O "Bejna'nın Sessiz Sınavı"
Bejna, günün yorgunluğunu omuzlarında taşıyarak eve girdi. Yanında, sessizce yürüyen kızı Mizgin vardı. Her adımda suçluluğu biraz daha ağırlaşıyor, vicdanı kızı için atıyordu. Ona kol kanat germekten hiç vazgeçme mişti. Hayatın acımasız yüzüne karşı, kızı savunmasız kalmasın istemişti.
Ama doktorun sözleri... Özellikle de Banû'nun uyarısı... Gözlerini açmasına neden olmuştu.
Artık anlamıştı: Mizgin, ona bağımlı bir hayatla yaşayamazdı. Kendi ayakları üzerinde durmayı öğrenmeliydi. Çünkü hayat kimseyi beklemez. Hele merhamet göstermeyi hiç bilmezdi.
Ama ya görmeyen gözlerle?
Nasıl başaracaktı bunu?
O gün, bir karar verdi Bejna. Eve döndüklerinde kızının beline bağladığı ipi çözecekti. Karar kolay değildi ama kalbinin derinliklerinden gelen bir ses, artık zamanı geldi diyordu.
İpi çözdüğünde Mizgin’in gözlerinde bir tedirginlik belirdi. Küçük elleri annesinin eline sarıldı. Gitmesin, bırakmasın ister gibiydi. Gözyaşlarına boğuldu. Ağlayışında, annenin yüreğini delip geçen o sessiz çığlık vardı.
Ama Bejna, gözlerini de kulaklarını da kapadı.
Bu kolay değildi... Lakin biliyordu. Kızı, annesi olmadan da hayata tutunmayı öğrenmek zorundaydı.
İpi çözdü. Ardından sessizce mutfağa geçti.
Tam o anda...
"Anne!" diye haykırdı Mizgin, incecik sesiyle. Ardından sendeledi, dengesini kaybetti ve yere düştü.
Bejna yerinden fırlamak üzereydi. İçgüdüsel olarak bir adım attı. Ama sonra durdu. Kalbinin içinden yalnızca bir kelime fısıldadı:
“Dayan.”
Mizgin’in kendi başına ayağa kalkması gerekiyordu. Bejna, belki de anneliğin en ağır sınavını veriyordu.
Mizgin, her denemesinde yeniden düştü.
Her düşüşte, “Anne!” diye seslendi.
Bejna’nın içi paramparça olmuştu. Ama bir adım bile atmadı. Sadece uzaktan izledi… Sessizce. Hareketsiz.
İki elini ağzına kapatmıştı. Hıçkırıkları duyulmasın diyeydi bu çaba. Ama gözyaşları… Onları tutamıyordu.
Yağmur gibi süzülüyordu yanaklarından. Sessizdi, derindi, çaresizdi...
Kızının çabası, o minicik bedeniyle verdiği mücadele... Bejna’nın vicdanını lime lime ediyordu.
Ama dayanmalıyım.
Çünkü biliyordu: Her yardım edişi, Mizgin’in kendi başına yürüme ihtimalini biraz daha yok edecekti.
Mizgin son kez düştüğünde, küçük elleriyle etrafı yoklamaya başladı. Parmak uçları yerde bir dayanak ararken, sandalye ayağına temas etti.
Sımsıkı tutundu.
Tüm gücünü toplayarak, titreyen bedeniyle yavaşça doğruldu.
"Anne..." dedi yeniden.
Ama yanıt gelmedi.
Bu kez, elleriyle etrafı tanımaya başladı. Her eşya, onun için bilinmeyen bir dünyaydı. Her dokunuşta ya şaşırıyor, ya gülümsüyor ya da ürküyordu.
Duvarlara… Sandalyelere… Sehpalara…
Hepsine tek tek dokundu.
Sanki gözleri değil de elleriyle bir harita çıkarıyordu kendine.
Ve birden…
Adımları kapıya kadar ulaştı.
Güneşin sıcak ışığı yüzüne vurduğunda, bir an durdu. Başını göğe kaldırdı.
Sonra…
Gözyaşlarının yerini kahkahalar aldı.
