Seda karaca
Sabah yorgun ve mutsuz uyandım. Göz kapaklarım hâlâ ağır, başımda dünden kalan o garip sıkıntı. Perdelerin arasından süzülen solgun ışık odayı dolduruyordu.Rahat bi pantolon tişört üstünde bi ceket giydim ve Aşağı indim.
Salonda Can ve Afra oturuyordu. Afra dizlerini karnına çekmiş, ince bir battaniyeye sarınmış, bana hafifçe gülümsedi. Can ise koltuğun köşesine yayılmış, dirseğini kol dayama yerine yaslamış, elinde kahve kupası… Gözleri üzerime çevrildiğinde o tanıdık bakış yine kalbime dokundu.
Yanlarına gittim.
“Günaydın Can. Sen gitmedin mi işe?” dedim.
“Gitmedim,” dedi.
“Neden?”
“Seni dışarı çıkartmak için,” dedi.
Kaşlarım çatıldı. İçimden, Ne yani, dünküler yetmedi mi? Bugün de mi gözüme sokacaktı başka kadınları? Hain adam.
“Benim gelmek isteyeceğimi de nereden çıkardın?” dedim. Sesim buz gibiydi.
“Neden istemeyesin ki?” dedi, dudak kenarında hafif bir gülümsemeyle.
“Seninle dışarı falan çıkmak istemiyorum,” dedim.
“Seda, hazırlan hadi,”
“Hayır.”
“Ya hadi,” “Pişman olmayacaksın, söz.”
İnatla olduğum yerde kaldım.
“Hayır,” dedim ve kendimi koltuğa bıraktım.
“Öyle mi?”
“Öyle.”
Ayağa kalkmasıyla beni kucağına alması bir oldu. Aniden havalanmış gibiydim. Ne olduğunu anlamadan kendimi Can’ın o geniş omuzları arasında buldum.
“Sırtına vurdum. Ne yapmaya çalışıyorsun? Zorla mı götüreceksin beni?”
“Evet,” dedi.
“Ya Afra, yardım etsene!”
Afra omuz silkti, dudaklarının kenarıyla gülerek.
“Bu hain arkadaş seni…” diye lafımı yarıda kestim. “Dur, ben bir kurtulayım, bak sana neler yapacağım.”
Dışarı çıktık. Soğuk hava yüzüme çarptı. Beni zorla arabaya bindirdi. Korumalardan yardım istedim ama bakmadılar bile. Kimden yardım istiyorsam… Can ve Yiğit’in adamları beni Can’dan kurtaracak hâlde değillerdi ya.
Can direksiyona geçti.
“Ne yaptığını sanıyorsun Can? Bu da ne şimdi?”
“Düne kadar sıkılıyorum, patlıyorum diyordun. Gezdiriyorum işte,” dedi gülerek.
“Kemerini tak,”
Omuz silktim.
Kendi eğilip taktı. O an yine oluyordu işte… Kokusu doldu burnuma. Kalbim hızlandı, sanki göğsümden dışarı fırlayacak gibiydi.
Yol boyunca konuşmadım, pencereden dışarı baktım. Sokaklar birbirini kovalarken, göz ucuyla Can’ı izlememek için kendimi zor tutuyordum. Bir süre sonra durdu.
Bir kafe gibi bir yerin önündeydik.
“İn hadi,” dedi.
Ellerimi birleştirmiş, sıkıca tutuyordum. Cevap bile vermedim.
“Hadi Seda, seninle bir şey konuşmam lazım,” dedi.
Ahh… Korktuğum başıma geliyordu işte.
Seni üzmek istemiyorum Seda ama… Ben âşık olamam. Beni sevdiğini anladım ama karşılık veremem, diyecek kesin.
Buna izin veremem. Ağzından duymaya hazır değilim. Ama yalan da söyleyip kendimi küçük düşüremem tabii.
Ben arabadan inmeyince konuşmaya başladı.
“Bak Seda, bunu nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum ama aslında ben…”
Lafını kestim. Bunu dinleyemem çünkü. Ben söylemeliydim.
“Bak Can, ben sana âşık oldum. Evet. Ama öyle peşindeki suluk kızlar gibi değilim. Peşinden koşacağımı sanıyorsan büyük yanılıyorsun,” dedim.
Şaşkınca bana bakıyordu. Gözlerinin içine bakamıyordum ama inkâr da edemezdim. Belli oluyordu zaten.
“Seda ama…” dedi.
Yine konuşmasına müsaade etmedim. Arabadan inip yürümeye başladım.
Can inip, “Seda, nereye?” dedi.
Dönüp yüzüne baktım. Ağlamak istiyordum ama ağlamadım.
Can ise gülümsüyordu. Ne kadar vicdansız bu.
Ellerini yüzüme koydu. Avuçlarının sıcaklığı yanaklarımı sardı.
“Beni, dinlemelisin artık,” dedi.
Birşey demedim Yürümeye devam ettik bir süre iyice uzaklaşmıştık.
Anladım. Bundan kaçış yoktu.
“Tamam. Söyle. Çabucak bitsin,” dedim.
Daha fazla canım yanamazdı herhâlde.
Gözlerinin içine baktım. Çok güzeldi gözleri… İçine çekiyor insanı.
Gülümseyerek bana tam konuşmaya başlayacaktı ki… Birden gözleri ciddileşti. Az önceki rahat gülümsemesi silinmiş, yüz hatları keskinleşmişti. Bakışları hızla çevreyi tarıyor, sanki görünmeyen bir tehlikenin kokusunu alıyordu.
Daha ne olduğunu anlamadan elim avuçlarının arasına sıkıca girdi.
“Ne oluyor Can?!” dedim, panikle adımlarımı ona uydurmaya çalışırken.
Cevap vermedi. Arada başını hafifçe arkaya çevirip bir şeyleri kontrol ediyordu. Adımlarını hızlandırdı, ben neredeyse sürükleniyordum.
Bir köşeyi dönmemizle birlikte, üç adam önümüzü kesti. Can’ın eli anında beline gitti, silahını çektiğinde yüzü buz kesmişti.
İlk adam silahına davranmaya çalıştı ama Can daha hızlıydı. Tek bir atışla adamın elini hedef aldı, silah yere çarptı. Adam sendeleyip dizlerinin üzerine kapandı.
Tam o sırada yan tarafta bekleyen başka bir adam bıçak çıkardı ve bana doğru hamle yaptı. Kolumda keskin bir acı hissettim; sıcak kanım parmaklarıma doğru aktı. Şokla geri çekildim ama adam hız kesmeden tekrar bıçağı kaldırdı.
Tam bana saplayacakken Can önüme atladı. Bıçak bu kez onun omzuna saplandı. Acıyla yüzü buruşsada durmadı. Dişlerini sıkarak adamın bileğini yakaladı, bıçağı yere düşürdü ve silahının kabzasıyla kafasına sert bir darbe indirdi.
Diğer adam silahına davranmıştı ama Can çevik bir dönüşle onu da hedef aldı. Tek bir atışla elinden vurdu, ardından sert bir tekmeyle yere savurdu. Ne zaman geldiğini görmediğim Kalan son adamı da omzundan tutup duvara yapıştırdı, nefesi hızlanmıştı.
“Elimi bırakma,” dedi, sesi sertti. Kanayan koluma baktı, kendi omzundan süzülen kanla birlikte beni yan sokağa çekti.
Aramızdaki mesafe ile peşimizdeki adımların sesi arasında ince bir denge vardı. Can, her dönüşte en dar sokakları, en karmaşık yolları seçiyordu. Bir an fark ettim: Bizi kör noktalara götürmüyor, tam tersine kaçış rotasını kafasında planlıyordu.
Ama omzundan akan kan, artık tişörtünü sırılsıklam etmişti. Her adımda biraz daha yavaşlıyor gibiydi ama yüzünde en ufak bir tereddüt yoktu.
Bir süre sonra şehrin ışıkları geride kaldı, kendimizi ormanın karanlığında bulduk.
“Sakın benden ayrılma,” dedi, sesini alçaltarak. Ben korkuyla titriyordum.
Bir ağacın arkasında nefeslenirken dikkatle dinledi. Peşimizdekilerin ayak sesleri yaklaşıyordu. Telefonundan birine mesaj yolladı, sonra yeniden koşmaya başladık.
O an telefon ekranında bir isim gördüm: “Yiğit.” umarım geç kalmaz.
Ayaklarımız çamura battı, dallar yüzümüzü çizdi ama Can hiç yavaşlamadı. Kollarını gerektiğinde önümde kalkan gibi kullanıyordu.
Bir noktada beni kalın bir ağacın kovuğuna doğru itti.
“Burada bekle. Ne olursa olsun çıkma. Onların dikkatini başka yere çekeceğim.”
“Elinde ne var ki ne yapacaksın?” dedim, korkuyla.
Gözlerinde o tanıdık özgüven vardı.
“Yeterince zaman,” dedi, sonra da karanlığa karıştı.
O an fark ettim… Can sadece güçlü değildi, aynı zamanda her adımı hesaplayan biriydi.
Ama içimde bir ses, onun dönmeyeceğini fısıldıyordu. Bu bir vedaydı belki de. Gözlerim doldu.
Ayak sesleri yaklaşırken ben ağacın gölgesinde, kalbim karnımda atıyordu. Can, karanlığın içinde neredeyse sessiz hareket ediyordu; sanki ormanın bir parçası olmuştu.
Birden uzaktan, kuru dalların kırılma sesi geldi. Peşimizdeki adamlar o tarafa yöneldi. Onların görüş alanından çıktıklarında Can aniden arkamda belirdi.
“Gel,” dedi fısıltıyla.
Ormanın başka bir noktasına doğru ilerlerken fark ettim ki, az önce duyduğum sesleri bilerek çıkarmıştı; birkaç taş ve dalı belirli yerlere atarak, adeta yanlış bir iz bırakmıştı.
“Onlar oraya gidince buradan dereye ineceğiz,” dedi.
Dereye vardığımızda hiç durmadan içine girdi. Su soğuktu, gürültüsü ise tam istediği gibiydi.
Suyun içinde ilerledik.
Ben sendeleyince hemen elimi tuttu, beni dengede tuttu. Yüzü ciddiydi ama bakışlarında hep kontrol vardı.
Ama omzundaki kan artık suya karışıyordu. Her adımda biraz daha solgun görünüyordu.
Yaklaşık on dakika suda ilerledikten sonra, kıyıya çıktı ve dikkatle etrafı dinledi. Hiç ses yoktu, sadece dere şırıltısı.
“Güvendeyiz,” dedim.
Ama Can’ın yüzü hâlâ değişmemişti.
“Ne oldu?” diye sordum.
“Hâlâ güvende değiliz. Yiğit’e mesaj attım, yakında burada olur. Zaman kazanmamız lazım,” dedi.
Korkuyla titremeye başladım.
Ellerini yüzüme götürdü, başparmakları hafifçe yanaklarımı sardı.
“Şşş… sakin ol. Sana bir şey olmasına asla izin vermeyeceğim,” dedi.
Sesi güven verse de korkuyordum. Hemen arkada ağaçların çok olduğu bir yere girdik. Gözüm Can’ın omzuna takılıyordu sürekli; hâlâ kanıyordu.
“Çok acıyor mu?” diye sordum.
“Hayır, merak etme,” dedi.
O böyle konuştukça daha çok merak ediyordum. İşte şimdi… Can tabii ki acıyor demeliydi; seni kurtardım falan diye övünmeliydi. Ama o böyle ciddi olunca, ben daha çok korkuyordum. Sesim yükselmiş, ağlamaya başlamıştım.
Sırılsıklam üşüyordum, titremeye başladım. Can da sırılsıklamdı. “Biraz dayan,” dedi.
Adamların ayak sesleri gelmeye başlayınca bana sessiz ol işareti yaptı ama olmuyordu; nefesim sesli çıkıyordu, ağlamamı durduramıyordum.
O an belimden tutup çekti, belimi arkadaki ağaca yasladı, bedenim onunla ağaç arasında kaldı. Kocaman elleriyle ağzımı kapattı. Göz göze geldik.
Kalbim o kadar hızlı atıyordu ki artık neden olduğunu bilmiyordum… korkudan mı, heyecandan mı?
Alnını alnıma yasladı… ve o anda, bu adama bugün daha çok âşık olduğumu fark ettim.
Ama aynı zamanda, onu kaybetme korkusu içimi yakıyordu. Bu kadar yakınken, bu kadar tehlikenin içindeyken… her şey bir anda bitebilirdi.
Bir süre sonra nefesim düzene girdi, sakinleşmeye başladım.
Ayak sesleri uzaklaşmaya başlayınca çıkmaya çalıştım, Can izin vermedi. “Gittiklerinden emin olana kadar burada kalalım,” dedi.
Yarası kötü görünüyordu. Ceketimi çıkarttım, bastırdım, durmuyordu; azalıyordu ama kesilmiyordu. Filmlerde de böyle olmuyor muydu? Hiç yaralı görmemiştim ben böyle. Hele Can’ı böyle görmek kalbimi parçalıyor.
“Ee senin için atladım bıçağın önüne falan diye övünmeyecek misin?” dedim.
Kaşlarını kaldırdı. “Hayır,” dedi.
“Neden?” dedim.
“Çünkü yapmam gerekiyordu,” dedi.
“Can… alışık değilim bu hallerine, kendine gel,” dedim.
Müzip müzip güldü. Ayakta duramıyordu artık, sırtını ağaca verdi, oturdu. Ben de yanına.
“Konuşalım mı?” dedi. “Sabah konuşacaktım ama fırsat vermedin,” dedi.
“Şimdi mi, burada mı?” dedim.
“Hem hâlâ aynı şeyi konuşmak istemiyorum,” dedim.
“O zaman dinle,” dedi ve konuşmaya başladı.
“Ben âşık olmamıştım hayatımda… senden önce yani.”
Bu cümlesiyle donmak üzere olan bedenim ateş gibi olmuştu. İçimde bir yer, bu sözle aydınlandı.
“Ne dedin sen?” dedim, gözlerim büyümüş, sesim titremişti.
Müzip bir gülümsemeyle, “Duydun işte,” dedi.
“Peki neden istemiyor gibi davrandın?” dedim, gözlerim hâlâ onun yüzünde, kalbim göğsümde çırpınıyordu.
Bakışlarını yere indirdi, sonra tekrar bana döndü.
“Bak… ilk gördüğüm günden beri aşığım sana. Kendime itiraf etmem uzun sürdü. Sonra da bunu kabul etmem biraz zaman aldı.”
Derin bir nefes aldı, eli hâlâ omzundaydı. Parmakları kanla ıslanmıştı ama sesi hâlâ sakindi.
Sonra devam etti: “Bak, ben seni sevmediğimden değil… seni incitebilme ihtimalimden kaçtım. Seni korumak için yani. Ama yapamadım işte. Eğer bu olay gelmeseydi başımıza, sana seni sevdiğimi söyleyecektim ben.”
Gözlerim doldu. “Bugün onun için mi dışarı çıkmak için ısrar ettin? Arabada da bunu mu söyleyecektin yani?”
Kafasını salladı. “Evet. Ama sen bir fırsat vermedin ki,” dedi gülerek.
Sımsıkı sarıldım ona, o da bana.
Kalbinin ritmi göğsümde yankılandı; huzur, tam da oradaydı.
Üstü ıslak ve kanlıydı ama kolları dünyanın en güvenli yeriydi.
Başımı kaldırınca göz göze geldik. Gözleri dudaklarıma kaydı, nefesi yüzümdeydi.
Aramızda bir nefeslik mesafe… Kalbim yerinden fırlayacak gibiydi ama zaman durmuştu.
Can’ın nefesi yüzüme değdiğinde gözlerimi kapatmak istedim ama cesaret edemedim. O an, ne geçmiş vardı ne gelecek. Sadece biz vardık.
Dudaklarıma usulca yaklaştı. Tereddüt etmedi ama acele de etmedi. Sanki yıllardır beklediği bir anmış gibi… öyle bir öptü ki… kısa, sıcak ve içten.
İlk öpüşmemizdi. Yaralıydık, korkuyorduk, ama o anda her şey iyileşmiş gibiydi.
“Bize de bu yakışırdı sanırım,” dedi fısıltıyla.
Gülümsedim. “Evet,” dedim, “tam da buraya, tam da böyle.”
“Kolun nasıl?” dedi. Benim kolum da acıyordu ama Can’ınki kadar derin ve kötü değildi. “İyiyim, merak etme,” dedim.
Tam o an uzaktan çatırdı sesleri geldi. Yine panikle ayağa kalktık. Can refleksle yine beni arkasına aldı. Yiğit’in sesini duyunca nasıl rahatladığımı anlatamam.
Ağaçların arasından çıktık; Yiğit ve arkasında bir sürü adamı vardı, hepsi silahlı. Ama diğer adamlar yoktu; ya gittiler ya da Yiğitleri görünce kaçtılar, bilemiyorum. Koşar adım gidip sarıldım Yiğit’e, o da bana sarıldı. Bakışları kan olmuş, ıslanmış kıyafetimde ve kolumda geziniyordu.
“İyi misiniz?” dedi.
“Ben iyiyim,” dedim. “Ama Can yaralı.”
Yiğit Can’ın yanına gitti. “İyi misin kardeşim?” dedi, sarıldı.
Can “İyiyim, merak etme. Bana bir şey olmaz,” diye hafif tebessüm etti ama sesinden iyi olmadığı o kadar açıktı ki… Aceleyle yürüdük, arabalara bindik. Can ve benim üzerime battaniye verdiler. Hâlâ titriyordum.
Hastaneye gittik. Ne ifade verdiler bilmiyorum; ben orada yokmuşum gibi davrandı Yiğit. Can’a pansuman yaptılar, birkaç serum verdiler. Benim de koluma pansuman yapıp sardılar.
Koşarak Can’ın yanına gittim. “İyi misin?” dedim, sarıldım.
“İyiyim güzelim. Senin kolun nasıl, pansuman yaptırdın mı?” dedi.
Başımı olumlu anlamda salladım. Biraz uzanıp alnıma kısa ama anlamlı bir öpücük kondurdu. Bana her yaklaştığında böyle mi olacaktım? Heyecanımı fark etmiş olmalı ki bıyık altından bana güldü.
O an Yiğit’in de bize bakıp gülümsediğini görünce iyice kızardığıma emindim artık.
Yiğit usulca yanımıza geldi, hâlâ tebessüm ediyordu. “Seda, artık Afrayı sakinleştiremiyorum. Meraktan sana ulaşamayınca bir şeylerin ters gittiğini anladı, engel olamadım,” dedi.
Telefonunu uzattı. “Ara, konuş. Yoksa birazdan kesin buraya gelir,” dedi. Kafamı sallayıp aldım telefonu. Afrayı aradım. Sesi çok endişeliydi. Sakinleştirmem zor oldu. Bu zamana kadar onu hep ben merak ederdim, o yüzden çok iyi anlıyorum onu. Beni görmeden rahatlamayacak. Zorla iyi olduğuma ikna edip kapattıktan sonra Can da kalmış toparlanmıştı.
“Hadi gidiyoruz,” dedi Yiğit. “Afra iyi olduğuna ikna oldu mu?”
Hafif tebessüm ettim. “Biraz,”
Yolda Can’a sordum: “Bunlar toprağın adamları mı?”
Can Yiğit’e baktı. Yiğit kafasını iki yana salladı. “Hayır Seda, daha önce de dedik. Bizim de düşmanlarımız var, bu başka biriydi. Ama hesabını verecekler, sen merak etme.”