Kafamı kaldırıp yaklaşan adama baktım. Bu Salih’ti. Nefes nefese yanıma geldi, sesi gergindi.
— Yiğit Bey, iyi misiniz? Saldırıya uğradık… fakat adamları yakaladık, etkisiz hale getirdik.
Derin bir nefes aldım. Bir an Afra’yı koruyamayacağımı sandım. Hızla onun üzerinden kalktım.
— Afra, iyi misin?
Kafasını yavaşça salladı.
— İyiyim…
Sıkıca sarıldım ona. Teni hâlâ soğuktu.
— Bunun hesabını verecek… merak etme.
Tam o sırada Can ve Seda kapıdan içeri daldı. Seda’nın gözleri büyümüştü, sesi titriyordu.
— Neler oluyor?
— “Can! Sen neredesin?!” dedim, sesim biraz sert çıkmıştı.
Elindeki silahı yavaşça beline yerleştirirken omuzlarını hafif kaldırdı. “Tuvalete gitmiştim,” dedi sakin ama hafif tedirgin bir tonla. “Silah seslerini duyunca Seda’nın yanına koştum. Eve giremediler zaten.”
Afra’nın omuzları titriyordu. Seda ise ağlamaya başlamıştı. Afra’nın elini tuttum, parmaklarımın arasında ne kadar buz gibi olduğunu hissettim.
— Merak etme, sana bir şey olmayacak, dedim. Sonra Can’a döndüm:
— Can, gidiyoruz. Bu ev artık güvenli değil.
Başını hafifçe sallayarak onayladı. Seda’yı sakinleştirmeye çalışıyordu. Hepimiz hızla arabaya bindik. Salih’e döndüm:
— Buraları toparla. Sağ kalanları da bir depoya götür.
Artık bu işi polisle çözmeyecektim. İçimdeki öfke taşmıştı, ama kızların daha fazla korkmaması için belli etmemeye çalıştım.
Şehirden biraz uzak, kimsenin bilmediği iki katlı, geniş bir evim vardı. Oraya doğru sürdük. Bahçe kapısından girerken Afra ve Seda arabadan inip şaşkınca eve baktılar. Seda sessizliği bozdu:
— Bu ev… sizin mi?
Başımı hafifçe salladım. İçeri girdiğimizde Afra, Seda’ya göre biraz daha toparlanmış görünüyordu. Ona dönüp sesimi olabildiğince yumuşattım:
— Afra, yukarı kata çıkın. İstediğiniz odaya yerleşin. Bir süre burada kalacağız.
Gözlerimin içine baktı. Sanki bir şey söyleyecek gibiydi ama sustu. Başını sallayıp Seda’yı kolundan tutarak yukarı çıktı.
Can karşıma oturdu, kaşları çatılmıştı.
— Yiğit, bu toprağın işi değilmi? nasıl cesaret eder buna?
— Afra’ya takıntılı… yerini öğrenmiş olmalı. Bunu tahmin etmemiz gerekiyordu, dedim.
— Can… biz onunla aynı değiliz, dedi dişlerinin arasından. Peki ne yapacağız?
— Biz onu alt edecek kadar güçlüyüz. Bundan sonra korksun benden! Afra’nın her damla gözyaşını ona pişman ettireceğim!
Sesim farkında olmadan yükselmişti. Öfkemi daha fazla bastıramıyordum. Can elini omzuma koydu.
— Sonuna kadar yanındayım, kardeşim.
— Eyvallah… biliyorum, sen benim kardeşimsin, dedim.
Onun için ölürüm de öldürürüm de. O da benim için aynısını yapar.
Bir süre sonra kızlar aşağı indi. Onlarla ciddi ciddi konuşmam lazımdı, umarım Afra yine inat etmezdi. İkisi de daha sakindi.
Afra endişeyle sordu:
— Yiğit, öğrenebildin mi kimmiş bu adamlar?
— Hayır ama eminim Toprak’ın işi, dedim.
Başını hemen eğdi. Suçlu hissetsin diye söylememiştim ama öyle hissetmişti. Usulca elimi çenesine koyup başını kaldırdım.
— Afra, kendini suçlu hissetme. Senin bir suçun yok.
Gözleri dolmuştu ama yine ağlamıyordu.
— Yiğit, benim yüzümden olduğunu biliyorum. Ya size bir şey olsaydı? Ben bu vicdan yüküyle nasıl yaşarım? En iyisi ben gid…
Lafını kestim.
— Afra, lütfen sus. Senin suçun değil. Hem artık gitsen bile bu adam bana bulaşacak. Psikopat bu. Ayrıca yaptığı işleri araştırdım; benim arazilerimden birinin peşindeymiş. Henüz benim olduğunu bilmiyor. Yani muhtemelen sen benim hayatıma girmeseydin de Toprak bana saldıracaktı. Düşmanımız bir. Yaptığı işleri de öğrendin. Güvende değilsiniz artık. Sözümden çıkmayın bir süre lütfen. Sen de Seda da işten ayrılacaksınız, evden çıkmayacaksınız. Acil bir şey olursa ben, Can ya da korumalarla çıkacaksınız. Ben Toprak meselesini çözene kadar böyle olacak.
Afra uzun uzun düşündü, ne diyeceğini ölçüyordu sanki.
— Yiğit, ne zamana kadar?
Ahh… vahşi kelebeğim başladı yine.
— Afra, bu tartışmaya açık değil. Burada kalacaksınız. Bitti.
İtiraz edecekti ama kabul etmeyeceğimi biliyordu. Ayrıca belli etmesede çok korkmuştu. Bu korku onu bir süre burada tutar. Sonrasına sonra bakarız artık.
— Siz şimdi evde kalın. Burası güvenli, çok sayıda koruma var. Bir şey olursa arayın. Yemek ve temizlik için birini ayarlarım, siz yapmayın. Bu ev büyük.
Başlarıyla onay verdiler. Şaşırdım; vahşi kelebeğim bir şey demedi. Umarım benden de kaçmayı düşünmüyordur.
— Bu arada, işe sahte kimlikle girdiğini, aylarca bu şekilde saklandığını da öğrendim. O adamdan nasıl kaçtığını, sahte kimliği nasıl aldığını sonra konuşacağız.
Kafasını eğmiş, yere bakıyordu.
— Neyse… şimdi biz çıkalım. Gelince konuşacağız.
Can’la evden çıktık, bize saldıran adamların yanına gidiyorduk.
İçimdeki fırtına dinmiyordu. Tam tersine, alev alev yanıyordu.
Depo kapısından içeri adımlarım yankılanırken pas kokusu ve soğuk hava ciğerlerime doldu. Salih ve birkaç adam zaten bekliyordu. İki adam, elleri bağlanmış, yüzleri morarmış halde duruyordu.
Salih’in sesi keskin ve sertti:
— Toplam on kişiydiler. Hepsi iyi eğitimliydi. Altı kişi öldü, iki kişi kaçtı, ikisi de burada Yiğit Bey.
— Bizden birine bir şey oldu mu?
— Üç kişi hafif, bir kişi ağır yaralı.
— Kim ağır yaralı?
— Yeni olan Fatih.
Öfkem git gide büyüyordu.
— İlgilenin tedavisiyle. Bu arada iyileşene kadar da ailesiyle yakından ilgilenin, tüm ihtiyaçlarını karşılayın.
— Peki Yiğit Bey.
Bu bilgi kulağımda yankılandı ama aklım tamamen başka yerdeydi. Tek bir soru vardı zihnimde: Afra’ya bir şey olsaydı? Eğer bahçede beş dakika daha kalsaydık… olabilirdi.
Yumruğum o kadar sıkılmıştı ki tırnaklarım etime batıyordu. Sanki parmak uçlarımdan ateş çıkıyordu.
— Toprak nerede?!
