3. Bölüm İçini Kemiren Kurt

2194 Words
3. Bölüm İçini Kemiren Kurt Bejna, eşinin arkadaşından emanet aldığı araçla köy yoluna düştüğünde, gözlerinin önünden geçmişi film şeridi gibi akmaya başladı. Aracın direksiyonu her çevirdiğinde, sanki geçmişin kıvrımlı yollarında ilerliyordu. O köy... Çocukluğunun sus pus çığlıklarını saklayan o topraklara geri dönmek istemiyordu. Ne babaannesine özel bir sevgisi vardı, ne de o taş duvarlı evin soğukluğunu özlemişti. Ama içindeki bir ses, “gitmelisin” diyordu. Vicdanı, geçmişin küskün sesini bastırıyor, istemese de onu oraya sürüklüyordu. Zihni, annesini ve babasını kaybettiği o güne kaydı. O gün… O kara gün, hiç beklenmedik bir anda gelmişti. Basit bir trafik kazası denmişti. Ama onun için hayatın orta yerinde kopan bir fırtınaydı. Aynı anda hem annesini hem de babasını kaybetmişti. Bejna, o kazadan sağ çıkmıştı çıkmasına ama... her gün, her gece “Keşke ben de ölseydim,” diye dua etmişti. Çünkü kazadan sonra onu o raddeye getirmişlerdi. O günün ardından babaannesinin ona düşman gibi bakan gözleri geldi aklına. "Sen hâlâ burada mısın?" der gibi. Amcasının tok sesli çıkışları kulaklarında yankılandı: "Bu kız başımıza kaldı." Halaları ise ya yok saymış ya da açık açık dışlamıştı. “Bu kız şimdi ne olacak?” "Herhâlde hemen evlendirilir… Galiba başka çare yok," demişlerdi aralarında. Bejna, o günlerden geriye sadece suskun bir çocukluk, kırık dökük bir kalp ve derin bir yalnızlık taşımıştı. Ve şimdi, yıllar sonra o köye yeniden dönüyordu. Aynı evlere, aynı gözlere… Ama bu kez aynı Bejna değildi. Bejna, o günleri düşündükçe içi daralıyor, akrabalarına olan uzaklığı daha da artıyordu. Kalbindeki mesafe, kilometrelerden çok daha derindi. O koca ailede ona gerçekten sahip çıkan tek kişi büyübabası idi. Sessiz, ama yüreği şefkatle dolu bir adamdı. Elini tutmuş, başını okşamış, gözyaşlarını silmişti. Diğerleri ise... sanki Bejna sadece fazladan bir tabak, bir yük, bir masraftır onların gözünde. Sofraya her oturuşunda, yengesinin o ölçüp biçen bakışlarını hissederdi. Amcasının boğazına dizilen kelimeler, sabırla değil, zorla yutulan öfkeyle karışırdı. "Bu kız burada daha ne kadar kalacak?" diye sormazlardı belki, ama gözleri her şeyi anlatırdı. Bejna, küçücük yaşında anlamıştı: Sevilmek başka şeydi, tolere edilmek bambaşka. Ve yıllar geçse de o bakışlar değişmemişti. Yüreğinde kalan tortular, şimdi onu köye döndüren arabada yeniden kabarıyor, vicdanı ile öfkesi arasında bir yerde sıkışıp kalıyordu. O evde, o insanların karşısında dimdik duran tek bir kişi vardı: Büyükbabası Mehmet. "Bu çocuk, evladımın emaneti," demişti bir gün, tüm ailenin gözlerinin içine bakarak. "Kimsenin ona kötü söz söylemeye, yük gibi görmeye hakkı yok. Ben hayattayken Bejna’yı kimseye muhtaç etmem." Ve etmemişti de… Elinden gelen ne varsa, sessizce, gösterişsizce yapmıştı. Bir yandan torununa kol kanat gererken, diğer yandan içinde büyüyen yangını da kimseye belli etmemeye çalışmıştı. Ama evlat acısı, adamın yüreğini yakıp kavurmuştu. Mehmet dede, oğlunun ölümünden sadece üç ay sonra, bir sabah sessizce göçüp gitmişti. Ardında, yeniden yapayalnız kalan bir torun bırakmıştı. Ve o günden sonra, Bejna’nın üzerine yeniden gölgeler çökmüştü. Kinle, hesapla, dedikoduyla dolu o evin duvarları arasında, artık tek bir savunucusu bile kalmamıştı. O gözler… Yengesinin kıstığı, halalarının fısıldaşırken kaçırmadığı, amcasının sertleşen kaşları... Hepsi birleşip Bejna’nın kaderini çizmişti. Bejna, daha çocuktu. Ama on altı yaşında, beyaz bir gelinlik giydirilip yeni bir hayatın eşiğine itildi. Oysa sonra öğrendiği bir şey vardı. Acı bir gerçekti bu. O evlilik, onu korumak için değil… Onu “elden çıkarmak” için yapılmıştı. Tıpkı yük gibi görülen bir eşyayı bir kenara kaldırmak gibi. Araba köy yoluna saptığında, motorun sesi gitgide yavaşladı. Tozlu yollar, yıllar öncesinden tanıdığı gibi hâlâ çukurlu, hâlâ sessizdi. Aracın camından dışarı baktığında, kalabalık evlerin arasına sıkışmış o taş duvarlı evi gördü. Ve o an, Bejna’nın yüreği sıkıştı. Bir zamanlar gözyaşlarının içine aktığı, susarak büyüdüğü, gözlerinin sevgi aradığı o kapı… Şimdi önünde duruyordu. Arabanın motoru sustu. Derin bir sessizlik çöktü etrafa. O an, araç içindeki tek ses, Bejna’nın kalbinin telaşlı çırpınışlarıydı. Yavaşça kapıyı açtı. Ayağını yere bastığında, altındaki toprak bile sanki onu tanıdı. Ama Bejna, o toprağa artık ait olmadığını hissediyordu. Kapının tokmağına uzanırken içinden bir fısıltı geçti: “Sen buraya ait değilsin artık… Ama burada bir hesabın, yarım kalmış bir hikâyen var.” Kapı gıcırdayarak aralandı. Ve içeriden tanıdık bir ses yükseldi. Yengesi... Yıllar öncesindeki gibi aynı tonda, aynı ruhsuzlukla: "Sen mi geldin Bejna?" Sanki Bejna kendi isteğiyle gelmiş, burada huzur arıyormuş gibi... Oysa çağıran bizzat kendisiydi. Bejna başını dik tuttu. Ne o cümle, ne o bakışlar artık ona zarar veremezdi. Çünkü o artık eskisi gibi kırılgan değildi. Yaralarını kendi sarmış, içindeki kadını kendi elleriyle büyütmüştü. İçeri girdiler. Geniş koridor boyunca sıralanmış odaların her biri, ayrı bir hikâyeye açılıyordu. Her kapının ardında bir anı, bir kırgınlık, bir sessizlik saklıydı. Bejna, eşiğinden geçerken usulca selam verdi. Mizgin, bu eve ilk kez geliyordu. Tanımadığı her sesle ürküyor, annesinin elini daha sıkı tutuyordu. Yanlarından geçen biri öksürse bile irkiliyordu. Bejna'nın yengesi, kapının önünde onları karşıladı. "Hoş geldiniz," dedi, yüzünde hafif bir tebessümle. Gözleri Bejna'yı baştan aşağı süzdü. Bejna, artık tam anlamıyla bir kadındı. Boyu 1.75’ti, düzgün fiziği, yüzünün doğal güzelliği dikkat çekiyordu. Onu gören biri, annesinin gençliğini hatırladı. Babası, o kadına ilk görüşte âşık olmuş; vermedikleri için kaçırmıştı. Her gece masal anlatır gibi bahsederdi ondan. O kadın, Mizgin Hanım’dı. Kızına da onun adını vermişti. Gerçi resmi olarak eşinin babaannesinin ismi konmuştu ama Bejna, kendi kızını hep "annem" diyerek sevmişti. Yengesinin elini usulca öptü. Kadın dimdik durmuş, sanki çok büyük şeyler başarmış gibi kibirli bir bakışla Bejna’ya bakıyordu. Oysa gerçek başkaydı. Bejna’ya bir kere olsun fikri sorulmamıştı evlendirilirken. Okumak istediğini söylediğinde amcasından tokadı yemiş, yengesi ise bu isteği daha da alevlendirmişti. “Okursa elimizde tutamayız. Elin herifleriyle fingir demeye başlar. Gözümüzün önünde olmaz, sonra köyde laf çıkar, namusumuz lekelenir!” demişti. Bu zehirli sözler amcasının içine işlemişti. Sonunda Bejna’yı hem evinden hem de hayallerinden uzaklaştırmışlardı. Şimdi ise işler değişmişti. Yengesi, kızlarını okutmuş, her biri başka şehirlerde meslek sahibi olmuştu. Evlenmişlerdi. Ancak yılda bir, belki hatır için, ailelerini ziyarete gelirlerdi. Bejna’nın dört kuzeni vardı. Üçü kız, biri erkekti. Erkek olan, bir türlü bir baltaya sap olamamıştı. Günübirlik işlerde çalışıyor, hâlâ babasının eline bakıyordu. Ne var ki köyün en zengin kızını kapmıştı. Ama kız, bu hayata sadece iki yıl dayanabilmişti. Sonunda başkasına kaçmıştı. Tabii bu evde bu gerçek asla söylenmezdi. Sözde oğlan onu evden kovmuş, kız da başka birine sığınmıştı. Yengesi, Bejna’yı evin arka tarafındaki odaya götürdü. Orada, yılların izini taşıyan bir yatakta babaannesi yatıyordu. O oda, geçmişin küf kokusu gibi sinmişti duvarlara. Sessiz ama yüklü bir bekleyiş vardı içeride. Bejna, içeri adımını atar atmaz yaşlı kadın gözlerini araladı. Gözlerinde şaşkınlıkla karışık bir mahcubiyet vardı. Yıllardır görmemişti Bejna’yı. En son, gelinlikle çıkmıştı bu evden. Gidişi sessiz olmuştu ama ardında konuşulmayan nice söz, boğazda düğüm kalan nice anı bırakmıştı. Babaannesi, bir zamanlar onu görmeye bile tahammül edemeyen o kadın, şimdi elini uzatıyordu. Öpmesi için… Bejna, hissetmese de sevgiye benzer bir saygı ile yaklaştı. Sevmediği hâlde kırmamayı seçti. Çünkü anne ve babasından aldığı terbiye bunu gerektiriyordu. Bejna, onlardan öğrendiği her değeri bir miras gibi sahiplenmiş, yıllar boyunca kalbinde saklamıştı. Yanında sessizce duran Mizgin, annesine daha da sıkı tutunuyordu. Anlamadığı ama sezdiği bir geçmişin yükü vardı havada. Küçük kız, Bejna’nın eteğine tutunmuş, sığınacak bir liman gibi annesinin bedenine yaslanmıştı. Bejna, dimdik duruyordu şimdi. Bir zamanlar ardına bakmadan çıktığı o kapının eşiğinde, içini dağlayan her kırgınlığa rağmen kendine yakışanı yapıyordu. "Hoş geldiniz," dedi babaannesi, Bejna'yı süzerek. Gözleri Mizgin'e kaydı, inceleyici bir bakışla. "Bu çocuk... Gözleri neden puslu böyle? Eksik mi?" Bir anlık sessizlik oldu odada. Havanın rengi değişti sanki. Bejna, kızını kendine doğru çekti, gözlerini bir an bile kaçırmadan babaannesine baktı. Sesi ne bağırıyordu ne de ağlıyordu, ama içinde yılların suskunluğu vardı. "Hayır, eksik değil," dedi net bir ifadeyle. "Sizin kadar kör değil sadece... Tedavi olması gerekiyor." Yengesi hemen boğazını temizledi, ince ama belirgin bir öksürükle araya girmeye çalıştı. Uyarıydı bu; sus, daha fazlasını söyleme der gibiydi. Tam o sırada kapıdan bir ses yükseldi. Gür, tok ve otoriter. "Büyümüş de laf söylemeye başlamış!" Bejna’nın amcası içeri girdi. Kaşları çatık, sesi sertti. Babaannesine dönerek konuştu: "Kadıncağız kötü bir şey demedi! Saygıda kusur etme!" Bejna bir şey söylemedi. Elini Mizgin’in sırtında gezdirirken, gözleri yine yerdeydi. O anda neredeyse varlığını unuttukları biri konuştu. "Hoş bulduk, amca." Bejna'nın eşi, sessizliğini bozmuştu. Derin ama sakin bir ses tonuyla, kendini belli etti. Varlığı odadaki gerilimi biraz olsun dengelemiş gibiydi. Amcası, damadın yanına yaklaştı, elini sıktı. "Hoş geldin damat," dedi, yüzüne sahte bir gülümseme yerleştirerek. Ardından hemen bağırarak seslendi: "Hadi hanım! Sofrayı kurun bahçeye. Yoldan geldiler, bir şeyler yesinler!" Kadınlar mutfağa yönelirken Bejna, kızının başına bir öpücük kondurdu. İçinde hâlâ titreyen bir şeyler vardı, ama artık eskisi gibi içine atmıyordu. Ne geçmişin suskunluğu, ne bu evin soğuk duvarları onun anneliğine gölge düşürebilirdi. Sofra çoktan kurulmuştu bahçeye. Uzun masa, eski ama temiz örtülerle örtülmüştü. Etrafına sandalyeler dizilmiş, kadınlar son tabakları yerleştiriyordu. Bejna gelir gelmez kollarını sıvadı. Sanki eve misafir değilmiş de, evin yükünü taşıyan biriymiş gibi davranıyordu. Elinden hemen bir sürahi kaptı, tabakların yerini düzeltti, ekmek sepetini kontrol etti. Bu, onun için artık bir refleks olmuştu. Koşmak… Yetişmek… Eksikleri tamamlamak. Zaten günleri böyle geçmiyor muydu? Sabah erkenden kalkar, önce bir işe gider, sonra diğerine koşar, akşam eve dönüp hiç dinlenmeden ev işine koyulurdu. Bazen kendi yorgunluğunu fark etmeden, başkalarının yükünü sırtlanırdı. “Yoruldun mu?” diye soran bile yoktu çoğu zaman. Çünkü herkes onun hep güçlü, hep hazır olmasını bekliyordu. Kimse Bejna’nın da durmaya, iç geçirmeye hakkı olduğunu düşünmüyordu. Yengesinin mutfağa fısıltıyla verdiği direktifleri duymuştu. “Bejna zaten alışkın koşturmaya… Ona bırakın, tabakları o dizer.” Oysa bu evde bir zamanlar ona yer bile düşmemişti. Şimdi ise hem hizmet eden hem susan kişi rolüne sıkıştırılmıştı. Ama Bejna'nın içinde bu kez başka bir şey vardı. Sessizce yerleştirdiği her tabakta, görmezden gelinen yıllarının yankısı vardı. Gülümsemeden yaptığı her işte, geçmişe karşı sessiz bir direnç gizliydi. Kızını göz ucuyla izledi. Mizgin, sandalyesine oturmuş, elindeki oyuncakla meşguldü. O küçük beden, Bejna’nın bu hayatta başardığı en büyük şeydi. “Senin için dimdik dururum,” dedi içinden. “Bu sofrada değilsem de olur . Ama senin gözünde hep yerim olsun yeter.” Yemek yenmeye başlanmıştı. Tabaklar dolu, çatal sesleri birbirine karışıyordu. Konuşmalar cılızdı, kimse gerçek hislerini açık etmiyordu. Bejna, kızı Mizgin’in sandalyesini biraz daha kendine çekti. Küçük kız, çekingen bir tavırla yemeğini yemeye çalışıyordu. Gözleri görmüyordu ama gözlerin üzerinde olduğunu hissediyordu. Elini uzatıyor, sonra tereddütle geri çekiyordu. Kalabalık sofralar ona yabancıydı. Bu kadar çok gözün içinde olması, onu ürkütüyordu. Bejna ise alışkındı. Bir zamanlar kendi de böyle ürkek otururdu bu sofrada. Sesi çıkmaz, lokmasını yutarken bile dikkatli olurdu. Şimdi ise o geçmişi hiç olmamış gibi kızının önüne yemeği koyuyor, nazikçe konuşuyordu. "Hadi kuzum... Bak bu senin en sevdiğin. Korkma, buradayım." Mizgin başını eğdi, ama annesinin gözlerindeki güveni görünce bir lokma aldı. Bejna'nın içi, kızının her çiğneyişinde biraz daha huzurla doluyordu. Bu sofraya onun için gelmişti. Onu korkudan değil, sevgiyle büyütmek için. Masada başka bir sohbet başlamıştı. Amcası, Bejna’nın eşine dönerek kaşlarını çattı. "Senin şu muhtarla ne işin var? Hayırdır?" Sesi alçak ama ima yüklüydü. Masadaki çatallar bir an durdu. Herkes fark ettirmemeye çalışarak kulak kesildi. Bejna’nın kocası gayet sakin bir şekilde yanıtladı: "Ufak bir iş varmış, yardım eder mısın? diye sordu … Şehirden misafirleri olacakmış galiba onlara tarla satacak herhalde onları dolaştıracağım. Benim tarlayıda gösterecek. " Amca, bıyıklarının altından gülümsedi. "Hmm… Muhtar kolay adam değildir. Neyse, hayırlısı." Bejna, eşinin bakışlarından onun bu soruya hazırlıklı olduğunu fark etti. Ama yine de içinden geçen huzursuzluğu susturamadı. “Yine bir şeyler çeviriyorlar. Her sorunun altı başka hesap. Bu evde açık sözlü olmak, susmaktan daha tehlikeli.” Bir anlığına yengesiyle göz göze geldi. Kadının bakışları anlamlıydı, ama ağzından tek kelime çıkmıyordu. Sanki herkes susuyor, ama gözler her şeyi haykırıyordu. Bejna, bir kaşık daha verdi kızına. "Bir lokma daha kuzum…" Bu sofrada yıllardır değişmeyen tek şey vardı: Herkes bir şeyler saklıyordu. Bejna, kızı Mizgin’in tabağını usulca önünden alırken göz ucuyla eşine baktı. Adam, hâlâ amcasıyla konuşuyordu. Kendinden emin cümleler kuruyor, el kol hareketleriyle anlattıklarını süslüyordu. Sesi sakin, bakışları rahattı. Yüzünde en ufak bir telaş emaresi yoktu. Ama Bejna'nın içi içini yiyordu. “Senin ne zaman bir tarlan oldu da şimdi satmak için köye geldin acaba?” Diye düşündü, gözlerini kısmadan. Ailesinden hiçbir şey kalmamıştı bu adama. Ne toprak, ne miras… Ne de köyde bağ kurabileceği bir geçmiş. Kocası, evliliklerinin başından beri çoğu zaman suskun bir adam olmuştu. Sessizliği sükûnet değil, sanki içini kaplayan bir sır perdesiydi. Bejna, onu tam anlamıyla hiç çözememiştir. Ama güvenmişti. Sevdiği için değil belki, huzurlu sanıp tutunduğu için. Ama şimdi... Şimdi o adam başka biriydi. Hiçbir işle ilgilenmeyen, çoğu zaman kendi köşesine çekilen o adam; şimdi köyde “iş takip eden” birine dönüşmüştü. Hem de muhtarın çağırmasıyla. Bejna'nın içi daha da sıkıldı. Muhtarı sevmezdi. Çocukluğundan beri köyün kenar köşesinde, karanlık tiplerle oturup kalkan bir adamdı. Asker düşmanıydı. Babası, bu adamı hiçbir zaman evine sokmazdı. Ama ne hikmetse, o adam her dönemde bir yolunu bulup yeniden muhtar seçiliyordu. Herkesin sustuğu, kimsenin yüksek sesle konuşmadığı konular onun etrafında dönüyordu. Bejna kaşığını tabağına bırakıp eşine tekrar baktı. Adam sanki yıllardır beklediği fırsatı bulmuş gibiydi. Her kelimesi hesaplı, her tebessümü ölçülüydü. Onu ilk kez bu kadar konuşurken görüyordu. "Hiçbir şey yapmayan bir adam, bir anda işler kovalamaya başlıyorsa..." Diye geçirdi içinden. "Ya para kokusunu almıştır, ya başka bir şeyin..." İçindeki kurdu susturamadı artık. Küçük küçük kemiren, her geçen gün biraz daha içini oyan o sesi... Ne kadar bastırsa da daha fazla sessiz kalamazdı. Bejna, kızına son bir bakış atıp sandalyesine yaslandı. Sessizce yemin etti kendine. “Takip edeceğim seni. Kimle görüştüğünü, neyin peşinde olduğunu öğreneceğim. Çünkü bu defa, sadece bana değil, kızımıza da hesap vereceksin.”
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD