4. Bölüm Fetih Timi Operasyon Başlasın

1275 Words
Fetih Timi Operasyon Başlasın Operasyon an meselesiydi. Gecenin koynuna bürünen dağ, sessizliğin içindeki fırtınayı saklıyordu. Telsizlerin sesi kesilmiş, gözler gece görüş dürbünlerine kilitlenmişti. Tetikte bekleyen tim, son emirleri almaya hazırdı. Ve o an geldi. Kulaklıklarından tanıdık bir ses duyuldu. Ertuğrul Binbaşı'nın sesi, karanlığın içinden yankılandı. Sesinde hem vakur bir teslimiyet hem de yürek titreten bir huzur vardı: "Evet çocuklar… Her biriniz hakkınızı helâl edin. Benim sizde hakkım varsa, son nefesime kadar helâldir." Telsiz bir an sessiz kaldı. Sonra Ertuğrul’un sesi tekrar duyuldu. Bu kez biraz daha yumuşak ama daha derinden gelen bir tonda: "Size bu gece bir kıssa anlatacaktım. Ama sonunu merak ediyorsanız, her zamanki gibi… Karargâhta buluşacağız." Bu cümle, timin kalbine ok gibi saplandı. Çünkü bu, hem bir dua hem de bir yemin gibiydi. Ertuğrul Binbaşı’nın kıssaları yalnızca hikâye değil; bir inanç, bir pusulaydı. Onları hayatta tutan, korkularının üzerinden geçiren birer manevi zırhı adeta. Görev, "Gabar, Temizlik, Hürriyet " başlığı altında yürütülen kritik bir operasyondur. Ve bu görevde her detay, devletin bekası içindir. Her adım, milletin istiklali adına atılacaktır. Kıssayı anlatmaya başlar; Bir gün Hz. Musa aleyhisselam, Rabbine yalvararak şöyle dua eder: "Yâ Rabbi, bana kullarının en günahkâr olanını gösterir misin?" Cenab-ı Hak ona şöyle buyurur: "Ey Musa, falanca beldeye git. Orada bir çalının arkasına gizlen. Sana gösterdiğim yerde sabırla bekle." Hz. Musa emredileni yapar, o beldeye gider ve çalının arkasında beklemeye başlar. Az sonra yaşlı bir adam, elinden tuttuğu küçük bir çocukla birlikte gelir. Adam sessizce dua eder, çocuğun başını okşar ve oradan ayrılır. Hz. Musa hayret içindedir. Kendi kendine şöyle düşünür: "Bu mu en günahkâr kul? Bu adam gayet mazbut, çocuğuna karşı da sevgi dolu." Zaman geçer. Hz. Musa bu kez yine Rabbine yönelir ve der ki: "Yâ Rabbi, şimdi de bana en hakiki, en sadık kulunu göster." Cenab-ı Hak aynı yeri işaret eder: "Yine git Musa. Aynı yerde bekle." Hz. Musa tekrar gider, aynı çalının arkasına saklanır. Bir süre sonra yine aynı adam ve çocuk belirir. Adam yine dua eder, çocuğun elini tutar, ama bu kez biraz daha yavaş yürümektedir. Bir baba gibi değil de, neredeyse çocuğun rehberliğinde… Hz. Musa şaşırır. Çünkü bu adam, az önce gördüğü en günahkâr kul değil miydi? Şimdi de en hakiki kul diye gösterilmiştir. Bunun üzerine Hz. Musa Rabbine sorar: "Yâ Rabbi, hikmetin nedir? Aynı adamı önce en günahkâr, sonra en hakiki kul olarak bana gösterdin." Cenab-ı Hak buyurur: Ertuğrul Binbaşı, telsizine son kez dokundu. "Devamı karargâhta. Herkes görev başına!" Emir netti. Sözünü tamamladığı anda parmakları kulaklıktaki başka bir tuşa kaydı. Sessizlik bir anda değişti. Kulaklıklarından yükselen melodi, Mozart’ın senfonilerinden biriydi. Yüksek tempolu yaylılar, çatışmanın kalbine doğru ilerleyen bir marş gibi çalmaya başlamıştı. Bu klasik tınılar, ölüm sessizliğinin üzerine bir örtü gibi serildi. Ve sonra... İlk kurşun ateşlendi. Ertuğrul’un nişangâhı titremedi. Parmakları soğukkanlılıkla tetiğe bastı. Mozart’ın ezgileri kulakların da yankılanırken, o bir sanatçı edasıyla hedeflerini temizlemeye başlamıştı. Kurşunlar senfoninin ritmine karışıyor, her vuruş bir nota gibi düşüyordu karanlığa. Gecenin sessizliğinde müzikle birleşen silah sesleri, bu operasyonun sıradan olmadığını ilan ediyordu. Askerler, Binbaşı'nın karizmasına ve kararlılığına güvenerek ilerliyor, her biri kendi bölgesine dağılıyordu. Herkes görevinin başındaydı. Herkes, son kıssanın karargâhta tamamlanmasını istiyordu. Çünkü bu gece, sadece bir operasyon değildi… Bu gece, tarihe düşen bir satır olacaktı. Ertuğrul Gazi, omuz omuza savaştığı askerleriyle birlikte operasyondan bir kez daha zaferle dönmüştü. Yüzlerinde yorgunluğun izleri olsa da, gözlerinde gururun ışığı parlıyordu. Karargâhın kapısından içeri girdiklerinde onları karşılayan iki tanıdık sima vardı: Banu ve minik Seyran. Seyran, henüz yeni yeni yürümeye başlamıştı. Üzerindeki minik asker kıyafetiyle sanki geleceğindeki mesleğin sinyallerini veriyor gibiydi.Adımlarını daha sağlam basmak için çabalıyor, düşecek gibi olduğunda ise gülümseyerek toparlanıyordu. Onun bu hali, yorgun yüreklerde bir bahar rüzgârı estiriyordu. Askerler sırayla eğilip onu sevdi. Kimisi alnına küçük bir buse kondurdu, kimisi kucağına alıp havaya kaldırdı. Her biri, o küçücük bedende taşıdığı umutla yeniden dirildi sanki. Seyran, sadece bir çocuk değildi onların gözünde. O, uğruna savaştıkları geleceğin en masum temsiliydi. Ve karargâh... İlk kez bu kadar sessizdi. Çünkü herkes bir an için savaşın değil, barışın kıyısında durmuştu. Küçük bir çocuğun tebessümü, bir milletin en büyük gücünden bile daha etkiliydi o an. Baharın serin akşamı, karargâhın bahçesine huzurlu bir hava serpmişti. Uzun ve zorlu bir operasyonun ardından askerler kamuflajlarını çıkarmış, birer birer banyolarını yapıp rahat kıyafetlerine bürünmüşlerdi. Savaşın sert yüzünden sıyrılıp, hayatın küçük mutluluklarına sığınmışlardı artık. Bahçede onları bekleyen iki özel isim vardı: Banu ve minik Seyran. Banu, her zamanki özeniyle çeşit çeşit kurabiye, tatlı ve börekler hazırlamış; Meryem Hanım’ın da desteğiyle masaları donatmıştı. Çayın kokusu bahçeye yayılmış, bardaklardan çıkan buhar havada ince bir zarafetle dans ediyordu. Askerler ellerine çaylarını alır almaz adeta uçarcasına bahçeye yönelmişti. Seyran, ortalıkta bir kelebek gibi dolaşıyordu. Elinde dayısı Ertuğrul’un tesbihi vardı. Minik elleriyle tesbihi sallar, zaman zaman da ciddi ciddi yürümeye çalışırdı. Tesbihin kıymetini bilmeden, onu bir bayrak gibi havaya kaldırıp savuruyordu. Onur, masaya yönelirken gülümseyerek seslendi: "Seyran Hanımefendi, o tesbihin kıymetini bil… Daha ona dokunmayan Allah’ın kulları var. Sen bayrak gibi sallıyorsun!" Askerlerin kahkahası, akşam serinliğine karıştı. O an, savaşın yorgunluğu değil; hayatın güzelliği konuşuluyordu bahçede. Tesbih sallayan minik bir çocuk, şefkatle donatılmış bir masa ve yeniden doğan bir umut… Ertuğrul Gazi, çay bardağından son yudumunu ağır ağır aldı. Gözleri çevresindeki askerleri tek tek taradı. Gülümseyen dudaklarının ardında hem bir teşekkür hem de ufak bir hesaplaşma gizliydi. Sonunda oturduğu yerden doğrulup tok bir sesle konuştu: "Evet beyler, yediniz, içtiniz, keyif yaptınız… Şimdi sıra geldi hesap ödeme vaktine!" Askerlerin gülümsemeleri yüzlerine mıhlanmış gibiydi. Ne geleceğini az çok tahmin ediyor, ama yine de Ertuğrul’un ağzından çıkacak cümleleri sabırsızlıkla bekliyorlardı. "Sabah size bahsetmiştim… Küçük kızımız Mizgin için yardım topluyoruz. Banu ablanız da bu işin öncüsü. Ama sizi tanıyorum ben; ‘yarın yaparız, sonra yollarız’ demeyin diye önceden tedbirimi aldım." Ceketinin iç cebinden birkaç zarf çıkardı ve masanın üzerine bıraktı. "Her biriniz için özel zarflar hazırlandı. İçinde yardım yapılacak IBAN numarası ve önerilen miktar var. Hadi bakalım… Pamuk eller cebe!" Askerlerin yüzlerinde bir tebessüm belirdi. İçlerinden biri gülerek mırıldandı: "Komutanım, sizden kaçış yok zaten…" Bir diğeri, zarfını alırken başını salladı: "Mizgin için canımız feda… Para da neymiş." Ertuğrul, onları izlerken içten içe gururlandı. Çünkü bu adamlar sadece cephede değil, hayatın her alanında omuz omuza durmayı bilen adamlardı. Komutan Onur. Boğazını hafifçe temizledi, sesini ciddiyetle ama alttan alta bir tebessümle yükledi: "Evet Komutanım, bir şey unutmadınız mı?" "Evet!" dedi tok bir sesle. "Madem hepiniz bir aradasınız… O zaman size kıssanın sonunu anlatayım." Askerler susmuştu. Masanın ortasında bir hikâyenin sıcaklığı düşüyordu kalplerine. Ertuğrul konuşmaya devam etti: "Hz. Musa bir gün Rabbine sordu: ‘Yâ Rabbi, bana en günahkâr kulunu göster.’ Rabbinden aldığı emirle bir çalılığın arkasına gitti. Ve orada bir adamla küçük bir çocuğu izledi. Aynı kişi, aynı çocuk… Zaman geçti. Musa Aleyhisselam bu kez ‘Yâ Rabbi, bana en hakiki kulunu da göster’ dedi. Rabbimiz onu yine aynı yere gönderdi. Ve karşısına yine o adamla çocuk çıktı. Hayret etti. Ve sordu: ‘Bu işin hikmeti nedir Yâ Rabbi?’ Ertuğrul’un sesi hafifçe yavaşladı. Kelimeleri artık daha derin, daha ağır çıkıyordu: "Cenab-ı Hak buyurdu: ‘Ey Musa, o çocuk babasına şöyle sordu: “Baba,dünyada en çok ne var?”?” Adam da cevap verdi: “Kum taneleri yavrum…” Çocuk tekrar sordu: “Peki, kum tanelerinden daha çok ne var?” Babası dedi ki: “Denizdeki damlalar evladım…” Çocuk yine sordu: “Denizdeki damlalardan da daha çok ne var baba?” O an adamın gözleri doldu, başını göğe kaldırdı ve şöyle dedi: ‘Benim günahlarım var yavrum…’ Çocuk, ‘Peki senin günahlarından daha çok ne var?’ deyince, babası sessizce gülümsedi: ‘Allah’ın rahmeti var yavrum… Allah’ın rahmeti…’ Ertuğrul bir an sustu. Nefesini tuttu sanki. Sonra o kadim cümleyi fısıldar gibi söyledi: "İşte... Benim rahmetime sığınan kullarımın tüm günahlarını affederim, buyurdu Rabbimiz…" "Bir gün sonra düşecekleri pusudan haberleri yoktu. O anlarda tek bildikleri, Neşe ile edilen tatlı sohbetin huzurudur."
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD