Derme Çatma...

1483 Words
Dizlerime kadar gelen sarı yağmur çizmeleri ile lojman diye adlandırılan, derme çatma sayılabilecek, iki göz odalı yapının çevresindeki gazeli temizliyordum. 3 gün kadar önce etkili olan şiddetli yağışlar, köyün yakınından geçen çayın taşmasına ve beraberinde ise bir sürü kuru dal ve ağaç kabuğunun taşınmasına sebep olmuştu. Sular yükseldiğinde lojmanın pencerelerine kadar gelen suyun, daha şiddetli bir yağışta lojmanın içine kadar girmesi işten bile değildi. Sömestr tatilinin bitmesine yaklaşık bir hafta kalmıştı ve henüz bu bölgeye bahar yağmurları bile düşmemişti. Barınma benim için ciddi bir mesele olacağa benziyordu ve tek başıma nasıl başa çıkacağımı henüz kestirememiştim. Benden önceki öğretmen, ailesi ile birlikte yıllardır boş olan ve köye gelen öğretmenlere tahsis edilen Yazıcı'ların evinde kalıyormuş. Öğrendiğime göre Hasan Yazıcı Almanya'da yaşıyordu ve yıllardır bu köye ayak basmamıştı. Bu vesile ile de boş kalan evini de böyle bir şekilde değerlendiriyordu. Ancak ne olduysa bu yıl, köye kesin dönüş yapma kararı almış ve bana da yıllardır atıl bir şekilde duran bu lojman bozuntusu kalmıştı. Açıkçası umursamadım. Daha beter şartlarda mevsimler geçirdiğim olmuştu, daha viranelerini onardığım da. Bu sebeple sadece amacıma odaklanmış ve yaşam koşullarına pek de takılmamaya çakışmıştım. Zaman zaman hedefime ulaşmamın önünde bir takım engeller beliriyor olsa da aşacaktım. Üç gün önce köy yolunda mahsur kaldığımızda, kaymakamlık misafirhanesine yerleşirken ufak bir endişe yaşamıştım ama korktuğum gibi olmadı hiçbir şey. Adının Fatih olduğunu öğrendiğim jandarma yüzbaşı, benimle GBT'm hakkında konuşmak istediğini söylediğinde, bir an her şey başlamadan bitti sanmış ve yenilgi ile çökertmiştim omuzlarımı. Ama iş basit bir kimlik kontrolünden öteye gitmemişti. Bundan yıllar önce Tahir amcanın beni nüfusuna geçirmesiyle geçmişimle ilgili her şeye kalın bir duvar ördüğümde, sadece annemin hatırası olan ismimi saklamak istemiştim. Onun da tamamını kullanamıyordum ne yazık ki. Adım Nurhayat'tı benim. Annemin hayatının nuruydum anlattığına göre. Ancak annem öldüğünde ben, hayatımın bütün ışığını kaybetmiştim. 16 yaşımdaydım. Okuldan eve doğru hızlı adımlarla yürüyor ve son bir kaç haftadır olağan dışı bir şekilde bitkin olan annemin yanına yetişmeye çalışıyordum. O gün, diğer günlerin aksine garip bir ağırlık vardı göğsümde. Hızlanmak istiyor fakat; sanki ayaklarıma bağlanmış tonlarca ağırlık sebebiyle adımlarım ağırlaşıyordu. Nihayet derme çatma, barakadan bozma evimizin önüne geldiğimde büyük bir kalabalıkla karşılaşmıştım. Daha önce bir kez bile ne halde olduğumuzu merak etmeyen sözde komşular, birbirleri ile fısıldaşıyor ve merakla içerden çıkması muhtemel olan bir şeyi bekliyorlardı. Komşuları önemsememeye çalışmış fakat polislerde takılıp kalmıştım. Bizim evimize polis gelmezdi ki. Son ağlayışım olmuştu o gün döktüğüm yaşlar. Annem hiçbir zaman yüreğime nefret tohumları ekmeye çalışan bir insan olmamıştı ama ne zaman memleketinden, köyünden konu açılsa, lafı değiştirir ya da yaşlı gözleri ile uzaklara dalardı. Sebebini ise annemin ölümünün ardından bir ay geçtikten sonra öğrenmiştim. Annemin yokluğunu bana hissettirmemek için elinden gelen her şeyi yapan Seher teyze, yani Tahir amcanın eşi; annemin geçmişini ağlaya ağlaya telefonda konuştuğu birisine anlatıyor ve benim için ne kadar üzüldüğünden bahsediyordu. Her şeyi duyduğumu anladığında ise, akşamında Tahir amca ile beni karşılarına almış ve annemin çektiği ezaların sebebini bir bir anlatmışlardı. Kelimesi kelimesine aklımda ağızlarından dökülen her söz. O güne kadar hayat şartlarının zorluğuna, yaşıtlarım gibi hesapsız