Can direksiyondaydı. Ama ben, dayanamayıp arka koltuğa geçtim. Afra’nın başı dizime yaslanmıştı; hâlâ tir tir titriyordu. İçinde bulunduğu hâl, sadece ateşin değil, yaşadıklarının da bir yansımasıydı.
Telefonumu çıkardım ve Alp’i aradım.
Alp, üniversiteden bir arkadaşım — pek sık görüşmesek de, birbirimize ihtiyacımız olduğunda her zaman ulaşırdık.
Durumu kısaca anlattım.
“Yiğit… biraz uzağım sizin eve ama hemen çıkarım. Sen şimdilik soğuk kompres yap, ateşini düşürmeye çalış,” dedi.
“Tamam,” deyip telefonu kapattım.
Neyse ki kafe eve yakındı. Kısa sürede vardık.
Can arabayı kapının önüne çekti, hemen inip kapıyı açtı. Ben de Afra’yı dikkatlice kucağıma aldım.
Yüzüne takılı kaldım bir an.
Yüzü kıpkırmızıydı, saçları dağılmış, boynundan ince ter damlaları süzülüyordu.
O kadar savunmasız görünüyordu ki…
Sanki kucağımda ürkmüş bir kuş taşıyordum.
Hafifti. Çok hafifti.
Can önden içeri geçti, evin kapısını açtı. Hemen salonun büyük koltuğuna yöneldim ve Afra’yı dikkatlice yatırdım.
Ateşi oldukça yüksekti. Ne yapacağımı bilemez bir hâlde birkaç saniye öylece kaldım.
Can hemen mutfağa koştu, sirkeli soğuk su hazırlayıp bezlerle geri geldi.
Afra’nın üzerindeki kalın kazağı çıkarmam gerekiyordu.
Tereddüt ettim.
Ama sonra… usulca kollarını sıyırdım.
Gördüğüm manzara karşısında içim buz kesti.
Kollarında morluklar vardı.
Bazıları sönük ve sarıya çalan eski izlerdi. Ama bazıları… yeniydi.
Can da aynı anda görmüştü.
Birbirimize hiç bakmadan, sadece sessizce donup kaldık.
İstem dışı yumruk yaptığımı fark ettim. Tırnaklarım neredeyse avuçlarımı deliyordu.
Derin bir nefes alıp kendimi toparladım.
Bezleri alnına ve bileklerine yerleştirdim.
Tenine zarar vermemek için mümkün olduğunca nazik davrandım.
Ve çok geçmeden kapı çaldı.
Alp gelmişti.
Kapıyı açtım.
“Hoş geldin,” dedim kısa bir baş selamıyla.
Hiç vakit kaybetmeden eşyalarını çıkarıp hızla Afra’nın yanına geçti.
Gözleri kollarına, sonra bileklerine kaydı. Dondu kaldı bir an.
Sonra bana döndü, kaşları çatılmıştı.
“Yiğit… bu ne?” dedi, sesi bastırılmış bir öfkeyle.
“Sorma Alp… şimdi değil. Sonra konuşuruz,” dedim kısaca.
Başını salladı, muayenesine başladı.
Bir yandan stetoskopunu Afra’nın göğsüne yerleştiriyor, bir yandan dişlerinin arasından sessizce küfürler savuruyordu.
“Üzerindeki kazakla bu ateş düşmez. Çıkarmamız lazım,” dedi kararlı bir sesle.
“Tamam,” dedim.
Kazağını çıkardı; Afra sadece atletiyle kaldı.
Teni sırılsıklamdı. Hâlâ titriyordu.
Alp damar yolunu açtı, serum taktı. Reçetesine birkaç ilaç yazdı.
“Eğer yarına kadar düşmezse ateşi… hastaneye getir. Daha detaylı bakmak zorundayım.”
“Tamam.”
Bir şeyler daha sormak ister gibiydi ama kestim:
“Lütfen… şimdi değil.”
Bakışlarını kaçırarak başını salladı.
“Peki. Geçmiş olsun,” dedi ve çıktı.
Can da ardından ilaçları almak için dışarı çıktı.
Ben içeride Afra’yla kaldım.
Üzerine ince bir örtü örttüm. Omzuna kadar çektim.
Başucunda birkaç saniye sessizce durdum.
“Bugün biz karşına çıkmasaydık… ne olacaktı Afra?” diye mırıldandım.
Yanıt gelmedi, elbette.
Ama sessizliği duydum.
Yalnızlığı, korkuyu, titreyen bir hayatın izini…
Karşı koltuğa geçip oturdum.
Afra arada sayıklıyordu. Ne söylediğini anlayamıyordum.
Sanki kabusları uykusunda da peşini bırakmıyordu.
Telefonu sürekli çalıyordu.
Çantasına bakmadım. Ama biri ısrarla arıyordu.
Bir süre sonra Can döndü.
Elindeki poşeti mutfağa bıraktı.
“Nasıl?” dedi alçak bir sesle.
“Ateşi biraz düştü… İyiye gidiyor sanırım.”
“Peki şimdi ne yapacağız, Yiğit?”
Cevap veremedim.
Tek bildiğim… o adam bir gün elime geçerse, bu yaptıklarının hesabını verecekti.
Tam o sırada… telefon yine çaldı.
Can, “Afra’nın telefonu mu?” dedi.
“Evet, sürekli çalıyor,” dedim.
“Açalım o zaman, belki ailesidir. Merak etmiştir,” dedi.
“Doğru söylüyorsun, aç bakalım,” dedim.
Usulca çantasından telefonu çıkarttı.
“Seda diye biri arıyor. Oha… tam 53 kere aramış,” dedi.
“Belli ki merak etmiş,” dedim.
O anda yeniden çaldı. Yine Seda arıyordu.
Bu kez açtı.
Kadının sesi o kadar yüksekti ki tüm salonu inletti:
“Afraa! Neredesin sen?! Eve de gelmedin hâlâ! İyi misin?!”
Can telefonu kulaktan çekip bana baktı.
Sonra konuştu: “Merhaba Seda Hanım, ben Can. Afra…”
Kadın, Can’ın sözünü kesti:
“Sen kimsin? Afra nerede? Telefonu neden sen açıyorsun?!” Sesi çok yüksekti.
Can tekrar telefonu kulağından çekti. Yüzünde şaşkınlık vardı; öfkeyle gülmek arasında garip bir çizgide kalmıştı.
“Ben uğraşamam bununla. Bu ne be… car car car…” dedi ve telefonu kapattı.
Ama Seda ısrarlıydı.
Tekrar çaldı.
“Ben açmam,” dedi Can. “Konuşmam bu kadınla.”
Gülümsedim. “Ya aç bak, belli merak etmiş, o yüzden öyle konuştu,” dedim.
Can istemeye istemeye yine açtı.
“Bak, yine bağıracaksan bu sefer komple kapatırım!”
“Hele bir dene!” dedi kadın tehditkâr bir tonla. “Afra nerede?!”
“Ben Can. Afra bizim evimizde. Bugün kafede bir olay yaşandı, kötü durumdaydı. Şu an daha iyi…”
Kadın sustu bir an.
“Konum at. Geliyorum.”
Can tam cevap verecekti ki kadın kapattı.
Gözleri hâlâ şaşkındı.
“Bu da neydi şimdi?” dedi.
Sonra konum için mesaj attı. Allah’tan Afra’nın telefonunda şifre yoktu.
“Kıyafet de iste,” dedim. “Kıyafetleri ıslak, ayrıca terlemiş, değişmesi gerek.”
“Tamam,” dedi ve mesajın altına ekledi.
Ben Afra’nın başucuna geçtim. İlaçlarını vermek için usulca başını kaldırdım, Can da yardım etti, dikkatlice içirdik.
İki fincan kahve yaptım.
Can’la salonda oturduk ama gözüm sürekli Afra’daydı.
Tam o sırada kapı sertçe çalındı.
Can suratını buruşturdu.
“Kesin o manyak kadın geldi.”
Kapıyı açtı.
Uzun boylu, dikkat çekici bir kadın.
Üzerinde kot pantolon, mont… Sarı saçları dağınık.
Bakışları sertti.
“Neler oluyor burada? Siz kimsiniz?!”
Ben, “Can, telefonda anlatmaya çalıştım. Biz bugün kafede…” dedi.
Kadın, Can’ın konuşmasını bitirmeden ona yaklaştı, tam karşısına geçti, sert bakıyordu.
“Demek telefonda konuşan sendin… ve yüzüme kapatan da.”
