe tuttu, ayağa kalkmama yardım etti. Dizlerim hâlâ titriyordu, ama o güçlü kolların arasında biraz güç buldum. Kolları sardığında, sıcaklığı bedenimi sardı. Gözlerine baktım; orada hem bir savaşçının kararlılığı hem de bir insanın şefkati vardı. Nefesim düzensizdi. Vücudumun gücü tükenirken, bu güven veren kucakta dayanamadım. Başım ağırlaştı, göz kapaklarım kapandı ve kendimi karanlığın kucağına bıraktım.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD