4.Bölüm endişe

1943 Words
Seda’nın sesi, odadaki havayı bıçak gibi kesti. Telefonun hoparlöründen ince, kesik kesik hıçkırıklar yayılıyordu. Can, öne doğru eğilmiş, sesini yükseltmeden ama belli ki zorlanarak, — Ne oldu? İyi misiniz? diye sordu. Ama Seda cevap vermiyordu… sadece nefesi ve ağlaması vardı. Hiç düşünmeden kapıya fırladım. Adımlarım neredeyse kendi kendine atıldı. Arabaya koşarken kalbim kaburgalarımı yumrukluyordu. Direksiyona geçtiğimde parmaklarım direksiyon simidini öyle sert kavramıştı ki, eklemlerim bembeyaz kesilmişti. İçimdeki o tanıdık, rahatsız edici his yine baş gösteriyordu: Fazla endişeleniyorsun. Ama bu kez sustu… Çünkü bu sefer farklıydı. Afra’nın sesi telefonda hiç gelmemişti. Sessizlik… tehlikenin en kötü hâliydi. Can yan koltukta öne eğilmiş, sesi sertleşmişti: — Daha hızlı! Onu ilk kez bir kadın için bu kadar endişelenirken görüyordum. Kaşları çatılmış, nefesi hızlanmış, bakışları önümdeki yola kilitlenmişti. Sokağa yaklaşırken Can torpidoya uzandı. Siyah tabancayı çıkarırken alçak bir sesle, — Bugün işten eve dönerken oraya bırakmıştım, iyi ki… dedi. Bizim de işimiz gereği düşmanlarımız olurdu. Silah taşımak, gereklilikti. Ama ben aceleyle evden çıkarken kendi silahımı unutmuştum. İçimden İyi ki Can arabada bırakmış diye düşündüm. Arabayı tam durdurmamıştım ki Can çoktan inmişti. Kapıyı hızla çarpıp koştu. Ben de hemen ardından fırladım. Can’ı gerçekten hiç böyle endişeli görmemiştim. Evin kapısına geldiğimizde… kapı aralıktı. Bir an bile duraksamadan içeri girdik. İçeri girdiğimizde, ilk gördüğüm şey… darmadağın bir salondu. Yerlerde kırılmış cam parçaları, devrilmiş bir saksı, ters dönmüş bir sandalye… Sanki eve hırsız girmiş gibiydi. Can, hiç vakit kaybetmeden silahını çekti. Adımları yavaş ama gözleri sürekli hareket ediyordu; gölgelere, kapı aralıklarına, perdelerin kıpırdayışına… Dikkatle evi kolaçan ederken ben de diğer tarafa yöneldim. Masadaki eşyalar darmadağın olmuştu, birkaç fotoğraf çerçevesi kırılıp yere saçılmıştı. Ayaklarımın altında cam kırıkları ince ince kıtırdadı. Gözüm koltukta oturan Seda’ya kaydı. Artık ağlamıyordu. Gözleri hâlâ kırmızıydı ama yüzünde darp izi yoktu. Ama çok korktuğu her halinden belliydi. Hemen arkasındaki köşeye baktım. Afra… duvarın önünde oturuyordu. Dizlerini karnına çekmiş, başını dizlerinin arasına gömmüştü. Omuzları titriyordu ama hiç ses çıkarmıyordu. O an duvarı fark ettim. Afra’nın bir resmi asılıydı… yan tarafına bıçak saplanmıştı. Resmin kenarından, kırmızıya çalan kalın harflerle yazılmış bir not sarkıyordu: Sadece bana aitsin Afra. Altında, Afra hâlâ kıpırdamadan oturuyordu. Can, silahını beline koyup hızla Seda’ya yöneldi. Yanaklarını avuçlarının arasına alarak telaşlı bir sesle, — İyi misin? diye sordu. Seda, o sürekli didiştiği adama, hiç tereddüt etmeden sımsıkı sarıldı. Can, onun sırtını yavaşça sıvazladı. — Tamam… geçti. Burada kimse yok, dedi, sesi biraz daha yumuşayarak. Ben, tedirginlikle diğer odaları, mutfağı, banyoyu kontrol ettim. Kapılar açıktı, camlardan dışarıya gece karanlığı sızıyordu. Kimse yoktu… Ama kafamı kurcalayan tek bir soru vardı: Evi bulduysa… neden gitti? Afra’nın yanına gittim. Bir yandan hâlâ yüzünü görmemiştim; göreceklerimden korkuyordum. Yavaşça başını kaldırdı. Yüzünde darp izi yoktu. Derin bir nefes aldım… Demek ki bunlar, onlar yokken olmuş olmalıydı. Afra yine korkuyordu, belliydi. Ama belli etmemeye çalışıyordu. O, hiç ağlamamıştı. Güçlü durmaya çabalıyordu… ama içine attıkları onu yavaş yavaş tüketecekti. Bundan korkuyordum. O an saçını okşamak, sarılmak istedim. Ama yine yapmadım. Çünkü bu güçlü görüntünün altında çok kırılgan bir kadın vardı, ben biliyordum. Bazen mutfakta aniden açılan dolap kapağından bile irkilirdi. Ya da bir şeye uzandığımızda elleriyle kendini savunur gibi yapar, sonra gülerek “Ya, boşluğuma geldi,” derdi. Bir şey olmamış gibi davranırdı ama ben kahrolurdum. İstesem bile, sarılmaya… dokunmaya cesaret edemedim. — İyi misin? diye sordum. — İyiyim, dedi. Değildi işte… ama yine “iyiyim” diyordu. — Hadi, çabuk toparlanın. Gidiyoruz, dedim. Tedirgindim. Çünkü böylesine saplantılı biri, evi bulup gitmezdi. Bir şey vardı. Afra kalktı. Seda da hemen birkaç parça eşya aldı. İki çanta yaptılar. Dışarı çıktık, çantaları arabaya koyduk. Tam biz binecekken… arkadan bir ses duyduk. — Benden gidebileceğini mi sanıyorsun, Afra? Arkamızı döndüğümüzde… o kafedeki adamı gördük. Toprak. Gözlerinden bile ateş saçıyordu. Silahını Afra’ya doğrultmuştu. Afra korkuyordu. Ellerini pantolonunun kenarına kenetlemişti ama bir adım bile geri çekilmiyordu. — Ben seni seviyorum, Afra! Hep sevdim! Benimle olacaksın! diye bağırdı Toprak. Afra’nın sesi titremedi. — Ben seni sevmiyorum artık. Seninkisi aşk değil, takıntı. Bırak artık peşimi! dedi. Bu… beni etkiliyordu. Böylesine güçlü durması… Onun önüne geçtim. Afra izin vermiyordu, kollarımı itiyordu. — Ne yapıyorsun sen?! diye çıkıştı bana. Ama ben, onu bedenimin arkasına almıştım bile. Toprak’ın yüzü öfkeyle gerildi. Sen kimsin der gibi bakıyordu bana. Silahı bana doğrultmuştu artık. Afra arkamdan çıkmaya çalışıyor, ben kollarımla engel olmaya uğraşıyordum. — Seni iki defadır Afra’nın yanında görüyorum, dedi soğuk bir sesle. — Bil ki bir üçüncüsü olmayacak. — Madem bana gelmiyorsun Afra… Bende sevdiklerini tek tek alırım o zaman. Sana kıyamam belki… ama sevdiklerine kıyarım. Önce en sevdiğinden başlarım, dedi. Silahı bir anda Seda’ya doğrulttu. Can, Seda’nın önüne atıldı. Her şey bir anda oldu. İkisi de aynı anda ateş etti. Ses, sokağı yırtarak yankılandı. Can kolundan vuruldu, Toprak ise omzundan. Ama pes etmiyordu. Afra, Seda ve Can’a doğru koşarken tekrar silahına davrandı. O an atıldım önüne. Kavga başladı. Silahını tutan kolunu yakaladım, bileğini bükmeye çalıştım. O, omzundan gelen kanın acısıyla hırladı. Dizimle karnına sert bir darbe indirdim. Silah neredeyse elinden düşecekti, ama inatla tutuyordu. O, başımı kavradı, alnıma sert bir kafa attı. Bir an gözlerim karardı ama bırakmadım. Kolunu dirseğimle omzuna bastırdım, silah yere düştü. Tam o an… içimde bir şey koptu. Ona öyle öfkeyle vurmaya başladım ki, yumruklarımın sesi kendi kalp atışlarıma karıştı. Nefesim boğazıma düğümlenmişti. Ben hiç böyle olmamıştım. Can, koşarak yanıma geldi. Kollarımı yakaladı, beni Toprak’ın üzerinden zorla çekip aldı. Adam bayılmıştı. Omzundan ve yüzünden kan akıyordu. Benim ellerimden ise kanlar damlıyordu; onun kanı, benimkine karışmıştı. Birileri polisi aramış olmalı ki, uzaktan siren sesleri yaklaşıyordu. Kırmızı-mavi ışıklar, sokağın duvarlarında titreşerek belirdi. Polisler geldiğinde, bizi apar topar karakola götürdüler. Yolda avukat Kemal’i aradım. Can’ı önce hastaneye götürdüler. Ben, Seda ve Afra ise karakola… Seda hâlâ titriyordu. Elleri kucağında kenetlenmiş, dudakları birbirine bastırılmıştı. Afra ise sessizdi ama gözlerinden endişesi okunuyordu. — İyi misin, Yiğit? diye sordu bana. — İyiyim, merak etme, dedim. Gözleri, yavaşça ellerime kaydı. Boynundaki fuları çıkardı, avuçlarımı nazikçe tuttu. Kan izlerini silmeye çalışıyordu. Tüm dikkati ellerimdeydi. Benim gözlerim ise ona takılmıştı. O kadar uzak durmak istiyordum… Ona kapılmak istemiyordum… Ama şimdi ne olacaktı? Onları yalnız bırakamazdım. Fuları elime bağladı. — Sonra pansuman yaparız, dedi. Başımı hafifçe salladım. Karakola gittik, hepimiz tek tek ifadelerimizi verdik. Bir süre sonra Can da geldi. Yanına gittik. Seda, hiç düşünmeden boynuna sarıldı. — İyi misin? — İyiyim. Sadece sıyırmış, dedi Can gülümseyerek. — Ama bilseydim bu kadar endişeleneceğini, daha önce vurulurdum. Seda, kaşlarını çatarak baktı ona. — Güzelim, didişmek yok mu artık? dedi Can. Seda, bir an yumuşadı. — Benim için vuruldun… Ondan endişelendim, dedi. Can’ın bakışlarında kısa bir parıltı geçti. O da ifadesini verdi. Giderken Toprak’ı getiriyorlardı. Ayılmıştı. Yüzü gözü kan içindeydi hâlâ. Bize öldürecek gibi bakıyordu. — Bu iş burada bitmedi, dedi. Seda çok korkmuştu yine. Afra ise büyük bir öfkeyle bakıyordu ona. Çıktık. Bizim eve geldik. Yol boyunca Afra, yine hiç konuşmamıştı. Sessizliğinin içinde fırtına vardı. Can, ara ara küçük espriler yapıyor, Seda’nın yüzünü güldürmeye çalışıyordu. Ama Afra, pencerenin dışına bakıyor, uzaklaşıp kayboluyordu. Eve girdik. Oturma odasına geçtik, çantaları bıraktım. Hepimiz sessizce koltuklara oturduk. Seda biraz daha iyi görünüyordu, nefesi daha düzenliydi. Ama Afra… hâlâ aynı Afra’ydı. Onunla göz göze geldim. — İyi misin? diye sordum. — İyiyim, dedi kısa bir şekilde. Sonra ekledi: — İlk yardım çantası var mı? Ellerine pansuman yapayım. — Banyodaki dolapta, dedim. Gidip getirdi. Elimdeki fuları açtı. Kumaşın her yeri koyu kırmızıya dönmüştü. Usulca kenara koydu. Küçük şişedeki oksijenli suyu açtı, pamukla kanı temizlemeye başladı. Hareketleri çok dikkatliydi. Sanki kırılacak bir camı onarıyordu. Aslında o kadar acımıyordu ama Afra’nın bakışında, her dokunuşunda, bunun çok daha büyük bir meseleymiş gibi hissettiği belliydi. Sonra bandajı sardı. — Bitti, dedi. Ardından gözlerime bakarak, — Çok acıyor mu? diye sordu. — Hayır, merak etme, dedim. Afra, hafifçe başını sallayıp Can’a döndü. Yanına oturdu. — İyi misin? — İyiyim, dedi Can, dudaklarının kenarına hafif bir gülümseme yerleştirerek. — Merak edilecek bir şey yok ya… bizim normal hallerimizde de böyle şeyler olur. Ben Afra’nın bakışlarını yakaladım. O bakışlarda suçluluk vardı. Ama suçlu hissetmesi gereken kesinlikle o değildi. Seda, sessizliği bozdu: — Şimdi ne olacak? Afra hemen cevapladı: — Yeni bir ev bulurum. Merak etme. Can araya girdi: — İstediğiniz kadar burada kalabilirsiniz. Seda hafifçe gülümsedi. — Teşekkür ederiz. Afra başını salladı. — Sağ ol ama birkaç güne buluruz bir ev, dedi. — Acele etme, Afra, dedim. — Güvenli bir yer bulana kadar kalın. Evi ben bulurum, sen bakma. Aslında hiç gitmelerini istemiyordum. İçimde tuhaf bir his vardı; sanki hiçbir yerde benim yanımdaki kadar güvende olmayacaklardı. Ama Afra’nın kolay kolay kabuk değiştirmeyeceğini biliyordum. Elimden geldiğince süreci uzatıp, sonra başlarına birkaç adam dikecektim. Fark ettirmeden korusunlar diye… — Neyse, dedim. — Biz gidip oda ayarlayalım. Evimiz büyüktü aslında ama oda sayısı çok değildi. Öyle kullanmadığın bir sürü oda olan evleri pek sevmiyordum; bize pek misafir de gelmezdi zaten. Kendi odamın yanındaki odayı Afra’ya verdim. Can ise kendi odasını Seda’ya bıraktı. Çarşafları değiştirdik, çantalarını odalarına bıraktık. Sonra aşağı indik. Can, yukarıyı göstererek: — Üst kattaki ikinci kapı senin odan, Afra. Onun karşısındaki ise Seda’nın. Kıymetini bil Seda, öyle odamı kimseye vermem ben, diye kendini övmeyi de ihmal etmedi. Seda kıs kıs gülüp, — Peki, sen nerede kalacaksın? diye sordu. Can, koltuğa kendini bıraktı. — Ben koltuğumla mutluyum, dedi. Herkes odalarına dağılmıştı. Afra’nın hemen yan odamda uyuyor olması bana hem huzur hem de tuhaf bir tedirginlik veriyordu. Başında böyle bir bela olmasa… bu kadar yakınında olmazdım belki. Ama onda farklı bir şey var. Yakınımdayken sanki görünmez bir çekim alanına giriyorum; beni kendine doğru çekiyor. Bunu çok uzun zamandır hissetmemiştim. Ama bu his bana iyi gelmiyordu. Sanki yara yerlerim yeniden kanıyor, nefesim daralıyor. Olmaz… kimseye güvenmemeliyim. Aşık olamam. O ihtimalin varlığı bile tansiyonumu düşürüyordu. En iyisi uzak durmak. Yine de… burada kalacakları süreyi mümkün olduğunca uzatacaktım. Ama güvenli bir ev bulur bulmaz gideceklerdi. Kemal’den mesaj geldi: Toprak sabah bile olmadan çıkmış. Afra haklıymış, ilk tanıştığımız gün demişti. O çok tehlikeliydi. Afra güvende olsun, benim için yeterliydi.Kendimi tutabilirdim. Ne ara aldığımı bile bilmediğim o kanlı fulara bakarken buldum kendimi. Sanki dünyada en önemli eşya oymuş gibi… parmaklarımın arasında ağırlığını hissettim. Üzerindeki kurumuş kan, solgun kumaşa karışmıştı. Burnuma hafif bir metal kokusu geldi. Dikkatlice çekmeceme koydum. Uyku tutmadı. Düşünceler beynimde dönüp duruyordu. Tavandaki gölgeler hareket ettikçe, kalbimdeki sıkışma artıyordu. Sessizlik beni boğmaya başladığında, içimdeki huzursuzluk daha fazla yerinde durmama izin vermedi. Yavaşça yataktan kalkıp mutfağa doğru yürüdüm. Işık açıktı. İçeride Afra vardı. Omuzları hafifçe öne eğilmişti, belli ki onu da uyku tutmamıştı. Arkası dönüktü, ince saç telleri omzuna dökülmüş, farkında olmadan hafifçe sallanıyordu. Beni fark etmemişti. — Afra… Sözüm bıçak gibi havayı yardı. O an bütün vücudu irkildi, elindeki bardak parmaklarının arasından kaydı. Cam, zemine düştüğünde keskin ve parlak bir ses çıktı, mutfak o tiz tınıyla doldu. Gözlerindeki o anlık, saf korku… Beni delip geçti. Sadece bir saniye sürdü ama içime işledi. Hemen toparlandı, dudaklarının kenarına titrek bir gülümseme yerleştirdi. Ama o bir saniyelik gerçek his… hafızama kazındı. — Yiğit… sen miydin? Bir an boş bulundum, korktum… dedi, sesi hâlâ biraz titreyerek. Hemen yere çöktü, kırık camları toplamaya başladı. Parmakları hızlı ama düzensizdi. — Bırak, sen kenara çekil. Kesersin elini. — Yok, hallederim… dedi, inatla ve gözlerime bakmadan. — Bırak dedim! Sözlerim sert çıkmıştı. Ellerindeki titremeyi fark etmemek imkânsızdı. Az önceki korkusunun izi hâlâ derinlerdeydi. O inatla camları toplarken, parmağına ince bir parça battı. — Ah… Sesi hafifti ama yüzü istemsizce buruştu. — Bak işte… ben sana bırak dedim! Ellerini tuttum. Sıcaktı… narin… ve sanki avuçlarımda titreyen bir kuş gibi kırılgandı. Göz göze geldik. Kalbim, olması gerektiğinden daha hızlı atıyordu. Uzak duracaktım hani? Afra bakışlarını hızla kaçırdı, ellerini nazikçe çekti. — Git sen, ben hallederim… dedim, sesim daha yumuşaktı. — Tamam… teşekkür ederim, dedi. Sessizce mutfaktan çıktı. Arkasından kapının kapanma sesi geldiğinde, mutfak yeniden sessizliğe gömüldü. Ben ise yere diz çökmüş, cam parçalarını toplarken aklım hâlâ ondaydı. Gözlerindeki o korku, ellerimin arasındaki sıcak elleri… hepsi hâlâ üzerimdeydi. Ve biliyordum… kolay kolay geçmeyecekti.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD