Sabaha karşı, uyandım. Nerede olduğumu anlamaya çalışırken sırtımda sert bir ağrıyla irkildim. Gözlerimi araladığımda fark ettim ki Afra’nın kapısının önünde, sırtımı kapıya yaslamış bir şekilde, usulca uyuyakalmışım. Vücudumun her yanı tutulmuştu; boynum, sırtım, bacaklarım sanki taş kesilmiş gibiydi. Titreyerek doğruldum, esnedim, kemiklerimden gelen çıtırtılar sessizliğin içinde yankılandı. Tereddütle kapıyı araladım, içimde hem bir merak hem de korku vardı.
Odanın loş ışığında ilk gözüme çarpan Seda oldu; Afra’nın yanına kıvrılmış, derin bir uykuya dalmıştı. Afra ise biraz daha iyi görünüyordu; yüzündeki solgunluk azalmış, nefesi düzenliydi. Hafifçe kıpırdandı, ama uyanmadı. O an içimde sessiz bir soru yükseldi:
Acaba Afra, Toprak’ın bu kadar tehlikeli biri olduğunu biliyor muydu? Peki ondan nasıl kaçmıştı? Bu sorular zihnimi kemiriyordu. Kararım kesindi; bu tehlikeli adamdan kurtulana kadar yanımızda kalmaları gerekiyordu. Onu bırakamazdım.
Kendimi toparlamak için duşa girdim. Bugün işe gitmeyecektim; rahat kıyafetler giyip aşağı indim. Kahvaltı hazırlarken içimdeki huzursuzluk büyüyordu. Herkes yavaş yavaş uyandı, kahvaltı masasına indi. Hep birlikte sessizce kahvaltı yaptık. Konuya nasıl gireceğimi bilemiyordum. Çünkü eğer Afra, Toprak’ın tam olarak gerçek yüzünü bilmiyorsa, onu korkutabilirdim.
Odama çekildim, uzun uzun düşündüm. Sonra birkaç işimi halledip tekrar aşağı indim. Afra ve Seda bir yere gidiyorlardı.
— Hayırdır, nereye gidiyorsunuz? — dedim, endişeyle.
Seda hafifçe gülümsedi, biraz can sıkıntısıyla:
— Çok sıkıldık, biraz dışarı çıkacağız.
Afra ise isteksiz gibiydi, Seda onu zorlamış belli oluyordu.
— Bir süre evden çıkmayın, — dedim kesin bir sesle.
Herkes bana baktı. Can da. Olanları ona hâlâ anlatamamıştım.
— Neden? — diye sordu Seda, şüpheli bir ifadeyle.
— Güvenliğiniz için, — dedim, kendimden emin olmaya çalışarak.
Afra dikkatlice yüzüme baktı:
— Bir şey mi oldu? Toprak’ı mı gördün?
— Hayır, ama onu biraz araştırdım. Çok tehlikeli biri… — Sesim titriyordu, tedirgindim. — Afra, onun nasıl biri olduğunu tam olarak biliyor musun?
Afra kaşlarını çattı, yüzü ciddileşti:
— Nasıl yani? Çok güçlü ve acımasız olduğunu biliyorum.
Ama belliydi, tamamını bilmiyordu.
— Geçin, oturun, — dedim, onları yan yana oturtarak.
Afra derin bir nefes aldı, tedirginlik gözlerinden okunuyordu.
— Bak, sen bu adamla nasıl tanıştın? — diye sordum direkt, merakla.
Afra yüzüme baktı, hafifçe omuz silkti:
— Ne önemi var ki?
— Merak ediyorum. Böyle biriyle nasıl tanıştın?
Kaşlarını çattı, anlatmaya başladı:
— Bir kafede… onun üzerine kahve döktüm, çok kibardı. İlk bakışta etkilendim. Özür için kahve ısmarladım. Sonra görüşmeye başladık. Bir süre sonra sevgili olduk.
— Ee? — dedim sabırsızca.
— Umduğum gibi biri çıkmadı işte Yiğit. Ne önemi var?
Bu böyle olmayacaktı. Afra bazı şeyleri bilmiyordu.
_ Kime bulaştığını anlamıyorsun…
— Anlat, bilelim, — dedi, yüzünde şaşkınlıkla.
Derin bir nefes aldım, zorlanarak:
— Bildiğim her şeyi anlatacağım. Bilmen gerekiyor.
Anlattım. Dosyada okuduklarımı, ağır gelmemesi için uygun bir dille aktardım. Afra donuk donuk bana baktı, Can şaşkınlıkla dinledi, Seda ise korkuyla gözlerini kaçırıyordu.
— Afra? — dedim, dikkatle yüzüne bakarak.
Şok içindeydi; korku gözlerinden okunuyordu.
— Merak etme, sana yaklaşmasına izin vermeyeceğim bir daha, — dedim kararlılıkla.
Ama cevap vermedi, kalkıp odasına çekildi. Yanlış mı yapmıştım? Söylememeli miydim? Ama bilmesi gerekiyordu, çünkü işten ayrılması şarttı. Onu da araştırmıştım; sahte kimlikle işe girmişti. Bunları nasıl yapabilmişti bilmiyordum. Üzerine gitmek istemiyordum, ama bunu da öğrenecektim.
Ben böyle düşünürken Can, Seda’yı teselli ediyordu.
Akşam olmuştu. Afra odasından hiç çıkmamış, Seda onu yemeğe çağırmış ama inmemişti. Bakmaya gitmek istedim ama yalnız kalması iyi olur diye düşündüm. Seda kahve hazırlamaya gitmişti, Can ile yalnız kaldık.
— Ne zaman araştırdın, Yiğit? — diye sordu Can. — Şimdi ne yapacağız?
— Dün gece ulaştı elime dosya Afra’yı benden başka kimse koruyamaz. Burada kalacaklar, — dedim kararlı bir sesle.
— Peki ya Afra istemezse? — dedi Can, endişeyle.
Kaşlarımı çatıp cevap verdim:
— Gitmesi, yakalanması demek. Burada kalması için elimden geleni yapacağım. Asla gitmeyecek! — Sesim öfkeli çıkmıştı.
— Umarım… — dedi Can.
Biraz sonra Seda geldi, kahvelerimizi içerken Afra’nın ayak seslerini duydum. Aşağı inmişti. Üstünde eşofman altı, tişört ve gelişi güzel giydiği bir ceket vardı. Masanın üzerindeki su şişesine uzandı, bardağı doldurdu ama bir garip görünüyordu. Ellerinin titrediğini fark ettim.
Koşar adımlarla yanına gittim. Seda ve Can da arkamdan geldi.
— Afra, iyi misin? — dedim telaşla.
Kafasını “iyim” diye salladı ama boncuk boncuk terliyordu; sanki zor nefes alıyor gibiydi. Bu hâlde bile “iyim” diyordu. İçimde istemsiz bir öfke kabarıyordu. Neden yardım istemek bu kadar zor?
Seda, telaşlı bir sesle:
— Afra, iyi görünmüyorsun, — dedi.
Afra, elleri titreyerek suyu içti, nefesini düzenlemeye çalıştı.
— İyiyim… sadece yalnız kalmaya ihtiyacım var, — dedi.
Afra, ağır adımlarla bahçeye yöneldiğinde yüzüne bakmaya bile korkmuştum. Sanki omuzlarında görünmez bir yük taşıyor, her adımıyla biraz daha çöküyordu. Kapıya vardığında eli kapı pervazına tutundu; parmakları titriyordu. Üzerindeki ceketi güçlükle çıkardı, omuzlarından aşağı süzülen bir yük gibi yere düştü. Derin bir nefes almaya çalıştı ama o nefes yarıda kaldı.
Gözlerim Seda ve Can’la buluştu; aynı anda arkasından koştuk. Bahçedeki koltuğa ulaşamadan dizlerinin üzerine çöktü. O an içimde kocaman bir korku büyüdü.
Yanına diz çöktüm, terden sırılsıklam olmuş saçlarını geriye ittim.
— Afra, bana bak… iyi misin?
Gözleri kocaman açılmıştı; bakışlarında hem korku hem de çaresizlik vardı. Dudakları titriyordu, nefesleri kısa ve düzensizdi.
— Hayır… nefes alamıyorum, — dedi, sesi boğuk bir fısıltıya dönmüştü.
— Tamam… beni dinle. Panik atak geçiriyorsun. Sakin ol. Beraber nefes alalım, — dedim, sesimi yumuşatmaya çalışarak.
Ama Afra başını hızla iki yana salladı.
— Yapamıyorum… — dedi, gözlerinden yaşlar boşalıyordu.
Elleri kontrolsüzce titriyordu. Göğsü hızlı hızlı inip kalkıyor, omuzları her nefeste sarsılıyordu. Yüzü kıpkırmızı kesilmişti; alnından, şakaklarından ince ter damlaları süzülüyor, boynuna akıyordu.
O an tek düşündüğüm onu sakinleştirmekti. Yanına biraz daha yaklaştım, sırtımı koltuğa dayadım, usulca başını göğsüme yasladım.
— Buradayım… korkma, — dedim, bir elimle saçlarını okşarken diğer elimle belini sardım.