yaşayamamaya, annemin ne kadar çabalasa da bir türlü hayat karşısında galip gelemeyişine ve bunun gibi bir sürü olumsuzluğa karşı öfke doluyken, asıl öfkenin yüzlerini hiç görmediğim insanlar karşısında ayyuka çıkacağını bilmiyordum. O anki hıncımla uzun süre planlar kurmuş, nihayetinde de hedefe yaklaşmıştım. Bir şekilde annemin neredeyse yalınayak sürgün edildiği bu köye gelecek ve onun yaşadıklarının hesabını, sebep olan herkesten soracaktım. Bir insanın hayatını, iki dudakları arasından çıkan asılsız, zehirli sözlerle karartmanın hesabını vermeliydiler. Düşünmeden söyledikleri hiçbir söz yanlarına kalmamalıydı. Öfkem o kadar yoğundu ki, mahşere bırakacak sabrım da metanetim de yoktu. Beni köksüz bırakan herkesten bunun acısını mutlaka çıkaracaktım. Hava, henüz öğlen olmasına rağmen kara bulutların gölgesinde kalarak kararmaya başlamıştı. Bu da demek oluyordu ki eğer bir an önce içeri girmezsem; dere boyunca sürüklenecek bir gazel de ben olacaktım. Dakikada metrekareye düşen yağış miktarı mevsim normallerinin kat be kat üstü olan bir coğrafyaydı burası ve bazen dakikalar içinde kendinizi tehlikede bulabiliyordunuz. Lojmanın girişinde çizmeleri çıkarıp, küf kokan eve girdiğimde ortamdaki kesif koku sebebiyle ufak bir öksürük krizine girmiştim. Uzun süredir soba yanmadığı için rutubet yapmış ve yer yer küflenmişti duvarlar. İlk önce, gelir gelmez muhtarlığın kapıya yığdığı odunlarla sobayı tutuşturdum. Köydeki gençlerin ve kadınların, lojmanın onarımı için gönüllü olduklarını söyleyip, kısa sürede bu iki odalı yeri adam edebileceklerini söylediğinde reddetmiştim. Kimsenin yardımı olmadan kendi başımın çaresine bakacaktım. Biz ilçede beklerken; İstanbul'dan alıp, buraya kargoladığım bir çok eşya gelmişti fakat; yolun azizliği sebebiyle, köye çıkarılması ancak yarın gerçekleştirilebilecekti. Neyse ki, ilçede geçirdiğimiz sürede aldığım nalbur malzemeleri ve boyalar benimle birlikte köye ulaşmıştı. Madem artık dışarıda kalmam mümkün gözükmüyordu, ben de biraz dinlendikten sonra evin içini onarmaya girişecektim. 1,68 boyum ve 55 kilo bedenimle bu işleri tek başına yapabileceğime belki bir çok kişi inanmazdı. Fakat ben henüz 9 yaşındayken annemin hasta olduğu bir vakit, evdeki bütün pencerelere macun çekmiş ve içeriden de naylon ile kaplamıştım. Çünkü o yıl kömür alamamıştık ve güç bela aldığımız tahta parçalarını da idareli kullanıyorduk. Ufacık odada hem barınma, hem uyuma hem de banyo ihtiyacımızı gidermiştik aylarca. Hayatımın en çetin kışıydı. Bir sonraki yıl ise annem şeker atölyesinde işe girmiş ve cebimiz biraz olsun para görmüştü. Maaşı ile aldığımız yeni soba ve ikinci el kanepe bizim için saraylardaki pahalı eşyalardan daha değerliydi. Biz yoklukta mutlu olmayı bilen iki biçare idik. Hava artık iyice kararmaya başladığında, tamamı ancak 50 metre kare olan evin badanasını bitirmiş, kurnalarını onarmış ve camlarına macun çekmiştim. İlçeden aldığım iki güneşlik perde de camlara tam olmuş ve ışığı açtığımda beni dışarıdaki gözlere karşı korumuştu. İdareten aldığım piknik tüpüyle kendime yorgunluk çayı demlemiş ve uykuya direnerek çayımı yudumlamıştım. Bu gece uyku tulumu ile idare edecek, yarın da inşallah bu derme çatma ev için aldığım eşyalara kavuşacaktım. Zaten bir çamaşır makinesi bir de buz dolabı almıştım. Televizyonla pek aram yoktu fakat, eğitim programlarını takip etmem için bilgisayar kullanmam zorunluydu. Zaman öldürmek için bilgisayar başında vakit geçirebilir ya da koliler dolusu kitaba gömülebilirdim. Saat epey ilerlemiş ve elektrik sürekli gidip gelmeye başlamıştı. Dışarıdaki sağnak ve fırtına aydınlığı çok görüyordu gece kuşlarına. Herhangi bir tehlikeye mahal vermemek için fişteki bilgisayar ve şarj aletini çıkarmış ve günün hatta günlerin yorgunluğu ile uyku tulumumun içerisine gömülmüştüm. Dakikalarca uykuya dalmayı beklemiş fakat aralıksız gök gürültüsü ve şimşek sebebiyle bir türlü dalamamıştım. Öyle yufka yürekli insanlar gibi gök gürültüsünden korkan birisi değildim. Sadece sese ve ışığa karşı hassasiyetim vardı. Annemle yalnız yaşadığımız korunaksız evde, uykumuz sürekli dışarıdan duyulan sesler tarafından bölünürdü ve nispeten tekinsiz bir mahallede yaşıyor oluşumuz sebebiyle de yabancı gelen en ufak bir sese reaksiyon gösterecek hale gelmiştik. Sürekli tetikte yaşamak, yastığının altında asla kullanmak istemeyeceğin kör bıçağı saklamak, kimsenin ağzına laf vermemek için insanlarla iletişimini en aza indirmek, bizim için hayatta kalmanın ön koşullarındandı. Büyüdükçe annemin bu aşırıya kaçan temkinli hallerine anlam veremez hale gelmiş ve zaman zaman ona karşı sesimi yükselttiğim dahi olmuştu. Çok sonradan yani iş iten geçtikten sonra öğrendiğim gerçek ise, annemin paranoyasının ne kadar da kaçınılmaz olduğunun kanıtıydı. Ne zaman seslere alıştım, ne zaman uykuya daldım bilmiyordum. Uyandığımda gece yerini sabaha bırakmış fakat, gök yüzünü mesken tutan yağmur bulutları günün aydınlanmasına engel olmuştu. Uyku tulumunun yanına bıraktığım, kalın peluş hırkamı giyip, sandalyenin üzerindeki telefondan saatime baktım. Henüz günün ilk saatleriydi. Perdeyi aralayıp, çevreyi taradığımda ise yer yer bacalardan dumanlar tütüyordu. Köy hayatının birincil kuralıydı güne erken başlamak. Bakılacak hayvanlar ve yapılacak ev bahçe işleri vardı ve köy yerinde bu işler asla bir nihayete ermezdi. Baktığım pencerenin arka kısmına kaldığı için, kimin geldiğini görememiş fakat demir kapıya vurulan sert darbelerle bir an boş bulunup yerimde sıçramıştım. Sabahın bu saatinde kimin kapıma dayandığını çok merak ediyordum doğrusu. Acele ile gidip kapıyı açtığımda, karşımda geçen gün beraber yolculuk ettiğim çocuklardan birini görmüştüm. Bana uzun uzun sorular sorup bunaltan kadının torunuydu. Ona gecikmiş bir tebessüm sunarak, tedirginliğini gidermeye çalıştım. Sanırım biraz da olsa başarılı olabilmiştim. Nefesini toplayıp sonunda konuştuğunda ise, buraya kadar koşarak geldiğini anlamıştım. "Öğretmen abla, nenem seni kuşluk yemeye çağırıyor. Evinde bir şeyi yoktur, aç kalmasın kız dedi. Hayde gel de seni neneme götüreyim." "Dur bakalım küçük bey. Önce bir cevabımı duysaydın. Belki nenenin davetini kabul edemeyeceğim, nereden biliyorsun?" "Nenem dedi ki; ıh mıh ederse dinleme, tut kolundan getir. Anlayacağın öyle ya da böyle gelmek zorundasın. Yoksa nenem beni yaş kızamık dalıyla döver." Al yanaklarına serpilmiş çiller ve kızıla çalan saçı ile oldukça sevimli gözüküyordu bu küçük adam. Nedense onu reddetmek içimden gelmedi ve davetlerini kabul ederek peşine takıldım. Yol boyunca kendinden ve kardeşinden bahsetti Yasin. Onun ne kadar yaramaz olduğundan, asla sözünü dinlemediğinden ve böyle giderse adam olamayacağından yakınıp durmuştu. Taş çatlasa 7 yaşındaydı ve büründüğü abilik kisvesi onda çok sevimli duruyordu. Çiseleyen yağmurun ve yaş otların arasında bir müddet yürüyerek evlerine gelmiştik. İlk önce yüksek bir ahşap kapıdan bahçeye, ardından da sundurmayı geçerek hane kapısına varmıştık. İnsanlarla kurduğum kısıtlı iletişimi burada rafa kaldırmak zorundaydım. Onları tanıyana kadar onlardan görünmem şarttı. Her türlü sürprize hazır olduğumu düşünürdüm fakat; kapı girişinde gördüğüm iki çift asker postalı adeta işimin rast gitmeyeceğini haykırıyordu. Ne karanlıktan, ne gök gürültüsünden ne de şimşekten korkuyordum. Tek korkum hıncımı alamamaktı...
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD