Yiğit Demir
Bu küçük kelebek…
Nasıl başarmıştı tüm bunları? Hem merak ediyordum hem de dudaklarının arasından çıkacak kelimelerden ürküyordum. Afra, derin ve yavaş bir nefes aldı. Gözleri, sanki uzak bir hatıranın karanlık labirentinde kaybolmuştu. Sesi titriyordu ama içinde kırılmayan, incecik ama çelikten bir kararlılık vardı. Bir an boşluğa daldı; gözbebekleri odanın loş ışığında donup kaldı. Sonra, bakışlarını ağır ağır yere indirdi.
“Nasıl tanıştığımızı anlatmıştım zaten. Bir süre arkadaş gibi görüştük ama… zaten ben ilk görüşte etkilenmiştim,” dedi, dudakları hafifçe titreyerek. Parmak uçları dizlerinin üzerinde geziniyor, sinirli bir ritim tutar gibi gergin hareket ediyordu.
“Beni etkilemek için çok kibar, çok zarif davranıyordu. İş insanı olduğunu söylemişti. O zamanlar… kısa sürede sevgili olmuştuk bile.”
Sözleri, kalbime ince ve keskin bir bıçak gibi saplandı. İçimde kıskançlığa benzeyen bir kıvılcım çakıp geçti. Canım yandı. Kıskandım mı onu? Belki de… Ama Afra anlatmaya karar vermişti; onu durdurmak, boğazına düğümlenmiş kelimeleri kesmek istemedim.
Seda, kollarını göğsünde kavuşturmuştu. Başını hafif yana eğmiş, dudaklarını birbirine bastırıyordu. Gözlerindeki parıltı sönmüş, yerini bulanık bir ıslaklık almıştı. Can ise öne eğilmiş, dirseklerini dizlerine yaslamıştı. Kaşları sertçe çatılmış, bakışlarını bir an bile Afra’dan ayırmadan dinliyordu.
“Bir süre sonra patlak verdi her şey…” diye devam etti Afra. “Beni her şeyden kıskanıyordu. Sürekli bağırıyordu. Ondan soğumaya başlamıştım. Özür yemeği için evine davet etti. İstememiştim ama… çok ısrar etti. Gidecektim, sakin sakin ayrılmak istediğimi söyleyecektim. Bu… çok büyük bir hataydı.”
Yutkundu. Parmakları dizlerinin üzerinde birbirine kenetlendi, eklemleri beyazlaştı. Göz kapakları ağırlaştı; sanki hatırladığı görüntüler omuzlarına tonlarca yük bindirmişti.
“Ayrılmak istediğimi söylediğimde… delirdi. İlk kez o gün vurdu bana.”
İstemsizce yumruklarımı sıktım. “Ben bakmaya bile kıyamıyorum sana,” demek istedim ama kelimeler boğazıma düğümlendi. Yutkundum; sesim çıkmadı.
Afra’nın sesi inceldi, titredi ama durmadı:
“Beni tekrar sevmeni istiyorum,” dedi o gün. Ama sevgiden anlamıyordu. Vahşice, çırpınarak çabalıyordu. Önce odaya hapsetti. Pencereyi bile açamıyordum. Kendi adamlarından bile kıskanıyordu. Kaç tanesini bu yüzden öldürdüğünü bilmiyorum.”
Seda’nın gözleri doldu; yanağından ince, ışıltılı bir damla yaş süzüldü. Can dişlerini sıktı; çenesindeki kaslar, bir anlığına taş gibi sertleşti. Yumrukları dizlerinin üzerinde beyaza dönmüştü.
“Başta çok korktum… Sonra… sanırım alıştım. Ona korkuyla bakmadığım her gün daha fazla şiddet uyguladı. ‘Sevmiyorum’ dedikçe… daha da…” Afra’nın sesi boğuldu. Dudakları aralandı ama devam edebilmek için birkaç saniye gözlerini kapatıp derin nefes aldı. “Başta ağladım, yalvardım… bırakması için. Ama bırakmadı. Zamanla yalvarmayı bıraktım. Onun yerine… daha dik durdum.”
Kelimeler ağırlaştı; odanın havası yoğunlaştı. Yüzündeki renk solmuştu.
“Her gün başka bir yöntem… başka bir acı. Elimi kaynar suya soktu, sonra soğuk suya daldırdı; güya iyilik yapıyormuş gibi. Kalorifer peteğine bağladı, günlerce aç bıraktı. Yüksek sese maruz bıraktı… Kıyafetlerimle soğuk suyun altında bıraktı, titreyerek yere yığılana kadar. Bunun gibi bir sürü şey… Ama en kötüsü, her defasında güya üzülüp özür dilemesiydi. Bazen de kendi yapmamış gibi davranırdı.”
Can, dişlerinin arasından sessizce küfür savurdu. Parmak eklemleri yeniden gerginleşti. Seda muhtemelen bunları daha önce de dinlemişti; hatta belki daha fazlasını… Ama ilk kez duyuyormuş gibi etkilendi. Gözlerinde yalnızca keder değil, keskin bir öfke de vardı. Onu çok seviyordu.
Ben ise artık nefes alamaz hale gelmiştim. Üzgünüm Afra… sana çok geç kaldım, diye geçirdim içimden.
Afra, boğazındaki düğümü yutkunarak itti ve nefesini düzenleyip anlatmaya devam etti…
Afra, nefesini toparladıktan sonra gözlerini kısa bir an yere dikti. Parmak uçları birbirine kenetlenmişti, eklemleri hâlâ beyaz…
“Geceleri uyuyamaz hale gelmiştim. Kabuslar… sesler… ağrılar. Ama asla boyun eğmedim. Aylar sonra… odadan çıkarmaya başladı.”
Elleri, bileklerini sanki hâlâ o günlerdeki zincir izlerini hissediyormuş gibi hafifçe ovuşturdu.
“Evin diğer yerlerinde gezebiliyordum artık. Birkaç kez yardım istedim eve gelen insanlardan, kadınlardan… Ama herkesin kalbi taş kesilmişti.”
Anlattıkça zorlanıyordu; gözlerindeki uzak, boş bakışlar, yüreğimde derin yarıklar açıyordu.
“Birkaç kez düşmanları bastı evi. Çok korkmuştum… Bir gün yine bastılar. Bu kez çok ağır yaralandı. Neredeyse tüm adamları öldü. O kargaşada… aralarından sıyrılıp kaçtım.”
Ellerinin titremesi artmıştı. Sanki o anları tekrar yaşıyordu; göz bebekleri hızla sağa sola kayıyor, nefesi hızlanıyordu.
“Afra… istersen—” dedim, ama sözümü elinin hafif ama kararlı bir hareketiyle kesti.
“Anlatayım bitsin, Yiğit.”
Bu kadına her an biraz daha hayran oluyordum.
“Üniversiteden bir arkadaşım vardı. Çok görüşmezdik. Tekin biri değildi. Ama sahte kimlik, hackerlik işleri… bildiğini biliyordum. Seda’ya gitsem… onu da bulurdu. O yüzden ona gittim.”
Derin bir nefes aldı; omuzları hafifçe kalktı, sonra yavaşça indi.
“Yardım etmedi hemen. Büyük miktarda para istedi. Birikimim, birkaç mücevherim vardı… hepsini verdim. Sahte kimlik, iş ayarladı. Telefonumu bulamasın diye de bir şeyler yaptı. Sonrasında numaramı bulsa da yerimi aylarca bulamadı.”
Bir an sustu, çenesini sıktı; dudak kenarı hafifçe titredi.
“Bir keresinde yakaladı. Tekrar kaçırmaya çalıştı. Direndim. Ama… öyle bir şiddet uyguladı ki… yürüyemez hale geldim. Ne oldu bilmiyorum ama… eve götüremeden kurtuldum. Tek hatırladığım… kırmızı ve mavi ışıklar. Sanırım biri polisi aramıştı. Polisten korkmazdı ama… onların yanında kaçırmadı. Birkaç hafta daha görmedim. Ama telefonuma mesajlar geliyordu. Numaramı değiştirsem de… buluyordu.”
Boğazım düğümlendi. Can, oturduğu yerde geriye yaslandı; parmaklarını saçlarının arasına geçirip sertçe çekti. Ama bakışları hâlâ keskin bir bıçak gibi Toprak’ın hayaline saplanıyordu. Seda’nın omuzları titredi; sessizce burnunu çekti.
“İki hafta sonra bir gece yine karşıma çıktı. Tek başınaydı. Kendine çok güvenirdi. Ara ara tek başına işlere kalkışırdı, ama hep sonunda yaralı olurdu. O gece de… tek başınaydı. Sokakta sıkıştırdı beni. Bileklerimi öyle bir sıktı ki… gözlerinden ateş fışkırıyordu.”
Nefesim kesildi. Onunla tanıştığımız geceyi anlatıyordu sanırım. İyi ki bulmuşum seni, Afra. İyi ki Can o gün kahve içelim diye tutturmuş.
“Yere düşmüştüm. Yerden bir cam parçası aldım. Koluna sapladım. Acıyla bağırdı. Kaçmaya çalışırken montumu yakaladı. Elinde kaldı… ama ben kaçtım. Yağmurun altında… nereye gideceğimi bilmeden koştum. Sonra bir kafe gördüm. İçeri girdim… Sonrasını biliyorsunuz zaten.”
Afra sustu. O an odadaki sessizlik, yalnızca nefeslerimizin sesiyle doluydu. İçimde bir yer parçalandı.
Hiç sormadım. Hiç tereddüt etmedim. Sadece sıkıca sarıldım ona.
“Ben buradayım artık… Biz varız. Yalnız değilsin,” dedim, sesim titrek ama kararlıydı.
O da bana sarıldı. Kollarımın arasında sanki kendi kalbimi tutuyordum; kırılgan ama hâlâ atan.
Seda da sessizce yanımıza geldi. Can, oturduğu yerden Afra’nın elinin üzerine elini koydu. Gözleriyle konuştu adeta: Ben de buradayım.
Afra’nın yüzünde hafif bir tebessüm belirdi.
“Biliyorum… İyi ki varsınız,” dedi.
Seda gülümsedi, gözleri dolu dolu: “İyi ki sen de varsın, sen benim kardeşimsin”dedi
Afra ayağa kalktı. Sesi yorgundu ama içinde belli belirsiz bir kıpırtı vardı.
“Bir elimi yüzümü yıkayayım… Hem üşüdüm, içeri geçeyim,” dedi. Başımı salladım. İçeri geçerken arkasından baktım, sonra derin bir nefes aldım. Başımı yere eğdim, ellerimi saçlarımın arasına geçirdim.
“Of…” dedim içimden. “Ben dinlemeye bile dayanamadım. Sen… Kadın… Sen nasıl dayandın?”
Seda, üzgün bir ifadeyle omzuma dokundu. Parmakları hafifçe titriyordu. Başımı kaldırıp ona baktım; gözlerinde geçmişin ağırlığı vardı.
“Afra güçlü bir kadın,” dedi, sesi yumuşak ama kararlıydı. “Yaşadıkları kolay değil ama ayağa kalkmayı bildi. Merak etme, ben şahidim.” Hafifçe gülümsedi, ama gülümsemesi gözlerine ulaşmadı.
Can, kaşlarını çatmıştı. Merakı yüzünden okunuyordu. Ardı ardına sorularını sıraladı, sesi biraz meraklıydı:
“Peki bu süreçte evinizi hiç bulamadı mı? Sana zarar verdi mi? Kaçırıldığı dönemde sen ne yaptın?”
Seda’ya döndüm, ben de büyük bir merakla ona bakıyordum. Gözlerim cevap arıyordu.
Seda derin bir nefes aldı, gözlerini yere indirdi. Konuşmaya başladı:
“İlk başlarda mutluydu Afra… Hep duygularını gizleyen biriydi. Üzüldüğünde, kızdığında kolay kolay söylemezdi ama gözlerinden mutluluğu anlardım. Sonra… sonra mutsuzluğu da gözlerinden okunmaya başladı. Daha benimle bile tanıştırmadan yüzü asılmaya, içine kapanmaya başladı. Sordum… bağırdığını, çok kıskanç olduğunu, artık onu istemediğini söyledi.”
Seda’nın sesi çatallaştı, gözleri doldu ama ağlamadı. Dudaklarını ısırarak devam etti:
“Konuşmaya gidecekti… işte, sonra dönemedi. Aramadı. Bir yıldan uzun süre ulaşamadım. İlk başlarda deliricem sandım. Afra benim kardeşim gibiydi. Polise haber verdim, kayıp ilanı dağıttım… ama hiçbiri işe yaramadı.”
Bir an sessizlik oldu. Sadece kalbimizin sesi vardı sanki.
“Peki ya ailesi?” diye sordum, sesim fısıltıya dönmüştü.
Seda başını salladı, gözleri uzaklara dalmıştı.
“Afra’nın ailesi yok… yani Afra evlatlık. Ama o ailesini de uzun yıllar önce kaybetti. Onun benden başka kimsesi yok.”
Gözlerimi kapattım. Bu kadar acıyı nasıl sığdırmıştı bu yaşına? İçimde bir düğüm oluştu.
Seda anlatmaya devam etti, sesi daha da kısılmıştı:
“Kaçtıktan sonra da… zaten iki kez yakalanmış. İlk yakalandığında hastaneye götürülmüş. Afra bana iş için başka bir şehirde olduğunu söylemişti. Sanırım hem onu o halde görmemi istemedi, hem de beni bulur diye korktu. İki hafta sonra konuştuğumuzda geleceğini söyledi. Bekledim… Gelmedi. Telaşlandım. Defalarca aradım. Açmadı.”
Seda gözlerini Can’a çevirdi. “Sonra sen açtın telefonu zaten, Can.”
Can’ın yüzü değişti. Gözlerinde kısa bir pişmanlık gölgesi belirdi. Başını eğdi, sesi neredeyse bir fısıltıydı:
“Sen o yüzden o kadar bağırdın telefonda… Ben o gün çok kızmıştım sana. Özür dilerim
Seda başını hafifçe salladı. “Evet, o yüzden.”
Seda derin bir nefes aldı, sonra gözlerini bana dikti. “Peki şimdi ne yapacağız? Afra uzun süre burada durmaz. Çalışmadan, sadece saklanarak… Yani hayatımızı bu evin içinde geçiremeyiz.”
“Biliyorum Seda,” dedim. “Ama bir süre böyle olmak zorunda. Sonrasına sonra bakacağız. Toprak’ın kim olduğunu sen de öğrendin. Sizi bırakamam. Afra’nın biraz şansı yaver gitmiş, onu bulamaması mucize olmuş. Akıllılık edip o arkadaşına gitmiş ama işe yaramayabilirdi. Eğer Afra gitmek isterse, durdurmak için elimizden geleni yapacağız.”
Seda’nın yüzünde bir anda muzip bir tebessüm belirdi. Can gibi, ne çabuk duygu değiştirebiliyordu.
“Yiğit… Tamam, sen iyi birisin. Muhtemelen kim olsa yardım ederdin ama… Sen benim arkadaşıma aşıksın sanki, ha?”
Bu soruyu beklemiyordum. Bir an ne diyeceğimi bilemedim.
Onu seviyorum, evet… Ama biriyle olabilir miyim, bilemiyorum. O kadar karışık günler geçirdik ki, bunları hiç düşünmedim. Ama emin olduğum bir şey var: Ben artık onsuz yapamam. Kendi korkularım umurumda bile değil. Afra’ya güvenebilirim. En azından denemek isterim.
Başımı hafifçe olumlu anlamda salladım. Seda’nın gözleri büyüdü. Can ise o anda omzuma hafifçe vurdu, gülerek:
“Hani korkuyordun lan?”
“Afra’nın korkularının yanında benimkinin bir önemi yok,” dedim.
“Peki, söylemeyecek misin Afra’ya?” dedi Seda.
“Şimdi değil. Onu incitmekten korkuyorum. Yaralı bir kuş o… Bunun için yardım ettiğimi düşünebilir. Konuyu kapatalım artık, geç oldu,” dedim. Onları orada bırakıp içeri girdim.
Afra sanırım odasına girmişti. Kapısının önünde biraz durdum ama girmedim. Yalnız bıraktım. Tüm bu düşüncelerin içinde odama gittim.
Dönüp duruyordum, uyuyamıyordum. Keşke Toprak’tan önce girseydim Afra’nın hayatına… Hiç yaşamasaydı bunca şeyi. Normalde odam koridorun sonundaydı aslında ama Afra’nın yan odasına yerleştim. Yine yakın olmak iyi hissettiriyordu.
Usul usul gözlerim kapanırken boğuk sesler duydum. Gözlerimi açıp sese odaklandım. Afra’nın odasından geliyordu.
“Bırak beni… Dur…”
Biri mi girdi içeri?
Telaşla silahımı çekip odasına gittim. Kapıyı açıp girince odada kimsenin olmadığını gördüm. Yani Afra’dan başka… Kabus görüyordu yine. Tabi ne olacaktı? Aptal kafam… Keşke anlat demeseydim her şeyi. Tekrar yaşadı bu gece. Kendimi suçlu hissediyordum.
Bu defa Afra geçen seferki gibi sessiz değildi. Daha sesli bağırıyordu; sesi odadan taşmış, koridoru doldurmuştu. Usulca yanına yaklaştım. Terden yapışmış saçları, boynundan süzülen damlalarla parlıyordu. Bir eli yumruk yapılmış, diğer eli yorganı sıkıyordu. Saçlarını nazikçe düzelttim, okşadım.
Seda geldi, uykulu ama yine endişeli gözlerle. Bu defa ben ona dedim:
“Sen git. Ben kalmak istiyorum. Onu bırakamam böyle.”
Bir an düşündü, sonra başını salladı. Afra’ya uzun uzun bakıp gitti.
Yatağın yanındaki tekli koltuğa oturdum. Yumruk olmuş ellerini açtım, usulca elini tuttum. Kıvranıp duruyordu hâlâ. Sayıklıyordu. Bu kadın… benim kalbimi parçalıyor. Saçlarını okşadım.
“Buradayım… Güvendesin,” diye telkinler verdim.
Bir eli elimin içindeyken diğer eliyle kolumu tuttu. Bir an sayıklarken tırnağını kolumun etime geçirdi. İnce bir kan süzüldü. Bir süre sonra sakinleşti. Yavaş yavaş huzurlu bir uykuya daldı. Ama hâlâ eli elimdeydi ve koluma sarılmıştı. Bırakmadım. Onu izlerken ben de uykuya daldım.
Gözlerimi açtığımda sabah olmuştu. Güneş ince ince içeri süzülüyordu. Afra uyuyordu. Kolumdaki elini çekmiş ama diğer eli hâlâ elimdeydi. Usulca saçlarına dokundum. Huzurlu görünüyordu artık. Elimi yavaşça çektim. Sessiz adımlarla çıktım. Beni görürse ne diyeceğimi bilemedim. Seda’ya da tembihleyecektim, söylemesin diye.
İki hafta geçmişti. Her gün Toprak’ı arıyordum. Güvenliği çok sıkı tutuyordum. Can’la hem şirkete hem de Toprak’ın peşine koşup duruyorduk. Yoğun çalışıyorduk. Afra son günlerde evden çıkmak istiyor, çalışmak istiyordu. Seda da sıkılmıştı, sürekli söyleniyordu. Anlıyordum onları. Çalışmaya alışkınlardı. Hele Afra… Özgürlüğüne düşkün biri. Hele Toprak’ın yaptıklarından sonra, daha da düşkün olmuştu.
Afra’ya çizim yapabileceği birkaç eşya aldım. Tasarım yapmayı, çizmeyi seviyordu. Sevdiği bir meslek seçmişti. Bu süreçte çizmeye çalışıyor, bu konuda oldukça yetenekliydi. Kabusları hâlâ devam ediyordu. Neredeyse her gün… Ben geceleri gidiyor, elini tutuyordum. Sanki kokum onu sakinleştiriyordu. Sabah erken çıkıyordum, görmüyordu beni. Seda söylemeyeceğine söz verdi. Bir iki kez Can’a yakalandım. Hâlâ dilindeyim, kurtulamadım.
Bugün Can’ı evde bıraktım. Kızları gezdirmesini söyledim. Kızlar heyecanla kabul ettiler. Dışarı çıkmak iyi olacaktı. Tabii ki bir koruma ordusuyla… Benim de çok fazla işim vardı. Evden çıktım. Önce Toprak’la ilgili birkaç iz bulmuşlardı, oraya uğradım ama boş çıktı. Sonra şirkete geçtim. Uzun uzun evrak işleri, toplantılar… Akşama bırakmıştım ama tahminimden uzun sürdü.
Oradan birkaç adamımla buluşmaya gittim. Toprak konusunda bir şeyler yapmam lazımdı. Uzun uzun konuştuk, bazı planlar yaptık. Umarım kısa zamanda bulurum. Saate baktım.
Bayağı geç olmuştu. Gözlerim kapanıyordu. Acaba Afra uyudu mu? Yine kabus görüyor muydu? Bugün hiç konuşmadığımızı fark ettim. Neler yaptılar acaba?
Elimi cebime attım. Kahretsin… Telefonum yok. Arabada unutmuşum sanırım. Yorgunluktan kafa kalmamış. Geceleri de pek uyuyamıyorum. Sürekli koltuktayım. Arabama gittim. Telefonum orada kalmış. Ekranı açtım, açılmadı; şarjı bitmiş. Arabayı çalıştırdım, eve geldim.
Işıklar açıktı. Neden hâlâ uyumadılar ki? Anahtarımla açıp eve girdim. Gördüğüm manzara karşısında küçük bir şok yaşadım. Seda ağlamış gibiydi; göz kapakları kızarmış, yanaklarında kurumuş yaş izleri vardı. Can bile öfkeyle karışık bir korkuyla duruyordu.
Kalbim çok hızlı atmaya başladı. Afra neredeydi?
Etrafa bakındım. Hızla Canların yanına yürüyordum ki… Afra koşar adım bahçeden içeri girdi. Elleri hafif titriyordu; parmak uçları donmuş gibi kaskatıydı. Gözleri ise kızarmıştı, belli ki ağlamıştı.
Ben “Ne oluyor?” demeye kalmadan Afra, hızla bana koştu. Üstüme atladı adeta; kollarını boynuma doladı, burnunu boynuma yasladı. Sımsıkı sarıldı. Ben de ona kollarımı doladım. Kokusu burnuma doldu; saçlarının ılık, tanıdık dokusu yanağıma değdi. Ama merakım gitgide büyüyordu.
“Ne oldu?” dedim, kısık bir sesle.
Afra birden öfkeyle geri çekildi. Ne olduğunu anlamadan yüzüme öyle okkalı bir tokat attı ki… başım yana savruldu.
Ne oluyor?! Bu da neydi şimdi?
Yüzümü Afra’ya çevirdim. Gözlerinde öfkeyle karışık bir korku vardı; nefesi hızlıydı, dudakları titriyordu. Can yanımıza geldi.
“Bir de ne olduğunu soruyorsun? Neredesin sen, Yiğit!”
Ne yani… Beni merak mı etmişti? Ve bunun için mi vurmuştu?
Can araya girdi. “Yiğit, neredesin kardeşim? Aklımız çıktı. Hiç haber vermeden ortadan kaybolmazdın. Şirketi aradım. Saatler önce çıkmışsın dediler. Kaç kez aradım. Önce açmadın, sonra telefonun kapandı.”
O an anladım. Ben Can’a haber vermeyi unutmuştum. Merak etmişlerdi. Başımızda bu kadar bela varken… Bu normaldi. Benim hatam. Ama bu tokatı hak ettiğimi düşünmüyordum.
Yüzümü Afra’ya çevirdim. Hâlâ korku vardı gözlerinde. Belliydi… Çok merak etmişti. Kızamıyordum. Telefonumu unutmam, toplantılar… Bugün iyi bir gün değildi. Seda olduğu yerde koltuğa otururken can ben kaçar diyip odasina gitti. Afra yerinde durmuş, hâlâ bana bakıyordu.
İyice yaklaştım ona. Geri çekilmedi.
“Merak edeceğinizi düşünmedim. Özür dilerim,” dedim.
“O pislik sana birşey yaptı sandım. Çok korktum bir daha sakın bunu yapma.” dedi
Tekrar sarıldı bana. Sıkıca…
Ben de onu kollarımın arasına sardım. Sanki o tokat, içindeki korkunun çığlığıydı. Ve şimdi, o çığlık susmuştu.