Diyarbakır… Kalabalıktı, soğuktu, yabancıydı. Ama ben korkmadım. Gece gündüz ders çalıştım. Uykusuz sabahlarda gözümden yaş akarken, hep şunu söyledim: “Bitince döneceğim. Elimde diplomam, başım dik… döneceğim.” Ve döndüm. Dört yıl sonra. Ama dönüşüm, benim düşündüğüm gibi olmadı. Ben köye bir meslek sahibi olarak, bir kadın olarak döndüm. Ama onların gözünde hâlâ evlendirilmeyi bekleyen “büyümüş bir kız çocuğu”ydum. Ve kalbim? Kalbim o dört yıl boyunca aynı adama aitti. Dijwar. Kuzenim. Çocukluğum, ilk sevdam. Onunla büyümüştük biz. Aynı avluda saklambaç oynamıştık, aynı tabaktan yemek yemiştik. Hiç “seni seviyorum” demedik ama bilirdik. Ben onun kalbindeydim, o da benim. Döndüğümde bir akşam arka avluda beni bekliyordu. Duvarda oturuyordu, elleri ceplerinde. Ona doğru yürüdüm. Gözümün içine baktı ve dedi ki: “Biz evlenelim, Nazar.” “Yeter bu sessizlik. Herkes zaten biliyor. Biz de söyleyelim artık.” Gözlerim doldu. Başımı eğdim, sadece “tamam” diyebildim. Ama o “tamam”dan birkaç gün sonra… Annem bunu öğrendi. Gerçi içten içe biliyordu ya. O güne kadar hiç yükseltmediği sesi, ilk kez evin içini yıktı. “O kadının oğluna seni vermem! Ölürüm ama yine de vermem! Gerekirse o çocuğu öldürtürüm, Nazar! Duydun mu beni? Oğlunu o kadının oğluna vermem!” Ben… Donup kaldım. Sanki içimden biri çıktı, yerde kırıldı. Dijwar’a anlatamadım. Yalnızca sustum. Biraz zaman geçerse, biraz sabredersek annem ikna olur diye düşündüm. Ama olmadı. Bir sabah kahvaltıya indiğimde, halamın mırıltısını duydum: “Dijwar, nişanlanmış. Dün gece istemeye gitmişler.” İçime bir kor düştü. Dilimi yuttum. Kalbim, sanki birinin avucunda sıkılmış gibi… Yere düşmedi ama ezildi. O gün ağlamadım. O gece hiç uyumadım. Ve düğün günü geldiğinde… Sadece gittim. Herkes bana bakıyordu, kimse bir şey demedi. Gelinlik yanında, o güvendiğim çocuk duruyordu. Göz göze geldik. O bir şey demeye çalıştı, ama ben izin vermedim. Yaklaştım, başımı eğmeden dedim ki: “Mutluluklar.” Ve çıktım. İşte o andan sonra… Hiçbir şeyin anlamı kalmadı. Kadir girdi hayatıma. Onunla nasıl tanıştım demek bile yanlış. Tanışmadım. Annem tanıştırdı. Babam oturttu karşıma. Ben istemiyorum demedim. Zaten söz hakkım olduğunu kim söyledi ki? Bir gün baktım parmağımda nişan yüzüğü. Kız arkadaşlarım hayırlı olsun diyor, ben içimden “hayır” diye bağırıyordum. Bazen düşünüyorum da… Ben o düğün salonundan çıktığım gün aslında bitmişim. Ama o bitmiş halimle beni hâlâ birilerinin şekillendirmeye çalışması… En çok o koydu. Kadir’le nasıl evlendiğimi anlatmak zor. Çünkü bir kadın evlenirken ne hissederse, ben tam tersini hissettim. Ne bir heyecan vardı içimde, ne bir “acaba” duygusu. Sadece midemde kocaman bir taş… Sanki biri içime oturmuştu, kalkmıyordu. Nişanlılık süreci bile bana ceza gibiydi. Kadir sessizdi. Ama o sessizliğin ardında bir karanlık vardı. Gözlerime hiç bakmıyordu. Eline aldığı her şey, sanki kırmak içindi. Bardağı da… Sözü de… Beni de. Evlendiğimiz gece… Annem saçıma son tokayı takarken aynaya bakamadım. “Bak, ne güzel oldun,” dedi. Ama ben bir kefene sarılmış gibiydim. İçim ölmüştü çünkü. O gece… İlk gece… Kendimi bildim bileli korktuğum ne varsa, hepsi başıma geldi. Odaya girdiğimde kalbim o kadar hızlı atıyordu ki, bayılacak gibi oldum. Kadir kapıyı kilitlediğinde, kendimi çıplak hissettim. Ne kadar giyinik olsam da… Korumasızdım. Hiçbir şey sormadı. Hiçbir şey söylemedi. Yaklaştı. Ben geri çekildim. Yanaştı. Ben titredim. “Yapma…” dedim sadece. Oysa ne çok şey demek istiyordum. “Beni bırak. Dokunma. Bu gece benim değil. Ben senin değilim…” Ama o beni dinlemedi. Sanki ben bir eşya, bir borç, bir hakmışım gibi… Alıp sahip oldu bana. İlk defa o gece… Kendimden tiksindim. Sonra her gece… Her gece, ya sustum… ya ağladım. Ama en kötüsü? Annem yanıma her geldiğinde, gözümdeki morlukları gördü. İçeriden gelen sesleri duymuştu çünkü. Odanın duvarı taştı ama utanç, taştan daha geçirgenmiş meğer. Ne dedi, biliyor musun? “Kocandır. Döver de sever de.” İşte o an… O an içimde anneme dair ne varsa bitti. Artık onun kızı değildim. Sadece bir kadındım. Ve her gece dövülürken, her sabah kahvaltı hazırlarken, her misafirin önünde gülümserken… Ben bir tek şeyi öğrendim: Susmak. Susarsan daha az canın yanar sanıyor insan. Ama susmak, sesini içinden yutan bir canavara dönüşüyor. Ben susarak çürüdüm. Ama yine de İnci doğduğunda ilk kez içim ısındı. Bir sabah, kollarımda minicik ağlarken… “İşte bu,” dedim. “Bana kimse sormadan gelen tek sevincim bu çocuk.” Ben hayattan ne zaman vazgeçtim? İlk gece mi? Yoksa daha kötüsü geldiğinde mi? Kadir’le evliliğimiz, kâğıt üzerinde iki insanın bir araya gelişi gibi görünüyordu. Ama gerçekte… Bir kadının adım adım yok oluşuydu. Hiçbir gece benim değildi. Hiçbir sabah umut getirmedi. Ama bazı geceler… Bazı geceler var ki, insanın derisini bile hatırlamak istemediği izlerle doldurur. İşte ben o geceleri çok yaşadım. Gece yarısıydı. İnci yan odada uyuyordu. Yatağımın kenarında oturmuş, başımı eğmiş, saatlerdir dua eder gibi bir şeyler fısıldıyordum. Kadir kapıyı sertçe açtı. İçeri sarhoş gibi girdi. Sesi öyle soğuktu ki, hâlâ kulaklarımda çınlar: “Soyun. Yatağa geç.” Başımı kaldırmadım. Ne desem boştu, biliyordum. Yalvarmak da bir çare değildi ama bir cesaret, “İstemiyorum,” dedim. O zaman geldi. Kolumdan tuttu. İtiş kakışla üzerimdeki kıyafetleri çekiştirdi. Ben direndikçe daha da sertleşti. “Sen benimsin,” diye bağırıyordu. “Sen benim karımsın!” Küçük bir kız çocuğu gibi ağlamıştım. Ama sesimi duyan olmadı. Duysa da gelen olmadı. Beni yatağa fırlattı. Yorganı çektim üstüme. Saklanmaya çalıştım. Ama kaçacak bir yer yoktu. O gece… Sadece bedenimi değil, ruhumu da çırılçıplak bıraktı. Ve sonra… Sigara yaktı. İlk dumanı yüzüme üfledi. Kafamı çevirdim. O an… O anda öyle bir şey yaptı ki, insanın kendi teninden nefret edeceği anlardan biridir bu. Sigaranın kızgın ucunu sırtıma bastırdı. Bir anda, ciğerime kadar inen bir acı hissettim. İçimden bir çığlık koptu ama dudaklarım arasında hapsoldu. İnci duymasın sesimi diye. Sonra ne yaptı, biliyor musun? Güldü. Kendi yaptığına, kendi kudretine güldü. Ve o gece… Ben bir daha eski Nazar olamadım. Birkaç hafta geçti. Bir sabah, kapının önüne toplanan insan seslerini duydum. Kadınlar ağlıyor, erkekler birbirine haber taşıyordu. Kadir… Arabasıyla kaza yapmış. Sarp bir yolda hızla giderken direksiyon hâkimiyetini kaybetmiş. Aracı takla atmış. Parçalanmış. Ölmüş. Öylece. Bana geldiğinde haberi… Ne ağladım, ne sevindim. Sadece pencereye baktım. Havada bir rüzgâr vardı. İçimden tek bir şey geçirdim: “Demek adalet bazen gecikse de gelir.” Gün, Xıdırxan Konağı’nda her zamanki gibi başlamıştı. Sabah erken saatlerde Berzan, birkaç adamını yanına alarak ovaya doğru yola çıktı. Arkasından sadece tozlu bir yol ve her zamanki ağır sessizliği bıraktı. Nazar, avluda İnci’yi oyalıyordu. Küçük kız taşların üzerinde ip atlıyor, etrafa kahkahalar saçıyordu. Her şey sıradandı. Her şey… şimdilik. Öğleye doğru, rüzgâr yön değiştirdi. Gök griye döndü. Ve konağın büyük kapısına doğru bir araba konvoyu hızla yaklaştı. Bağırışlar, panik dolu sesler bir anda avluyu doldurdu: “Berzan Ağa vuruldu!” “Hemen açın kapıyı!” Kapılar açıldı. Ve gözlerinin önünde, iki adamın arasında, yüzü solmuş, kanlar içindeki Berzan belirdi. Omzundan vurulmuştu, gömleği kıpkırmızıydı. Yüzü sapsarı, adımları güçsüzdü. Kardeşleri, korumaları, konağın kadınları hemen çevresini sardı. “Hastaneye yetiştirelim!” diye biri bağırdı. Başka biri hemen karşı çıktı: “Hastane olmaz!” diyerek, “Doktor çağırın konağa!” Gülseren Hanım titreyen elleriyle dua ediyordu. Reyhan gözyaşlarını tutamıyor, herkes panik içinde birbirine emirler yağdırıyordu. Nazar… Bir adım geride, sessizce izliyordu. Ama o bir anda kararını verdi. Birden ileri çıktı. Sesi, şaşırtıcı bir şekilde net ve otoriterdi: “İzin verin, bakayım!” deyip nabzını kontrol etti, sonra, “Bekleyemez! Çok kan kaybediyor! Hemen odaya çıkarın!” Herkes sustu. Kimse hareket etmedi. Ama Nazar’ın bakışları emir gibiydi. Adamlar, Nazar’ın bu net emri karşısında tereddüt etmeden Berzan’ı kollarına aldılar. Ağır ağır üst kata, büyük misafir odasına taşıdılar. Berzan neredeyse bayılacak gibiydi. Başını arada bir sallıyor, göz kapakları düşüyordu. Odaya girdiklerinde Nazar hemen temiz bez ve sıcak su istedi. Ona sadece Emine Hanım destek çıktı, diğerleri şaşkınlıkla kenara çekildi. Nazar diz çöktü. Gömleğini hızla sıyırıp omzundaki yarayı açığa çıkardı. Kurşun sağ omzuna girmişti. Çıkış izi yoktu. Kurşun içerideydi ve kan durmadan akıyordu. Nazar hızlı hareket etti. Gelen sıcak suyla bezleri ıslattı, yaranın etrafını temizlemeye başladı. Bütün hareketleri bilinçliydi; bir çırpıda kanı durdurmaya, bölgeyi temiz tutmaya odaklandı. Berzan inledi ama sabretti. Gözlerini hafif aralayıp ona baktı. Yüzünde, acının arasına karışmış bir şaşkınlık vardı. Bir an sessizlik oldu. Sonra Berzan, zorlukla fısıldadı: “Anlıyor musun bu işlerden?” Nazar, başını eğmeden, elleri kanlı bezlerin arasındayken, sanki yıllardır bu cevabı vermeye alışkınmış gibi net bir şekilde söyledi: “Hemşireyim ben,” dedi. Berzan gözlerini kapadı. Yorgun bir nefes verdi. Sanki o anda sadece bedenini değil, sırtındaki koca yükü de birazcık Nazar’a bırakmış gibiydi.