Afra önce tereddüt etti, sonra kollarını belime doladı. İlk kez bana sarılmıştı. Omuzlarına yüklenmiş bütün korku ve öfke, gözyaşlarıyla akıp gidiyordu. Her hıçkırıkta göğsüm sarsılıyor, onun çaresizliği yüreğime saplanıyordu.onu ilk kez ağlarken görüyordum.bedeni yaşadıklarını kaldıramıyordu.
Seda’nın gözlerinden yaşlar süzülüyordu; Can ise bir adım geride, çaresizce duruyordu.
Afra’nın ağlaması yavaş yavaş durdu; nefesi daha düzenli hale geldi. Ama hâlâ bana sıkıca sarılıyordu. Sanki o an bırakırsam tekrar parçalanacaktı. Bir süre sonra başı göğsümde ağırlaştı, nefesi sakinleşti… uykuya dalmıştı.
Hiç kıpırdamadım. O uyurken onun kokusu burnuma doldu; sıcakkanlı, kırılgan ama derin bir kokuydu bu. O an kendime sessizce söz verdim: Ne olursa olsun, onu bir daha asla yalnız bırakmayacağım.
Afra’nın kokusuyla ben de o hâlde uyuyakalmışım. Sabah olmuş, güneş yeni doğuyordu. Afra biraz kıpırdandı, sonra usulca gözlerini açtı. İlk uyandığımda onunla göz göze gelmek ne güzeldi. Birkaç saniye şaşkın baktı, sonra ani ve telaşlı bir şekilde geri çekildi.
— Ne oluyor? — dedi, etrafına bakındı. Olanları hatırlamıştı. Eliyle belini tuttu. — Yiğit, biz bu şekilde mi uyuduk? Neden uyandırmadın? Her yerimiz tutulmuş…
— Uyandırmaya kıyamadım, — dedim.
Bir an gözlerimin içine baktı. Neydi o bakış? Mutluluk mu? Sonra hemen çekti gözlerini.
— Teşekkür ederim… ama artık girsek iyi olacak, — dedi.
Ayağa kalktım, Afra’ya yardım ettim. Biraz sekerek içeri girdi, ben de peşinden. Tekrar yüzüme baktı.
— Şey, Yiğit… dün gece için teşekkür ederim, — dedi. Yüzünde minnet vardı.
Tam bir şey diyecekken Afra’nın göğsünde kırmızı bir ışık gördüm.
Bir keskin nişancı lazeri.
Göz bebeklerim büyüdü. Zaman bir anda yavaşladı. Kalbim duracak gibi çarptı. Panikle kolundan yakaladım, tek bir hareketle onu koltuğun arkasına doğru ittim. Tüm gücümle üzerine kapandım, o daha ne olduğunu anlayamadan…
Silah sesleri patladı!
Camlardan mermiler geçti, her biri ölümün kıyısından dönülmüş anlar gibiydi. Evin camları birer birer tuzla buz oldu. Saniyeler içinde salon savaş alanına döndü. Afra kulaklarını elleriyle kapatmış, küçülmüş hâlde yere çömelmişti. Yüzünde korkunun en yalın hâli vardı. Çığlık atmıyordu. Sadece… titriyordu.
Benim silahım odadaydı. Lanet olsun! Elim boştu. Ama onu korumaya söz vermiştim. Şimdi… burada… sözümle sınanıyordum.
Bu Can neredeydi?!” diye öfkeyle içimden geçirdim. Normalde o koltukta uyuyor olması gerekmez miydi bunun?
Bir süre sonra silah sesleri kesildi.
O sessizlik… en az kurşunlar kadar korkutucuydu.
Sonra o ürkütücü ayak sesleri başladı.
Cam parçalarının üstünde yürüyen botların sesi, boğazımı kuruttu. Biri yaklaşıyordu. Her adımında ev biraz daha küçülüyordu sanki. Nefes alışım sıklaştı, kalbim gürültüyle çarpıyordu.
Afra, korkudan donmuştu. Gözlerini kapamış, sanki bulunduğu yerden kaybolmak istiyormuş gibi içine gömülmüştü. Sonra gözlerini açtı, O an göz göze geldik.
Ve ben sadece bir şey düşündüm:
“Onu korumaya söz verdim. Şimdi yapmazsam… asla affedemem kendimi.”
Ayak sesleri daha da yaklaştı.
Sonunda… evin içindeydiler.
Ve ben, Afra’yı kollarımın arasında tutarken, aklımda tek bir cümle yankılanıyordu:
Eğer ona birşey olursa seni yaşatmam
Ne kadar güçlü olduğunu sanırsan san, ben de seni bitirecek kadar güçlüyüm, Toprak.