Can hafif geriye çekildi.
“Evet, bendim. Ama yani… sen de car car bağırmasaydın…”
Kadın bu kez bana döndü.
“Afra nerede?!”
“Buyurun, hoş geldiniz. Ben Yiğit. Afra içeride. Bugün kafede karşılaştık. Yardıma ihtiyacı vardı. Eve götürmek istedik ama bayıldı.”
“Bayıldı mı? Şu an iyi mi?”
“İyi. Doktor arkadaşım geldi, muayene etti.”
Kadın hızla içeri geçti.
Can arkamdan fısıldadı:
“Elin kızı geldi, evin ortasına daldı, bir de bana carladı. Biz yardımcı olmaya çalıştık, sanki ben Afra’ya bir şey yaptım. Bu nasıl bir tavır?”
Can’ın yanına gittim, elimi omzuna koydum, hafif tebessüm ederek konuştum:
“Demek ki her kadın bayılıyormuş sana, değil mi? Yoksa senin hoşuna mı gitti?”
“Kimin, benim mi? Allah korusun,” dedi.
Salona geçtik.
Seda, Afra’nın başucuna çökmüştü.
Saçlarını okşuyor, elini tutuyordu.
Gözleri doluydu.
Seda sonra bana döndü.
Bakışlarında öfke vardı.
Ben baştan sona her şeyi anlattım.
Kafede olanları… tokadı… bayılışını…
Derin bir nefes aldı.
“Kesin yine bulmuş kızı. Toprak… yüzde yüz o.”
“Toprak mı?” dedim. “Toprak kim?”
Bir an duraksadı.
Bize baktı.
Gözlerinde anlatmakla anlatmamak arasında sıkışmış bir tereddüt…
“Eski sevgilisi,” dedi sonunda.
“Sormayın. Daha fazla sormayın.”
Ve ben sustum.
Seda, Afra’ya nasıl yardımcı olduğumuzu görünce sesindeki öfke azaldı.
Ama hâlâ güçlüydü.
“İkinize de teşekkür ederim. Arkadaşımı korudunuz.”
“Önemli değil, kim olsa yapardı,” dedim.
Ama Can dayanamayıp atladı:
“Önemli değil ama… bir daha anlamadan carlama olur mu?”
Seda hemen karşılık verdi:
“Biraz abartıyor musun? Sanki megafonla bağırdım.”
Can tam cevap verecekken araya girdim:
“Yanlış anlaşılmalar olmuş. Olur böyle şeyler.”
Seda bir süre sonra:
“Aslında Afra’yı almaya gelmiştim. Ama bu hâliyle götüremem.”
“Bu gece burada kalın. Yarın sabah bırakırım sizi.”
Biraz düşündü.
“Peki… tamam.”
“Biz birer kahve yapalım Can’la. Sen de orada Afra’nın üzerini değiştir istersen,” dedim.
Kafasını olumlu anlamda salladı.
Bir süre sonra kahvelerle döndük.
Seda, Afra’nın üzerini değiştirmişti.
Bir süre sohbet ettik. Gerçi Seda ve Can atıştı, ben arada kaldım desem daha doğru olur sanırım.
Gece ilerledikçe sohbet azaldı.
Afra arada sayıklıyordu.
Seda saçlarını okşuyor, mırıldanır gibi dualar ediyordu.
Ben içimde tanımlayamadığım bir hisle oturuyordum.
Belki çaresizlikti. Belki daha fazlası…
Birer birer uyuyakaldık.
Sabah.
Gözlerimi açtığımda başım Afra’nın ayakucuna düşmüş hâlde yatıyordum.
Dizimin üzerinde ince bir battaniye vardı.
Karşı koltukta Can yatıyordu.
Seda, Afra’nın arkasındaki tekli koltukda kırılmıştı.
Yorgun ama huzurluydu.
Kafamı kaldırdım, Afra’ya baktım.
Yüzü solgundu ama biraz daha sakindi.
Elimi uzattım, ateşini kontrol etmek istedim.
Tam alnına dokunacaktım ki…
Gözleri aniden açıldı.
Göz göze geldik.
Birkaç saniye boyunca sadece baktı.
Korku…
Endişe…
Ve hafif bir öfke.
Ardından hızla doğruldu.
“N’oluyor?! Neredeyim ben?!”