Adamlar sessizdi, başlarını bile kaldırmıyorlardı. O sessizlik içimi parçalıyordu. Birini öfkeyle yere doğru ittiğimde, yumruklarımı yüzüne savurdum. Can arkamdan yaklaştı. Nefesi düzensizdi ama sesi sakinleştiriciydi:
— Yiğit, sakin ol! Böyle olmaz! Önce konuşmalıyız!
Başımı ona çevirmedim bile. Afra’nın korkusu aklıma geldikçe deliriyordum. Artık onun anladığı dilden konuşacaktım. Sesimdeki soğuklukta ölüm vardı.
Nefesim kesik kesikti. Gözlerimi kapadım, derin bir nefes aldım. Ama içimde büyüyen korku dizginlenemiyordu. Afra’nın o masum yüzü, gözlerindeki o korku beynimde yankılanıyordu.
Yumruğumu tekrar salladım, bir adam yere yığıldı. Dudaklarından hafifçe kan aktı.
— Toprak’ın yerini söyleyeceksiniz. Hemen. Yoksa…
“Yoksa”nın devamı ağzımdan çıkmadı. Can buna izin vermezdi. Ama biliyordum; Afra’ya gelecek en küçük bir zarar beni yok ederdi.
Ben bu işlerden uzak durmayı seçtim. Karanlık tarafta olmam. Ama onu korumak için her şeyi yaparım. Toprak’ın anladığı dilden konuşurum o zaman.
Toprak Erden
Afra.
O ismi ilk kez o küçük kafede duydum. Elinde tepsi, aceleyle yürüyordu. Masum bir telaş… Sıcak kahve gömleğime döküldü, tenimi yaktı. Ama bana dokunan yanık değildi. Asıl dokunan, gözlerindeki o şaşkın, suçlu bakıştı.
O an anladım: Bu kadın bana ait olmalıydı.
Önce tatlı sözlerle, küçük jestlerle yaklaştım. Gözlerini bana alıştırmak, sesime bağımlı hale getirmek… ama içimdeki karanlık çok uzun süre saklanmazdı. O da fark etti. Benim dünyam, onun masalındaki beyaz sayfalara sığmazdı. Ve o… kaçmak istedi.
Kaçmasına izin veremezdim. Onu eve kapattım. Perdeleri örttüm, sokağını, güneşini, nefesini kestim. Artık sevmediğini söylediği her gün, daha fazla acı verdi bana… ve ben o acıyı ona geri verdim. Çünkü benim sevgim, kaçamayacağı bir zincirdi.
Yalvardı, ağladı… Ama anlamadı. Bu, onun iyiliği içindi. Onu kirli ellerden koruyan bendim. Onu kimse benim kadar “temiz” tutamazdı.
Sonra o lanet gece geldi.
Kurşun sesleri… kırılan camlar… panik çığlıkları. Evim saldırıya uğradı. Göğsümde bir sıcaklık hissettim; vurulmuştum. Kanım zemine yayılırken gözlerim karardı. Son gördüğüm şey, onun gölgesiydi. Kaçıyordu.
Aylarca iz sürdüm. Her kapıyı çaldım, her yüzü taradım. Onu saklayanları susturdum. Ama Afra yoktu.
Ta ki… bir gece…
Bir iz buldum. Onu gördüm. Yalnızdı.
Yaklaştım… Kokusu burnumdaydı, parmaklarım onu kavramak üzereydi. Ama yine kaçtı. Elimde sadece montu kaldı. Bu kez bir kafeye sığındı.
İçeri girdiğimde onun adını bağırdım. Konuşmasına fırsat vermeden tokatım yüzüne indi. Öfkem, ciğerlerimi yakıyordu. Tam o an, o çıktı karşıma: Yiğit.
Afra’nın koruyucusu gibi davranan, ona dokunmaya cüret eden adam.
Bir kelime etmeden yumruğu yüzüme indi. Afra, arkasına bile bakmadan onunla birlikte kaçtı.
O an içimde yeni bir yangın başladı. Artık mesele sadece Afra değildi. Yiğit, sen benim yarım kalan nefretimsin. Onu benden çalan adamsın.
Ve Afra…
Kaçtığın her yolun sonu yine bana çıkacak. Çünkü sen hâlâ benim eşyamsın.
Adamlarıma emir verdim. Yanında iki kez gördüğüm o adam… Yiğit. Araştırın dedim. Onu benden kimse alamaz. Kimse koruyamaz. Ben yenilmezim.
Birkaç gün içinde, kalınca siyah bir dosya elime ulaştı. Parmaklarım dosyanın kenarlarını yoklarken, sayfaları yavaşça açtım.
İlk bakışta Yiğit, ülkenin en prestijli inşaat şirketinin sahibi olarak görünüyordu. Liman işletmeleri, lojistik firmaları, enerji sektöründe büyük hisseler… Tamamen yasal. Ama bu, bana masal anlatmaktı.
Sayfalar ilerledikçe tablo değişti:
— Kriz dönemlerinde bile piyasaları yönlendiren yatırımlar.
— Rakiplerini sessizce piyasadan silen iş ortaklıkları.
— Yeraltı dünyasıyla bağı olmasa da, ağır abi gibi davranan bir aile geçmişi.
Üstelik uzun zamandır peşinde olduğum arazi onunmuş nasıl bu zamana kadar bulamamıştım bu adamı.
Arka sayfada babasıyla ilgili bilgiler vardı:
> İsmail Demir. Eski ve etkili bir yeraltı lideri. Ülkede korkulan bir figür. Oğluyla yıllardır görüşmüyor. Yiğit, babasının iş hayatındaki karanlık yüzü nedeniyle uzak durmuş. Ama İsmail Demir hâlâ güçlü. Oğlunun kılına zarar gelmesine kimse cesaret edemez
Dosyayı kapatırken yüzümde ince bir sıkıntı belirdi.
— Demek böyle bir koruması varmış…
Yanımdaki adama sordum:
— Madem bu Yiğit bu kadar güçlü, neden az adam ve küçük bir ev?
— Patron… Bazıları gücünü göstermek için yaşar. Bazıları ise gücünü saklayarak hayatta kalır. Yiğit, masada oturan değil… masayı kuran adam.
Sigarayı yavaşça söndürdüm.
— Masayı kuran ha… O zaman ben o masayı devireceğim.
Ev adresi elimdeydi. Adamlarıma emir verdim:
— O evi başlarına yıkın. Afra’mı bana getirin. Onun kılına zarar gelirse… hepiniz ölümüne ortak olursunuz.
Gece yarısı telefon çaldı.
— Patron… Evi bastık ama…
O kelime… “Ama.” İçimdeki öfke damarlarımda ateş gibi yürüdü.
— Devam et.
— Sağ salim getirecektik… Çatışma çıktı. Ev komple tarandı… Onu alamadık.
Gözlerimi kapadım. Odanın tüm ışığı sönmüş gibiydi. Yalnızca öfkemin kızıl parıltısı kaldı.
— Kaç kişi döndü?
— İki… sadece iki kişi…
Kapı sertçe çalındı. Sağ kalan iki adam, başları önlerinde içeri girdi. Üzerleri barut kokuyordu, giysileri kan içindeydi.
Sandalyemi geriye ittim, yavaşça ayağa kalktım. Adımlarımı duyunca titrediler.
— Size tek emir verdim… Sağ salim getirin.
Sesim buz gibiydi.
— Ve siz… onu öldürmeye kalktınız.
Çenesinden tutup onu havaya kaldırdım. Gözlerine baktım; korku, nefesini kesmişti.
— Ona bir şey olduysa… saçının teline dokunduysanız… sizi kendi ellerimle toprağa gömerim.
Elimi çekince adam yere yığıldı. Diğerine döndüm.
— Onu bulmadan dönmeyin. Ve bu kez… nefes alıyorsa bana canlı getirin. Yoksa… önce sizi öldürürüm.
Koşarak çıktılar en güvendiğim adam Yusuf kaldı yanımda.
— Sen en iyi on adamımızı yollamadın mı? Hepsi özel eğitimliydi. Bir avuç adamı halledememişler mi?!
Yusuf başını eğdi, sesi titriyordu:
— Patron… Yiğit’i hafife almamamız lazımmış. Onun adamları da eğitimliydi. Bunu düşünmemiştik… Affedin.
Gözlerimi kıstım.
— En kısa zamanda ölüsünü istiyorum. Babası ya da ne kadar güçlü oldukları umurumda değil. İz bırakmadan halledin.!
Afra yalın
Yiğit ve can gitmişti. Evin ağır sessizliği üzerimize çökmüştü; Seda’yla baş başaydık. İlk kez etrafı dikkatlice inceleme fırsatım oldu. Ev gerçekten büyüktü, odalarının sayısını bile çıkaramadım. İçimde garip bir his vardı—sanki Toprak’ın evini andırıyordu ama burada hava daha sıcaktı.
Kocaman bir salon, neredeyse baştan sona camla kaplı bir bahçe kapısı… Arkasında L şeklinde, yumuşak dokulu, koyu gri bir koltuk. Mobilyalar öyle zarif ve uyumlu seçilmişti ki, sanki bir dergi kapağından fırlamış gibiydi. Mutfağı ise Seda’yla yaşadığımız evin neredeyse tamamı büyüklüğündeydi; yine beyaz tonlar, tertemiz bir düzen.
Seda geniş, güneş alan bir odaya yerleşti. Onun hemen yanındaki bahçeye bakan odayı ben seçtim. Pencereden yemyeşil ağaçlar, hafif rüzgârda sallanan yapraklar görünüyordu. Odada büyük bir yatak, zarif bir giyinme odası, Kendine ait bi banyo vardı. köşede küçük bir koltuk vardı.
Her ne kadar ev beni büyülemiş olsada.
Yiğit’in bu halleri bana Toprak’ı hatırlatıyor. O da en başta beni böyle büyülemişti. Çok kibardı, nazikti, küçük jestleri çok romantikti…
Ahh… ne diyorum ben? Toprak’la Yiğit elbette aynı değiller. Ama bu benzerlikleri… işte onlar beni korkutuyor. Yiğit’in inşaat şirketi olduğunu biliyorum, varlıklı biri olduğunu da. Ama… bu çok fazla. Benim arazilerimden birinin peşindeydi dedi doğrumuydu acaba yoksa beni rahatlatmak için mi söylemişti. Onu Toprak’la kıyasladığım için utanıyorum. Ama buna da engel olamıyorum. Yiğit’ten korkmalı mıyım?
Hayır, hayır… Yiğit’ten korkmam. O da, Can da iyi biri. Beni canı pahasına korudu. O gece… ilk kez panik atak geçirmedim. Daha doğrusu, ilk kez bu kadar çabuk sakinleştim. Bütün gece onun göğsünde uyumam… çok huzurluydu. Üstelik beni uyandırmamıştı bile… sadece öylece bırakmıştı.
Bunu düşünürken, dudağımın kenarı hafifçe kıvrıldı. Aynaya baktım. Yüzüm… kızarmıştı. İşte yine oluyor. Yiğit’i düşününce kalbim kaburgalarımı yumrukluyor sanki. Ve buna da engel olamıyorum.
Bu… aşk mıydı yoksa? Ya değilse… O, beni korudu. Benim için çok şey yaptı. Kaç kez hayatımı kurtardı. Ya sadece bu yüzden böyle hissediyorsam?
Hem… aşık olsam ne olacak? Yiğit beni gerçekten seviyor mu, bakalım… Belki de sadece acıyordur bana. Off… Hiçbir şey bilmiyorum artık. Tek bildiğim… Yiğit’in, benim yaşadığım her şeyi bilmeye hakkı var. O gelince… anlatacağım.
Seda’nın yanına gittim. Daha iyi görünüyordu. Ben de çok korkmuştum. Ama bu… ilk kez başıma gelmiyordu. Kaçırıldım ben… Bir yıldan uzun süre işkence gördüm. Ara ara Toprak’ın da evi baskın yedi. Onda da çok korkuyordum. Ama Seda… ilk kez karşılaştı böyle bir şeyle. Zor olmalıydı onun için.
— Silah seslerini duyunca ne yaptın Seda?
— Odada oturuyordum. Çok korktum, çığlık atıyordum. Çok geçmeden Can geldi. Elinde silah vardı. “Sakin ol, bir şey olmayacak,” diyordu. Kapıya yöneldi. Gidecekti… Ben çok korkuyordum. Sıkıca sarıldım ona. Beni bırakıp gidemedi…
Yüzüme bir tebessüm yerleşti. Omuzumla onun omzuna hafifçe vurdum.
— Demek bırakmadın ha, koruyucu meleğini…
Kocaman gülümsedi.
— Ya Afra… beni utandırmaya çalışma kızım! Ben aşktan utanmam, aşığım ben o deli çocuğa…
— Ee peki, söylemeyecek misin?
Omuz silkti.
— Hayır… çünkü Can’ın duygularından emin değilim. Bir öyle, bir böyle. Anlamıyorum onu. Ayrıca çapkın olduğunu da biliyorum. Ne yapacağımı bende bilmiyorum. Arkadaşlığını kaybetmekten korkuyorum. Acı çekmektende.
Sarıldım ona. Canım arkadaşım… demek aşka düştün ha. Saçlarını karıştırarak söyledim:
— Sen kendine bak! Yiğit’e nasıl baktığını görmüyor muyum sandın?
— Hiç de bile!
Acilen konuyu değiştirmem lazımdı. Bu konuyu konuşmaya hazır değildim.
— Yiğit’in bahsettiği yardımcılar gelmiş. Hadi, gidip bakalım.
Hiç alışık değilim… evin içinde bir sürü insan. Ev de büyük… birbirimizi kaybedip dururuz artık.
— Tamam… konuyu değiştirdiğini anladım. Konuşmak istemiyorsan, ısrar etmeyeceğim.
Yardımcılarla tanıştık. Sıcak, tatlı iki kadındı: Melek ve Nazlı. İkiside 30 yaşlarindaydı. Yemek hazırladılar. Pek iştahımız yoktu ama bir şeyler yedik. Can ve Yiğit yemeğe gelmemişti. Merak ediyordum onları.
Sedayla hafif serin bahçedeki koltukta oturup kahvelerimizi yudumlarken geldiler. Yorgun görünüyorlardı.
— Hoş geldiniz, dedik.
— Hoş bulduk, dediler.
— Bir şey öğrenebildiniz mi?
— Toprak’ın yaptıklarından başka bir şey bilmiyoruz. Bulacağız onu… siz merak etmeyin, dedi Yiğit.
— Siz iyi misiniz? Nasıl oldunuz, alıştınız mı eve?
— Evet, her şey yolunda. Teşekkür ederiz.
Can hemen lafa atladı. Belli ki o enerjisini kaybetmemişti.
— Ee Seda, sen nasıl oldun? Özledin mi güvenli kollarımı? dedi, gerinerek ve gülerek.
Seda ona bir yastık fırlattı.
— O an yanımda sen vardın, denize düşen yılana sarılırmış. Ne yapalım…
— Sarılırken öyle demiyordun ama… “Gitme Can, gitme…” Hem o ne demek? Ben olmasam başkasına mı sarılacaktın sen?!
— Evet. Ne var bunda? dedi Seda gülerek.
— Bir şey yok… dedi ama Can’ın yüzü düşmüştü.
Yiğit söze girdi. Gözleri bana odaklandı.
— Afra… anlatmak istediğin bir şey var mı? Sahte kimlik, kaçış gibi detaylar?
Zamanı gelmişti… sanırım.