Yüzünde, özgürlüğün ve başarının en saf hali vardı.
Sanki,
“Ben de yapabilirim.”
diyordu.
Bejna'nın Kaderi
Bejna henüz çocuktan sayılırdı ama kader ona çocukluk bile bahşetmemişti. Yokluk içinde büyümüştü. Annesiz, babasız kaldığında daha on altı yaşındaydı ve başını sokacak bir çatısı bile kalmamıştı.
Amcası, onun için tek çözümü bulmuştu: İlk isteyenle evlendirmek.
Ne bir söz hakkı tanımıştı ona ne de bir gelecek umudu.
Bejna, köyün en yoksul, içine kapanık, sevgiden yoksun bir adamına verilmişti. Ne bir tebessüm, ne bir şefkat görmüştü.
Çocuk yaşta kadın sayılmıştı.
Henüz büyümeden büyümek zorunda kalmıştı.
On yedi yaşında anne oldu Bejna.
Ama nasıl bir annelikti bu? Kucağında minicik bir bebek… İçinde büyümemiş bir kız çocuğu...
Kendisini bile koruyamamış iken, nasıl kol kanat gerecek?
Tarlalarda yevmiye ile çalışıyordu. Sabahın ilk ışığıyla küfesi sırtında, elleri nasırlı, bir lokma ekmek uğruna didinip duruyordu.
O gün, güneş her zamankinden daha yakıcıydı.
Sırtındaki bebeği güneşte kalmıştı. Bejna fark etmemişti. Gecenin sonunda, bebeğin ateşi bedenini kavuruyordu. Ellerinin titremesiyle dokundu yavrusunun alnına… Yanıyordu.
Ama köyde doktor yoktu. Ne ilaç vardı ne hastane…
Bebeği sabaha kadar ağladı.
Sonra…
Sessizlik çöktü.
Gözleri donuklaştı. Tepkileri azaldı. Zamanla öğrendi Bejna; yüksek ateş, kızının gözlerini almıştı.
Bejna artık sadece bir anne değil, bir vicdan yüküydü.
Her sabah, o gözlere baktığında kendi kendine fısıldadı:
“Koruyamadım... Sakınamadım…”
Bejna, geçmişin izlerini taşıyordu omuzlarında. Yaşadığı çaresizlik, içine çöreklenmiş bir yaraydı. İşte tam da bu yüzden, kızının da aynı karanlığa düşmesini istemiyordu. Onun da bir gün sahipsiz, savunmasız kalma ihtimali, geceleri uykularını bölen bir korkuya dönüşmüştü.
Belki… annesinin kaderi bir gün onu da bulacak.
Eğer ölürse…
Kızı kendi ayakları üzerinde durabilmeli idi. Kimseye boyun eğmeden, muhtaç olmadan…
Artık körlüğü bir engel olarak görmüyordu Bejna. Aksine, bu durumu aşılacak bir eşik, güçlenilecek bir basamak olarak kabul etmişti. Mizgin’in güçlü bir birey olması için her fırsatı değerlendirmeye kararlıydı.
Ama en büyük umudu...
Doktor Banû'nun bahsettiği göz nakli ameliyatıydı. Bejna durumu Banu’ya anlattığında ondan duydukları umut olmuştu Bejna’ ya.
("Bebekken geçirdiği o ateşli hastalık… Muanenin sonuçlarından anladığım 'herpes virüsü' görme yetisini kaybetmesine neden olmuş. Göz doktoru arkadaşıma göndermiştim sonuçları oda aynı fikirde. Ama annesi sadece gözlerinin içindeki o sönük ışıktan korkmuştu. Zamanla bulanıklaşan bakışları, hiçbir uğraşla canlanmayan. Bir yaşına geldiğinde artık tek gözüyle bile net göremiyordu. Yıllar sonra doktor Banu’nun tek çare: kornea nakli.")
İşte Bejna, bu hayal uğruna çalışıyordu.
Gündüzleri evlere temizliğe gidiyor, geceleri dikiş işleri yapıyordu. Her kuruşu bir kenara ayırıyor, her yorgunluğu sabırla yutuyordu.
Kızının yeniden görebilmesi, hayata gözlerini açabilmesi için…
Ama bu hayalini kimseyle paylaşmamıştı. Özellikle de kocasıyla.
Çünkü onun ilgisizliği, tepkisizliği artık yüreğini de dilsiz bırakmıştı. Bejna, bir şeylerin değişeceğine inanmıyordu. Ve belki de ilk kez…
“Bunu sadece ben yapmalıyım.”
diyordu.
İçinden sessizce kurduğu cümle hep aynıydı:
“Bu dünyada kimseye güvenemem, ama kızımın geleceğini kendi ellerimle inşa edebilirim.”
Gece Nöbeti
Banu, yine gece nöbetindeydi. Kliniğin loş ışıkları altında, gözleri bilgisayar ekranına takılmış, ama aklı bambaşka yerlerdeydi. Düşünceleri hep Mizgin’le meşguldü. Bejna'nın küçük kızı… Görme yetisi neredeyse yoktu. Banu, ona nasıl yardım edebileceğini düşünüyordu saatlerdir.
Tüm arkadaşlarına mesaj atmış, “Destek olmak isteyen var mı?” diye yazmıştı. Gönlünde tek bir dilek vardı: Mizgin’in gözlerini açabilmek… Dünyayı görebilmesi… Ve en çok da Bejna’nın yüzünde yıllar sonra bir tebessüm görebilmek.
Tam o anda, omzunda bir el hissetti. Birden irkildi.
Başını çevirince tanıdık bir yüzle karşılaştı. Ertuğrul abisi...
Hemen ayağa kalkıp boynuna sarıldı.
“Oo Binbaşım! Nasılsınız?” dedi neşeyle.
Ertuğrul, keyifli görünüyordu.
“Nöbette olduğunu duydum, bir uğrayayım dedim. Ben de yeni çıktım görevden,” dedi. Elinde taşıdığı poşeti açıp içinden çıkan kutuyu Banu’ya uzattı. “En sevdiğin tatlıdan aldım. Al bakalım.”
Banu, minnettarlıkla gülümsedi ama o gülümsemenin ardındaki gölgeyi Ertuğrul fark etmişti. Gözlerinin içi pek gülmüyordu.
“Bir şey mi oldu?” diye sordu kaygıyla. “Seyran iyi mi?”
“Evet, Seyran çok iyi. Ama... Sana bir şey anlatacağım. Gerçi bana kızmanı istemem, ama ben yine de anlatayım.”
Ertuğrul, karşısındaki sandalyeye oturup rahatça geriye yaslandı.
“Söyle bakalım, neymiş?”
Banu derin bir nefes aldı.
“Sen yardım etmeyi seversin ya hani… Herkes bilir bunu. İçten, koşulsuz yardımların… O yüzden aklıma ilk sen geldin.”
Ertuğrul kahkaha attı.
“Duygusal giriş yaptık, damardan giriyorsun yine! Hadi, gönder gelsin.”
“Bejna’dan bahsetmiştim sana. Hani şu güçlü kadın… Onun kızı Mizgin… Küçük yaşta yüksek ateşe bağlı bir göz hastalığı geçirmiş. Şimdi göz nakli gerekiyor ama maddi durumları çok yetersiz.”
Banu'nun sesi titremeye başlamıştı.
“Ben elimden geleni yapıyorum ama... yetmiyor Ertuğrul abi. Belki birlikte bir umut olabiliriz.”
Ertuğrul başını salladı. Ciddileşmişti artık.
“Kaç kişiyiz, kaç elimiz var, saymamıza gerek yok. El birliğiyle hallederiz. Sen sadece bana gerekenleri yaz. Mizgin’in gözleri açılacaksa, bu hayırda ben de varım.”
Banu’nun gözleri doldu. Bu gece, bir mucizeye daha yaklaşmıştı belki de…
Ertuğrul Binbaşı;
Ertuğrul, Harp Okulu’ndan mezun olduğunda henüz yirmi iki yaşındaydı. Üzerinde yepyeni bir üniforma, kalbinde babasının şehitlik mirasıyla ilk görev yerine gitmişti. Teğmen olarak başladığı bu yolda, sadece üç yıl sonra Yüzbaşı, ardından altı yıl sonra Binbaşı olmuştu.
Hiçbir terfisini torpille değil, disiplin ve liyakatle kazanmıştı.
Üstleri onu “sözü az, disiplini keskin” bir subay olarak tanırdı. Astları ise onu bir "ağabey" gibi görürdü sert, ama adil.
Askerliğe olan tutkusu, babasının şehadetinden sonra daha da keskinleşmişti. Ailesine hiçbir zaman fazla yakın olmamıştı. Annesiyle az görüşür, iki kız kardeşine ise hep mesafeli dururdu. Ama onların üniversite okuyabilmeleri, kendi ayakları üzerinde durabilmeleri için ne gerekiyorsa yapmıştı.
Ne var ki, hayatında bir kişi vardı ki…
Ona kan bağı olmadan da kardeş diye biliyordu.
Banu.
“Öz kardeşim olsaydı ancak bu kadar severdim,” derdi onun için.
Ve Banu’nun kızı Seyran…
Doğduğu günden beri Ertuğrul’un gözbebeğiydi. Her anında yanında olmaya çalışmıştır. Ona bakarken gözleri yumuşar, içindeki asker değil, içindeki adam konuşurdu.
Ama bir sevgi daha vardı ki, en çok onda büyür, en çok orada yeşerirdi:
Fetih Timi.
On iki kişilik özel bir ekip.
Çoğu ya yetim ya da hayatın sert yüzüyle erken tanışmış gençlerdi.
Ama Ertuğrul için her biri birer aslandı.
Çünkü savaşta en çok, sahipsiz yüreklerin cesareti değerliydi.
Her operasyon öncesi aynı totem tekrarlanıyor.
Ertuğrul Binbaşı kıssasını anlatıyor.
Bazen bir dervişten bahsederdi, bazen bir çocuğun rüyasından, bazen bir köyde geçen garip bir hikâyeden...
Ama her zaman aynı yerde dururdu.
“Devamı var…” derdi. “Dönüşte, karargâhta anlatırım. Merak edenler hayatta kalsın, yoksa devamını asla öğrenemezsiniz. ”
Sonra telsizden Mozart’tan sadece bir eser çalardı.
“Lacrimosa” ya da “Piano Concerto No. 21”…
Melodi başladığında timin gözleri kapanır, eller dua yerine konurdu.
Bu artık bir totemdi.
Bir alışkanlıktan çok daha fazlası.
Ve ne zaman dönerlerse…
Karargâhın sessiz odasında, Ertuğrul Binbaşı cümlesini tamamlar, kıssanın devamını anlatırdı. Her defasında bir ders, bir anlam, bir umut saklı olurdu son cümlede.
Sonunda…
On iki yürek bir olur, ayağa kalkar,
alkışlar içinde selam dururdu.
Çünkü Ertuğrul Binbaşı sadece bir komutan değildi.
O, hayatı savaşın içinde yeniden yazan bir öğretmendi.
Kıssalarıyla değil, yaşadıklarıyla iz bırakıyordu.
Ve şimdi…
Hayat, yeni bir sayfa açmak üzereydi.
Ertuğrul Binbaşı’nın yolu, Bejna’nın kırık dökük ama dimdik ayakta duran hayatına dokunacaktı. Bejna onun ve tüm timin hayatına dokunacaktı.
O, sadece bir yardımı dokunduğunu sanacaktı.
Sadece bir annenin gözyaşlarını dindirmeye çalıştığını…
Ama bilmeden, kendi yolunu da değiştirmiş olacaktı.
Çünkü Bejna da onun kaderine dokunacaktı.
Sarsılmaz gibi görünen duvarlarına ince bir çatlak düşürecekti.
Sessizliğine ses, yalnızlığına anlam olacaktı.
İkisi de bundan henüz habersizdi.
Hayat, ikisine de kendi oyununu fısıldamadan oynatıyordu.
Her biri kendi sancısını taşıyor, kendi gecesinde yolunu bulmaya çalışıyordu.
Ama zaman…
Zaman bir noktada o iki yolun kesişeceğini biliyordu.
Ve o gün geldiğinde…
Ertuğrul’un kurşun geçirmez zırhı Bejna’nın bir cümlesiyle delinmiş olacak,
Bejna ise ilk kez bir omuz bulacak dayanmak için.
Henüz bilmiyorlardı.
Ama kader çoktan harekete geçmişti.
Ertuğrul, Banu ile birer çay içmiş, yorgun gece nöbetinin ortasında kısa ama içten bir soluk aldırmıştı ona. Dertleştiler. Sessizce güldüler. Yılların dostluğu, aralarındaki her kelimenin altında görünmez bağlar gibi dokunuyordu.
Çayından son bir yudum aldıktan sonra hafifçe doğruldu.
“Ben kaçayım kuzen,” dedi.
“Seyran’a gideceğim. Uyandığında küçük prenses, karşısında beni görsün istiyorum. Sabah onu öpüp koklayıp öyle geçerim karergaha.”
Sonra göz kırptı.
“Timdekilere de mesaj attım. Hepsi yardım için sıraya girdi bile. Yarınki operasyonda da bir kıssa patlatırım, gaza gelirler yine. Onlara sabah bana hatırlatın su ile ilgili bir bilgi vereceğim dedim. Bazıları yazmış önce bana anlat binbaşım maaş kartım senindir diye”
Banu, tebessüm etti.
O haliyle hem bir baba, hem bir abi, hem de gözlerinden eksik etmediği bir lider gibiydi.
Ertuğrul kapıya yönelirken son kez arkasını döndü.
“Banu… Sen iyi ki varsın,” dedi kısa bir duraksamayla.
“Bu hayır işinin mimarı sensin. Ama biz tamamlayacağız. Hem Mizgin’in hem de Bejna’nın gözlerinin içi gülecek.”
Ve sessizce hastaneden ayrıldı.
Banu, arkasından bakarken içi hafifledi. Sanki omuzlarındaki yük biraz daha eksilmişti.
Yüzüne yeniden bir canlılık geldi. O an, ne yorgunluk kaldı ne de kaygı.
Mizgin’in gözleri için umut büyüyordu artık içinde.
Derin bir nefes aldı.
Bilgisayarına döndü.
Ve o gece, işine daha başka bir şevkle devam etti. Her gece hava sıcak diye hastaneye serinlemek için acilden gelen yaşlı amcaya bile kızmamıştı. "Kızım bir serum tak kendime gelim her yerim ağrıyor" deyip, hastanenin klimasından faydalanan amcaya bile şefkatle yaklaşmıştı.
Aynı gece Bejna’nın eşine bir telefon gelmişti. Arayan, köyden Bejna'nın amcasıydı. Bejna’nın babaannesi ağırlaşmış, sayılı haftası kaldığı söylenmişti. Aile, Bejna’yı köye çağırmış, yaşlı kadına son günlerinde göz kulak olmasını istemişti.
Amcası, "Tarlada iş çok, ben ilgilenemem. Bejna annemin yanında kalsın, sana da Bejna ile birlikte biraz cep harçlığı yollarım," demişti telefonda.
Bejna’nın kocası, bu cümledeki “cep harçlığı” kısmını duyunca düşünmeden kabul etti. Zaten bahane arıyordu.
“Köyde halletmem gereken işler var. Muhtarla da görüşmem gerekiyor,” diyerek apar topar hazırlandı. Bejna’yı ve kızınıda yanına alıp köye doğru yola çıktı.
Ama bu gidiş, onun sonu, Bejna’nın ise başlangıcı olacaktı.
Kapılar kapanırken bir dönüp bakmadı bile. Oysa Bejna'nın gözlerinde, yılların sessiz isyanı kıvılcım oluyordu. Fırtına yaklaşıyordu. Bu kez susmayacaktı.
Sarraf olmaya gerek yok. Menfaat herkesin ayarını ortaya çıkarıyor.