1

2410 Words
Kulaklıklarımı düzeltirken koşmaya devam ediyorum ve değişen şarkıyla beraber duygusal bir boşluğa düşmeye epey yaklaşıyorum. Değiştirmek için bir hamlede bulunmam en akıllıca olanıyken, sesini açmayı tercih ediyorum. Kulağımdaki müzik bangır bangır sesini duyururken yanımdan geçip giden insanların da bu sesi duyabildiklerine eminim. Aldırış etmiyorum. Atkuyruğu şeklinde topladığım saçlarımdan bir tutam özgürlüğüne kavuşuyor. Alnıma, oradan burnuma doğru uçuşmaya başlıyor ve ben o yaramaz tutamı kulağımın arkasına sıkıştırırken aynı elleri, o ellerin sahibini düşünmeyi sürdürüyorum. Fransa’daki felek şaşırtan maceramın ne zaman bittiğini merak ediyorsanız bacaklarınızı uzatarak dikkatinizi tümüyle bana vermenizi öneririm. Hayal etmenin engin sularında yüzmeye korkarken, o sulara nasıl balıklama atladığımı ilk önce size anlatacağım. Hazırsınız değil mi? Çalan telefonumun sesi kulaklarımın içinde yankılanırken şarkının yarıda kesilmesinden hiç hoşlanmıyorum. Yüzümü buruşturup telefonun ekranına bakmadan cevaplıyorum. Zira koşmayı bırakırsam aklımdakilerin beni İstanbul’un serin sularına bıraktıracağını düşünüyorum. “Sare Çandar’la konuşuyorsunuz,” derken nefes nefese olmam hiçbir önem teşkil etmiyormuş gibi davranıyorum. “Buyurun.” “Sare Çandar değildir o,” diyen sesin babama ait olması koşar adımlarımı yavaşlatıyor. Dudağımı dişlerimin arasına sıkıştırırken yürümeyi dahi bırakıyorum. Eğilerek avuçlarımı dizlerime bastırıyorum. Nefes alışverişlerimin normale dönmesini beklerken babam disiplin cezasına çarptırılmama saniyeler kaldığını ima eden sesini duyuruyor tekrar. “Eğer Sare Çandar olsaydı koşmaya devam ederken telefonunu açmazdı. Babasıyla bu konuda anlaştıklarını duymuştum.” “Affedersiniz Azad Tuna Bey,” diyorum oyuncu bir sincap olmanın hakkını vererek. Hâlâ tam manasıyla düzgün nefes alamamam dışında bir sıkıntımız olduğuna inanmıyorum. “Ben asistanıyım. Kendisi şu anda koşusuna ara verdi. Sizinle düzgün bir konuşma gerçekleştirebilmek için dinleniyor.” Üç kuvvetli nefesin ardından sırtımı dikleştirerek ayağa kalkıyorum. Hemen yanımdaki yoldan bisiklet kullanan iki arkadaş gülüşerek geçiyorlar. Bir an için onlara özendiğimi hissediyorum. “Şimdi konuşabilecek gibi görünüyor. Hemen kendisine veriyorum.” Kısa bir hışırtı çıkartıyorum ve hafifçe öksürerek geniş bir gülümsemeyi yüzüme yediriyorum. “Babacığım! Ben de tam seni düşünüyordum.” Azad Tuna Çandar, bu küçük numaralarımı ve belki de yalnızca onun sevimli bulacağı oyunculuğumu yüzüme vurmadan gülüyor. Ciddiyetle çatılmaya müsait kaşlarının söz konusu ben olduğumda bu kadar çabuk serbest bırakılmasına bayılıyorum. Hatta bayılmakla kalmayıp etinden, sütünden, minerallerinden bile faydalanıyorum. “Sabahın köründe evden çıkmanı neye borçlu olduğumuzu öğrenebilir miyim peki?” “Fransa’dan döndüğümden beri hiç koşmadım,” dediğimde bacaklarımın sızım sızım sızladığını hissediyorum. Birkaç gün ceremesini çekeceğim bu konuyu şimdilik üst raflardan birine kaldırmayı seçiyorum. “Paslanmışım. Kendime gelmem lazım.” Aklımı başıma devşirmem gerekiyor mesela. Fransa defterini kapatıp önüme bakmalıyım. Önümde hiçbir şey olmadığını düşünsem de… “Kendini hırpalama küçük sincap,” diye ikaz ediyor babam yumuşacık ses tonuyla. “Ayrıca gelirken simit almayı unutma. Annen eli boş geldiğini görünce huysuzlanıyor, biliyorsun.” “Unutmam yakışıklı,” derken kıkırdıyorum. “Öptüm.” Telefonumu ufak bel çantamın içine atıp sahil boyunca dizilmiş olan banklardan birine oturuyorum. Duygusal bir filmin en can alıcı sahnesini canlandıracak olan meşhur film yıldızı gibi kendimi hazırlıyorum. Denize uzun uzun bakarken kulağımın içinde çalmaya devam eden müziğin, beni tüm alçılarına duygusallık bulaşmış olan dört duvarlı odaya hapsettiğini düşünüyorum. Çünkü yaklaşık bir buçuk hafta önce Türkiye’ye ellerim bomboş dönerken bir de sırtıma hesapta olmayan yük bindirildi. Aslında o yükü ay bu ne acaba, dur alayım şunu bakayım azıcık diyerek kendim de sırtıma bindirmiş olabilirim. İşin o kısmı tartışmaya açık. İnkâr etmekle zaman kaybetmeyeceğim hiç. Malum partiden sıkılıp mekânın bahçesine ulaşan merdivenlere çöktüğüm anları hatırlıyor olmalısınız. Kimseye tasvip etmeyeceğim kadar kendimden geçtiğimi, o gece var olan bir umut yıldızının da gözümün önünden öylece kayıp gittiğini biliyorsunuz. Öyle değil mi? Parmak kaldırsın mı bilenler? Kaç kişi olduğumuzu öğrenelim. Her şey bir kenara, o gece kendisi başlı başına bir yıldız takımı olan adamla tanıştığımı hatırladığınıza dair kuşku duymuyorum. Unutulmaya müsait bir duruşu, bakışı ve o bakışları içinde taşıdığı ballı gözleri olduğunu hiç zannetmiyorum. Yoksa ben neden unutamayayım ki? Böyle bir şey olabiliyorsa, imkân dâhilindeyse benim neden aklımdan çıkmıyor olsun ki? Saçma! Çok saçma hem de. İstanbul’a döndüğümde aradığım o şeyin sonu geleceğini düşünüyordum. En azından buna inanmak için kendimi telkin edip duruyordum. Şimdi doğup büyüdüğüm bu şehirde sadece hayalimi değil; benim gibi ne olduğunu, o ruhu nereye sığdıracağını bilmeyen bir adamı da arıyorum. Üstelik ismini bile bilmiyorken yapıyorum bunu. O gece taksiden indiğim anı bölük pörçük hatırlayabiliyorum. Devamında bana bir şey söylediyse ya da kendini tanıtma zahmetine girdiyse dahi hafızamda hiçbir şey canlanmıyor. Başımı nasıl yastığıma koyduğum konusunda şüphelerim varken şaşırmamamız lazım. Sonuçta sabah kalktığımda akmış rimelimi fark edemeyerek gözlerimi ovuşturmuştum ve kendimi tamamen pandaya çevirmiştim. Hortlağı andıran yüzümün rengi karşıma çıkacak her insanın iki üç adım geriye gitmesini sağlardı. O kadar korkunç, o kadar içler acısı bir haldeydim ki saçlarıma takılan yapraktan tacımı bahane ederek ağlamaya başlamıştım. Gözyaşlarım görünüşümü daha rezil bir hale getirirken bavulumu toplayıp ilk uçakla dönmekten başka seçeneğimin olmadığına inanıyordum. Lenard beni durdurmak için havaalanına geldiğinde ona donuk bakışlarla bakıp başımı iki yana sallamıştım. “Bir şans ver,” demişti yüzüme beni ikna etme çabasıyla bakarken. “Biraz daha kal burada. İstediğin şeyi beraber bulacağız.” “Oyalanacak vaktim yok Lenard.” Saatime bakarak bunu bir şekilde belli ediyordum. “Kadını bulsaydık her şey farklı olabilirdi ama bulamadık. Gitmem gerekiyor.” Türkiye’ye gelmek istediğini, şahsi işlerini halledip benimle tekrar bir araya gelme işini hızlandıracağını söylemeyi bırakmıyordu. Onunla vedalaşırken tene değmekten ziyade havaya karışıp uçan bir öpücük kondurdum yanağına. Lenard gereksizce duygusallaşarak bana kollarını sardı ve onun abartılı hareketleri yüzünden uçağı kaçırmaktan korkarak sırtına askerlik arkadaşıma hoşça kal der gibi pat pat vurdum. Uçağa bindiğimde, cam kenarında oturup dolu dolu bakan gözlerimi gökyüzüne sabitlediğimde bile o gece karşıma çıkan adamın ve yaşadığım garip anın bir manası olduğuna inanıyordum. Ben belki sessizliği huy edinmiş hisleriyle hareket etmeye alışkın bir insan değilim. Hatta tüm bu arayışın beni nereye sürükleyeceğini düşünürken hapsolduğum boşluğun sessizliğinden korkarım. Fakat bu adamla ilgili hatırlayamayacağımı düşündüğüm her ayrıntıyı didikliyorum. Söylediklerini, yanımda yabancılaşmadan oturuşunu, gözünü oymaya kalkışan parmağımı havada yakalayışını… Bunları unutmaya bir santim bile yanaşamıyorum. Üzerine bir de taksiden indikten sonrasını gözümün önüne getiremediğim her saniye için gözyaşı dökmeyi arzu ediyorum. En romantik şehirlerden birinde, konforlu yatağıma uzanmış gözlerim kapalı bir şekilde güldüğümü anımsıyorum. Acaba bir parfüm yapmanın hakkından gelebilseydim o gökyüzünün en cafcaflı örtüsünü bağrında taşıyan adama nasıl bir koku hazırlardım? Yine kendi kendime gülümsemeye başladığımı fark ettiğimde başımı iki yana sallıyorum. Bir işe yaramıyor. Gülümsemem dağılmıyor ve dahası dudaklarımın iki yana çekilerek bir sırıtışı ortaya koyduğunu hissediyorum. Telefonum bir kez daha çalana kadar o sırıtış yüzümden kaybolup gitmiyor. Bizimkilerin gelirken almam için bir şeyler sipariş edeceğini tahmin ederken bel çantamdan çıkardığım telefonun ekranında neredeyse çığlık atmama sebep olacak ismi görüyorum. Emmy. “Bana güzel haberler ver,” diyorum açar açmaz Fransızca konuşarak. Heyecanlı olduğum için bazı harfleri yutar gibi yan yana diziyorum ama açıkçası önemseyemiyorum. “Lütfen Emmy. Beni sevindir.” “Davetli listesi sonunda elime geçti,” dediğinde artık kendimi tutamayarak tiz bir çığlık savuruyorum. Muhtemelen kızcağızın kulağı hattın diğer ucunda bazı hasarlara gebe kalıyor. “Biraz sakin olman gerekiyor sanırım. Adam Türk’tü değil mi?” “Evet.” Bu kadar akıcı Türkçe konuşabilen bir Fransız’la karşılaşacağıma hiç ihtimal vermiyorum. “Öyleydi. Ne oldu ki?” “Listede senden başka Türk isimli davetli yok,” diyor orada edindiğim arkadaşım Emmy. “Muhtemelen birinin yanında girdi içeriye. Ama kimin yanında?” Sıkıntılı bir nefes verip heyecanımı bıçakla keser gibi böldüğü için üzülüyor. “Burada yüze yakın isim var Sare.” Ne hayal ettiğimi bile bilmeden hüsrana uğruyorum. Hiç hesaba katmadığım olasılıklar tarafından hırpalanırken, Emmy’e bir şekilde cevap verip listeyi bana yollamasını söylüyorum. Benim eksilere düşen enerjim onu da etkilediği için Fransa’ya tekrar ne zaman geleceğimle ilgili tek kelime etmiyor. Ben de bu konuya verecek bir cevabım olmadığımdan memnun oluyorum. Telefonu kapatır kapatmaz mail adresimi kontrol ediyorum. Davetli listesi tam önümde dururken parmağımı aşağıya kaydırarak ekrana umutsuz bakışlar gönderiyorum. Ballı gözleri, kıvrık kirpikleri ve keskin yüz hatırlarıyla gözlerimi kapattığım anda karşımda beliren adamın oraya kiminle geldiğini hiç sorgulamadığımı fark ediyorum. Evlerden ırak ama Fransız bir kadınla mı geldi acaba? İnce, alımlı, seksi bir kadın… Sevgilisi midir? Kendime kızarak oturduğum yerden apar topar kalkıyorum. “İyice sıyırdım ben,” diye söyleniyorum banktan uzaklaşırken. “Yabancı bir adamdan ilham aldığımı düşünecek kadar sıyırdım hem de.” Sakin sakin yürürken aç karnımı doyurmam gerektiğini düşünüyorum. “Sıcak simitle kahvaltı yapayım da aklımı başıma toplayayım.” Pastaneye giden yolu arşınlarken kulağımda çalan müziği değiştirip hareketli bir parça açıyorum. “İşte böyle. Aferin Sare. Dön şimdi önüne bakalım.” *** Önüme dönmenin koca bir listeyi kurcalamakla aynı anlama gelmediğinden eminim. Fakat gelin görün ki kafasına takılan mevzulardan canı öyle istediği için kurtulamayan biriyim ve inanın böyle biri olmak en çok beni yoruyor. Bozuk gözlerimin sulanıp durmasına tahammül edemeyeceğim bir vaziyette olduğumdan lenslerimi çıkarmıştım. Yaklaşık iki saat önce yaptığım bu akıllıca hareketin ardından gözlüklerimi takmayı ihmal etmemiştim. Hummalı bir çalışma içinde olduğumu kendime hatırlatma amacıyla da saçlarımı tepemde topuz haline getirmiştim. Listedeki isimlerin varsa telefon numaralarına, eğer yoksa mail adreslerine ulaşmamın beni nereye savuracağını kestiremiyorum. İsmini dahi bilmediğim adamla karşılaşsam ne olacağını da hayal edemiyorum. Gözlerimi kısarak boşluğa baktığım anda, renginin çözülmesi çok da imkân dâhilinde olmayan gözlerinden şakaklarıma saplanan soru işaretlerini görüyorum. Konuşma zahmetine girerse bana söyleyeceği şey ne olabilir mesela? Pekâlâ, seni azminden dolayı kutluyorum. Şimdi senin için Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ni aramamı ister misin? Kendisine çokça teşekkür ettikten sonra kendi ayaklarımla hastanenin yolunu tutmam da büyük olası aslında. Başımı döndürecek bir hızla sağa sola sallıyorum. Kırk birinci ismin üzerinde duran parmağımın şartları el verseydi o bile bu yoldan geri dönmemi söylerdi. İlk önce parmağımın konuştuğunu herkese anlatmak için kırk takla atardım, sonra da bana bu şekilde karışmaması hususunda itinayla ikaz ederdim. Parmaksan da parmaklığını bileceksin canım! Seni ilgilendirmeyen konuların içinde ne işin var öyle? Bilgisayarımın klavyesinde çatır çutur hareket ettirdiğim parmaklarıma bakarken, onların içimden geçirdiklerime alınmayarak görevini yapıyor olmalarından memnuniyet duyuyorum. Kırk birinci isme, yani Darci’ye göndereceğim mailin içeriğiyle ilgileniyorum. Benim bir kaçık olmadığımı düşünmesi için de bunun işle alakalı bir konu olduğunun altını çiziyor, bazı yerleri abartarak profesyonel biri gibi görünmenin hakkını veriyorum. Belki de verdiğimi zannediyorum. Bunu Darci bana geri dönüş yapacak olursa anlayacağız. Fransızca metni içimden Türkçe bir şekilde tekrar ederken, çocukken sarılıp uyuduğum Frambuaz isimli oyuncağıma göz atıyorum. İki çataldan fazla yiyebildiğim tek pastanın frambuazlı olması, kelimeyi belli bir yaşa gelene kadar doğru telaffuz edemeyişim ona bu ismi vermemde epey etkili oldu tabii. Kardeşlerim büyüdükçe oyuncak bir file neden Frambuaz diye hitap ettiğimi sorgulamaya başladılar. Onları umursamadım. Zaten söz konusu Sare Çandar olduğunda onlar da bir şeyleri üstelemenin manası olmadığını farkındalar. Mailime birkaç dakika içinde cevap gelmesini beklemediğim için gözlerimi kocaman açıyorum. Darci’nin bana sevinçle ve heyecanla geri dönüş yapması içimdeki yaramaz sincapların kafalarını çıkarmalarına sebep oluyor. “Çok mu mutlu oldun? Ay ama neden?” diye çığlık atarak konuşuyorum adeta. “Arkadaşı mıymış?!” Çıldırdığımı sonuna kadar hissediyorum. “Arkadaşıymış!” Bilgisayarımı kucağıma alıp bağrıma yaslıyorum. Yamulan ekranına aldırış edecek bir halde olmadığımdan kahkaha atıyorum. “Tanıyormuş. Zehirli balı tanıyormuş. Galaksi örtülü gizemli adamı tanıyormuş. Öleceğim şimdi Allah’ım!” Bizimkiler bahçede oturduğu için heyecanımı delirmiş gibi ortaya sermekten kendimi alıkoymuyorum. Hemen bilgisayarı bağrımdan koparıp dizlerimin üstüne alıyorum. Yamulan ekranını düzelttikten sonra parmaklarımı sürekli yanlış yazıp silmek pahasına harflerin üzerinde kımıldatıyorum. “İş teklifini kendisine yapmak için,” diye tane tane yazdıklarımı dile getiriyorum. “Bilgilerini bana ulaştırmalısınız. Patronumdan önce onunla görüşmeli, gerekli notları çıkarmalıyım.” Patron da çalışan da benim burada ama sen şimdi oraları karıştırmayacaksın canım. Darci her yıldız kaydığında bunu diliyormuş gibi arkadaşına bulduğu iş fırsatını değerlendiriyor. Hatta değerlendirme olayını abartıp kendisini bana övmeye başladığında, ellerimi çenemin altına dayamak ve bakışlarımı odamın tavanında hülyalı hülyalı dolaştırmak istiyorum. Hayali patronuma duyduğum saygı dolayısıyla bunu yapmıyorum. “Mail adresini bilmiyorum ama Fransa’da kullandığı numarasını atabilirim.” Cümleyi sesli okuduğumda gözlerim artık yuvalarından çıkıp yatağımın pikesine yapışacak zannediyorum. Beni kandırmıyorsun, değil mi kayıp adamın sadece arkadaşı olan Darci? Ekrandan bana göz kırpan telefon numarasına bakarken, ne yapacağımı asla bilmediğimi ifşa eden bakışlarımı çıtlatıp durduğum parmaklarıma indiriyorum. “Bu adam ne iş yapıyor ya?” diye soruyorum kendime bir cevap bulmam mümkünmüş gibi. “Ne diyeceğim arayıp?” Yatağımdan kalkıyorum, kenarlarında kardeşlerimle fotoğraflarımın bulunduğu boy aynasının karşısına geçiyorum. Yüzüme sahte bir tebessüm yerleştirmemin ardından gözlüklerimi işaret parmağımla itiyorum ve işini bilen bir çalışan edasıyla kaşlarımı kaldırıyorum. “Sizi İngiliz edebiyatına yapabileceğiniz katkıdan dolayı rahatsız ediyoruz gizemli beyefendi. Evet, doğru duydunuz. İngiliz edebiyatından bahsediyorum. Shakespeare’le bağlantınız olduğunu itiraf etmeniz, bize bu yolda yardımcı olmanız şart. Hayır canım, ne dalga geçmesi? Ay abartmayın ama! Alt tarafı Fransa’daki arkadaşınızı bulup telefon numaranızı aldık. Hem niyetimiz kötü olsa rahmetli Shakespeare’i bu işe karıştırır mıyız?” Olmuyor işte. Yapamıyorum. Rol yapmayı yılsonu gösterisinde oynanan kısa bir piyesten sonra bırakmıştım zaten. Çok kısa bir geçmişim var oyunculuğa dair. Kiraz ağacına asılı bir kirazı canlandırdıktan, iki cümlesini söyleyemeden ağaçtan düştükten sonra aramıza bazı mesafeler girmişti elbette. Oyunculukla yani. O kapıdan bana ekmek çıkmayacağını sekiz yaşındayken kabullenerek yoluma bakmıştım. Görüyorsunuz ki hâlâ aynı yola bakmaktayım. Bana ilham olacağını düşündüğüm bir adamın telefon numarası elimdeyken, ayna karşısında durup olmayacak bir karakteri kendime yedirmeye çalışırken hem de. Böyle anlarda kendime ne kaybedebileceğimi sormayı, yaptığım hasar tespitine göre ilerlemeyi tercih ederim. Aynadan bana bakmaya devam eden Sare’ye malum soruyu soruyorum. Cevap olarak bir miktar kalbimin kırılacağını almam beni şaşırtmıyor. Ancak bununla baş edemeyecek yerde değilim. Birkaç gün sonra unutup önüme bakarım ve yeni bir arayışa geçerek kendimi oyalarım. Neticede hiçbir şey yapmamaktansa bir şeyler yaparak akıldaki kuşkuları gidermek çok daha iyidir. Pufun üzerinde oturan Frambuaz’ı kucağıma alıyorum ve yeniden yatağıma oturup telefon numarasını tuşluyorum. Eğer hemen arama tuşuna basmazsam kendimi kilere kapatabileceğimi bildiğim için yeşil tuşa dokunurken buluyorum. Bu defa irice açtığım gözlerimi Frambuaz’ın siyah gözlerine dikiyorum, onun bana şans vermesini temenni ederek hortumuna asılıyorum. İşler yolunda gitmezse aynı hortumla kendimi boğmaya kalkmamak adına Çandar sözü vermeyi deniyorum. Fakat o sözü içime bile fısıldayamadan karşı tarafın telefona cevap verdiğini duyuyorum. “Efendim,” diyor boğuk bir ses. Kalbimi birisi sakız misali şişirip şişirip patlatmaya yelteniyor o sırada. Cevap vermek için aralanan ağzımı hareket ettiremiyorum. Öylece duruyorum. “Alo?” Aynı ses uykudan yeni uyandığını ele verircesine kulağımın içine yayılıyor. “Yaptığın şakayı bir daha yapmak mı? Rezilsin İpek. Kapat şunu ya.” Ben hiçbir şey diyemeden telefonu suratıma kapatıyor. Tuttuğum nefesimi öyle sesli bırakıyorum ki, telefonun ekranı bile buğulanıyor. “Hadi oradan,” derken Frambuaz’ın hortumunu biraz daha sıkıyorum. “İpek mi?” Kendimi olaya tamamen kaptırarak başımı manidar bir şekilde aşağı yukarı sallıyorum. “Gizemli galaksi örtüsüne bak sen! Darciler bitmeden İpekler başlıyor. Ay benimki de kafa güya he! Ne olacaktı başka? Öyle gözlerini bal süzdürür gibi dike dike konuşan adamdan ne bekliyorsam? İlham kaynağıymış! Kesin öyledir, kesin. Kazanova olanından!” Başlangıç çizgisine geri döndüğümü hissederek Frambuaz’ın siyah gözlerine bitkin bakışlar fırlatıyorum. Demek ki her edebi dünyadan çıkmış gibi görünen adamı bir şey sanmamak gerekiyormuş. Umarım Shakespeare beni affeder.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD